• Sonuç bulunamadı

2.1. Küreselleşmenin Getirdiği Toplumsal Sorunlar

2.1.4. Toplumsal Sorunların Çözüm Aktörleri

2.1.4.1. Hükümetler

Hükümetler hem ülkelerinde uyguladıkları hem de uluslararası alandaki politikaları, bu sorunların aktörleri olarak, rollerini ortaya koymaktadır. Her hükümet, bu alanda sorun yaşanmaması (işsizlik, yoksulluk gibi), varsa bu sorunları çözme amacında olduğunu ifade ederek göreve gelmektedir. Ancak özellikle küreselleşmenin etkisiyle, hükümetlerin uluslararası gelişmeleri göz ardı edememesi nedeniyle kendi başına karar alamaması bu konuda durumu bulanıklaştırmaktadır.

Bu yaklaşımın iyi niyetli ya da art niyetli olup olmadığı belirsizdir. Bu konuda farklı görüşler bulunmakta, hükümetlerin iyi niyetli olmakla birlikte ellerinden geleni yapmasına karşın sorunların çözülemediğini iddia edenler olduğu kadar, hükümetlerin ya da bazı yöneticilerin art niyetli yaklaşımları nedeniyle bu sorunların çözümüne katkıda bulunmadıkları gibi derinleştirdiklerini iddia edenler de vardır.

Bu görüşlere temel olacak bir varsayım; tüm dünya ülkelerinde politikacılara duyulan güvenin azalması ile ilgilidir. Hatta, araştırmalara dayandığı için varsayımın gerçeklendiğini düşünebiliriz. Azalmakta olan politikacılara duyulan güvenin yeniden kurulabilmesi Giddens'a göre; anayasal reform, şeffaflık ve hesap vermeyi sağlayacak önlemlerin yanı sıra elektronik referandum, yeniden canlandırılan doğrudan demokrasi şekilleri ve yurttaş jürilerini içeren ikinci bir demokratikleşme dalgası ya da 'demokrasinin demokratikleştirilmesi'195 ile mümkündür.

Buradan, insanların yöneticileri art niyetli gördükleri sonucunu çıkarabiliriz.

Çünkü devamında, politikacılara yönelik azalan güvenin nasıl yeniden oluşturulacağına dair öneriler de bulunmaktadır. Bu güven sorunu elbette çok

195 Anthony, Giddens, 2001, a.g.e., s. 56-57

111 önemlidir. Yönetişim kavramının, yönetim kavramının yerini aldığı dünyada, politikacılar güven oluşturamadıkları durumda ulusal bir politika üretemeyecekleri gibi uluslararası alana da dahil olamayacaklar ve bu güveni oluşturabilmek için gerekli koşulların oluşması tamamen riske girecektir. Yönetişim kavramı dışında kalan, diğer deyişle uluslararası alanda varlık gösteremeyen hükümetler, kendi ülkelerinde verdiği sözleri tutmaktan (örneğin işsizlik ve yoksulluğu azaltmak gibi) giderek daha fazla uzaklaşacaklardır.

2.1.4.1.1. Ulus Devletlerin Toplumsal Sorunların Çözümünde Rolleri (Katkılar-Başarısızlıklar)

Ulus-devlet bugün her ne kadar tartışılan ve bazı çevrelerce sonunun geldiği iddia edilen bir yapı olsa da, toplumsal sorunların çözümünde tartışılması gereken, ulus-devletin kendisinden çok içeriği ve savunduğu politikalar olmalıdır. Yine de var olan tartışmalardan uzak kalmamak adına; küreselleşmenin, ulus-devletin yükselişine son verdiğini düşünenlerin dört ana iddiasına göz atmakta yarar bulunmaktadır:

1- Şimdilerde küreselleşmiş, ulus-ötesi, sanayileşme sonrası, bilişimci, tüketimci, neoliberal ve yeniden kurumsallaşmış olan kapitalist düzen, ulus-devletlerin makroekonomik planlamasını, ortak refah düzeyi durumunu, vatandaşların ortak kimlik duygusunu, yani genel olarak toplumsal yaşamı hapsetmiştir.

2- Yeni "'küresel sınırlar", özellikle yeni bir 'risk toplumu' yaratan çevresel ve demografik tehditler ulus-devletin tek başına başa çıkabileceğinden daha geniş ve daha yıldırıcı hale gelmiştir.

3- "Kimlik politikası" ve "yeni toplumsal hareketler", gelişmiş teknoloji düzeyini kullanarak, çeşitli yerel ve sınır-ötesi kimliklerin ilgi çekiciliğini, geleneksel olarak ulus-devletlerin idare ettiği ulusal kimliğin aksine arttırmaktadır.

