• Sonuç bulunamadı

2.3. Oryantalizmin Tarihsel Serüven

2.3.2. Hıristiyan Avrupa’ya Karşı İslami Doğu

Doğu’nun ama özellikle Yakın Doğu’nun antik dönemden beri adeta Batı’nın bir bilinç altı benliği, aynadaki ters yansıması olarak şekillendirilmesinde Hıristiyanlığın doğuşu ve ardından ticaretle birlikte yaygınlaşan gezginlerin büyük rolü olur. Bu gezginler sayesinde İslam ve Yakın Doğu hakkında sistemli olmasa da bir belgeler yığını oluşturulurken İslamiyet’in askeri başarılarının ardından gelen yayılma dönemi de Batı’da küçümsemeyle birlikte bir korku duygusu geliştirir. Batı’nın Doğu ile girdiği kesin bir sınır ilişkisi yoktur çünkü Batı için Doğu’nun değişik bölgeleri tarihsel süreç içinde farklı anlamlar taşımıştır.

Batı için yüzyıllar boyunca Doğu, İslam ile eş tutulmuştur. Sunar Yakın Doğu olarak adlandırılan bölgenin özellikle İslam coğrafyasıyla özdeşleştirildiğini vurgular. Uzak doğu daha çok bir ıraklık ve suskunlukla tanımlanırken Yakın Doğu, Batı için her daim saldırgan bir hasmı tanımlamıştır. Coğrafi yakınlığın dışında kültürel kodların çakışması ve her iki kültürü oluşturan dinsel, tarihsel ve kültürel kodların benzer bir hakimiyet iddiasında bulunmaları da bu tanımlayışta etkilidir. Batının İslam toplumları üzerinde hakimiyet kurması ve bunu devam ettirmesi daima sorunlu olmuştur. İslami Doğu, Batıya siyasi, iktisadi, kültürel ve düşünsel alanda ciddi bir direniş göstermiştir ( Sunar,2007: 33). Doğu, Batı için her zaman karşıt bir anlam içerse de bu karşıtlığın biçimleri farklı tarihsel süreçlerde farklı biçimler almıştır.

Doğu’da İslamiyet’in ortaya çıkışı ve kadim güçleri kendi bünyesinde toplaması, o dönemin birleştirici gücü olarak papalığın önderliğinde haçlı seferlerinin düzenlenmesine neden olur. Fakat istenilen sonuçların alınamaması nedeniyle Doğu’nun hakimiyeti giderek artar ve bu seferler sırasında pek çok yenilik Batı’ya taşınır.On dördüncü yüzyılda geniş bir alana yayılan İslamiyet Batı’da artık yağma, yıkım ve barbarlıkla simgelenir hale gelirken Batı İslam’ı, kendi uygarlığı için bir tehdit ve tehlike kaynağı olarak algılamaktadır. İslam sekizinci yüzyıldan on altıncı yüzyıla kadar altın çağını yaşarken hem doğu hem de batıda geniş topraklara hükmeder.

İslamiyet’ten korunma güdüsü ile Avrupa toplumunun ideolojik bütünlüğünün sağlanması süreci paralel olarak ilerler. İslam bu dönemde özellikle sınırsız cinselliğe izin veren sapık bir din olarak Hıristiyan Avrupa’nın düşünsel coğrafyasına işlenir. Aynı korku daha sonra on yedinci yüzyılda Osmanlı karşısında geliştirilen korkuya da kaynaklık edecektir. Zaten Doğu’nun bir diğer temsil karakteristiği ise onun her zaman Batılı değerleri tehdit eden, onun modern dünyasına sızmaya çalışan bir tehlike olmasıdır. Said’e göre Doğu’nun bir tehlike unsuru olarak temsil edilişi aynı zamanda ona yönelik korkuyu denetlemenin de bir yoludur. Yani İslam ve Doğu kendini temsil etmekten öte Batılı özneler için temsil edilen ve böylelikle kontrol altına alınabilen imgeler haline gelir. Doğu’nun bu ideolojik tasvir biçimleri İslamiyet’in Batı için bir sapkınlık ve Doğu’nun da bu sapkınlıkların coğrafyası olarak tanımlanmasının önünü açar (Said,2004:123). Oryantalistlerin İslam’ı tanımlayışları daima olumsuzlukları içerir ve Sayyid’in de belirttiği gibi İslam ile İslamcılık arasında daima doğrudan bir ilişki kurulur. Yani İslamcılığı ancak İslam’ın özelliklerini anlayarak kavrayabiliriz. Bu temel özellikler ise onun fanatizmi, şiddet yanlılığı, irrasyonelliği, din ve devleti birbirinden ayıramamasıdır ( Sayyid, 2006:69).

Batı medeniyeti, ortaçağla birlikte kendini Hıristiyanlık kimliği çerçevesinde tanımlamıştır. Batı’nın kapalı bir Hıristiyan birliğiyle özdeşleşmesi Rönesans’ın hümanist değerleriyle de yok olmamış aksine Hıristiyanlıkla özdeşleşen Batı uygarlıkla, İslam ile özdeşleşen Doğu’ysa gericilikle karakterize edilmiştir. Salman Sayyid’in de ifade ettiği gibi Batı’nın bir tarihi vardır; ama İslam hanedanlar arasındaki salınımdan ibarettir. Batı rasyoneldir, İslam dogmatiktir. Batı’da

demokrasi vardır İslam despotiktir…. Bu ikili tipolojiler içinde İslam daima olumsuz ve karşıt bir kavramsal kurguya tabi tutulur ve Derrida’nın Batı metafiziğinin temeli olarak gördüğü ikili karşıtlıkların ‘şiddetli hiyerarşi’nde İslam daima negatif uçta yer alır( Sayyid,2007: 69).

Batı’da özellikle misyonerlik çalışmaları için İslam öğretisinin incelenmesi ve Şark araştırmalarında bu çalışmaların İncil araştırmaları bünyesine dahil edilmesi de bu eşleştirmenin tipik bir uygulamasıdır. Yavuz’da Batı’nın Doğu’yu ötekileştirmesinde İslam’ın önemli bir rolü olduğunu savunmaktadır. Asimilasyon ve dışlamayla sağlanan ötekiliğin işaretlenmesi ( Amerika’nın keşfiyle kıtada başlayan asimilasyon ve İspanya’da Emeviler’in dışlanması) süreci meşruluğunu Hıristiyanlığının ideolojik ve kültürel zeminine dayandırmıştır. Böylelikle oryantalizmin tarihinde öteki Hıristiyan olmayanla özdeşleşmiştir. Yavuz’a göre oryantalizmin gücü, yoktan bir şey var etmesinden değil var olanı yok saymasından gelmektedir (Yavuz,1999:58). Fakat Kontny farklı bir bakışla özellikle Osmanlının fetihlerle Batı topraklarına yayılmasının ardından Batı’nın, ortak bir garp Hıristiyanlığına aidiyet fikrinden ayrılıp Machiavellici çıkar politikalarına yöneldiğini ifade etmektedir (Kontny, 2002:119). Oysa siyasal alandaki çıkar eksenli yeni politik açılımlar mentalitede köklü bir değişimi zorunlu kılmaz. Bizce değişen koşullarda farklı politik refleksler zihniyet alanında bir dönüşüm olmadan da gerçekleşebilir.