4- Nükleerleşme sonrası durum, devletlerin egemenliğini ve sert jeo-politikaları sarsmaktadır, çünkü kitlesel seferberlik savaşının, modern devletin genişlemesinin temeli olduğu düşüncesi artık akıldışıdır.196

Bu iddialar aslında genel olarak küreselleşmenin; ulus-devletlerin sona ermesinden çok, yalnız başına hareket etmelerinin zorlaştığını anlatmakta ve daha önce değindiğimiz yönetişim kavramına atıfta bulunmaktadır. Özellikle iki ve dördüncü iddialar, "risk toplumu" ile "nükleerleşme"ye vurguda bulunarak, ne kadar güçlü olurlarsa olsunlar, ulus-devletlerin bunlarla tek başlarına başa çıkamayacağını

196 Michael, Mann, "Küreselleşme Ulus-Devletin Yükselişine Son mu Verdi?", David Held ve Anthony Mcgrew, Bölümü çev. Cemil Boyraz, a.g.e. iç., s.164

112 ifade etmektedir. Bir ve üçüncü iddialar ise; ulusal kimliklerin yaşadığı değişimi,

"sınır-ötesi kimliklerin" çekiciliğini öne sürerek, ulus-devletin bu açıdan da zayıfladığını vurgulamaktadır. Ancak tekrar belirterek devam edecek olursak;

toplumsal sorunlar açısından önemli olan, ulus-devletin sona erip ermediğinden çok, bu devletlerin uyguladığı sosyal ve ekonomik politikalardır. Elbette küreselleşmenin, devletlerin sosyal ve ekonomik politikalarını belirlemekte doğrudan ya da dolaylı söz sahibi olan bir olgu olduğunu da unutmamak gerekir.

Toplumsal sorunların başında gelen eşitsizlik, kuzey-güney arasında hep yüksek oranlı olmuştur. Kuzeydeki ülkeler, güneydekilerden daha zengin olmuş, bu nedenle göç de genellikle güneyden kuzeye doğru olmuştur. Daha önce değindiğimiz dipteki milyar ile Collier'in bahsettiği ülkelerin de büyük bir çoğunluğu, güneyde yer alan ülkeler (Güney Amerika ve Afrika ülkeleri) dir. Güneydeki ülkelerin -azınlıkta zenginleri bulunsa da- hem hükümetleri hem halkları fakirdir, ancak bu, kuzeydeki ülkelerin zenginliklerini kendi yurttaşlarının refahı için kullandığını da göstermez.

Zengin ülkelerin çok uluslu şirketleri; üretimlerini bu fakir ülkelere taşıyarak (daha önce belirttiğimiz gibi düşük maliyetler nedeniyle), bu zenginlikten kendi vatandaşlarını da mahrum etmektedirler. Bu şirketlerin kazançlarının yüksek olması nedeniyle GSYİH yüksek çıkarken, bu gelir eşit dağılmamakta, ayrıca iş olanakları diğer ülkelere kaydırıldığı için işsizlik oranları da yükselmektedir. Ancak yine de ticaret ve karlılık konusunda; varlığı tartışılan "ulus-devletler", bunların içinde de kuzey ülkeleri hep üst sıralarda olmuşlardır. Bununla birlikte dünya ticaret hacminin

%85'inin, elektronik sektörü gibi ileri düzey sektörlerin üretiminin %90'ının ve en büyük uluslararası yüz şirketin merkezlerinin kuzey ülkelerinde olması, kapitalizmin küresel olmadığını değil, kuzeyin zengin, güneyin fakir olduğunu ve iki tarafın birbirine küresel etkileşim şebekeleriyle kenetlenmiş olduğunu gösterir.197

Buradan çıkarılabilecek iki sonuç vardır: Biri; kapitalizm küresel olsa da başı çeken yine "ulus-devlet"lerdir, ikincisi; kuzey, güneyi sömürmeye, yeni araçlarla, devam etmektedir. Bu sömürü bugün; "iki tarafın birbirine küresel etkileşim şebekeleriyle kenetlenmesi" olarak görülse de, zenginliğin kuzeyde toplanması

197 Michael, Mann, a.g.e., s.168

113 konuyu sömürü düzleminde açıklamaya yetmektedir. Ayrıca burada ortaya çıkan diğer bir sorun, ulus-devletin tartışılmasına da yol açan, Ong'un "Dereceli Egemenlik" kavramıyla anlattığı sorundur:

Ulusal hükümet bazı bölgelerde tam kontrol sağlarken, bazılarında denetimin bir kısmını şirketlere ve diğer kuruluşlara teslim eder. Bu tür bölgelerin oluşumu bir dizi ekonomik yarar sağlarken, aynı zamanda kendi sınırlarını artık tamamen kontrol altında tutamadığı için ulus-devlet nezdinde de bazı sorunlar yaratabilir.198

Demek ki ulus-devletin varlığı; zenginliğin ya da yoksulluğun nedeni değildir. Zengin ülkelerin halkının tamamı refah içinde yaşamadığına göre, zenginliğe yol açtığını söylemenin gerçeği yansıtmadığı gibi, yoksulluğun nedeni olarak ulus-devleti görmek de gerçeği yansıtmaz. Zengin ülkelerin halkı gibi yoksul ülkelerin hükümetleri ve halkının da; ulus-devlet biçiminde bir yönetime sahip olduğu için değil, şirketlerin çıkarlarını daha fazla koruyan neo-liberal politikalar uyguladıkları için yoksul oldukları söylenebilir.