• Sonuç bulunamadı

2. İKTİSADİ BÜYÜME KAVRAMI VE İKTİSADİ BÜYÜME

3.2. İktisadi Büyüme İçin Gerekli Sermaye Kaynakları

3.3.2. Gelişmekte Olan Ülkelerin Dış Borç Krizi ve Sermaye Hareketler

1973 Petrol Krizi sonrası gelişmiş ülkelerdeki durgunluk, Arap ülkelerinde biriken dolarların gelişmiş ülkelerin finans kesimi aracılığıyla gelişmekte olan ülkelere yönlendirilmesiyle atlatılmaya çalışılmıştır. 1970’li yıllarda durgunluğa karşı büyümeci tepki gösteren gelişmekte olan ülkeler, yoğun biçimde dış borçlanma yoluna gitmiş ve 1980’li yıllara gelindiğinde bu ülkelerin önemli bir bölümü dış borçlarını ödeyememe sorunuyla karşılaşmıştır.

Türkiye dış finansman yollarında tıkanmaya dayalı olan krizi 1978 yılının sonlarından itibaren yaşamaya başlamıştır. Türkiye bu kriz neticesinde 24 Ocak 1980 liberalleşme kararlarını kabul etmek durumunda kalmıştır. Gelişmekte olan ülkelerin genelini kapsayan dış borç krizi dalgası ilk kez 1982’de ortaya çıkmıştır. 1982 yılında Meksika’da ortaya çıkan borç krizi çok sayıda gelişmekte olan ülkede de görülmeye başlanmış ve bu durumun likidite probleminden ziyade yapısal bir problem olduğu düşüncesi yaygınlık kazanmaya başlamıştır (Şen, 2005: 184). Dış borçlanmanın ortaya çıkma nedenleri; petrol krizi sonrası gelişmekte olan ülkelerin krize karşı büyümeci tepkileri başta olmak üzere, Uluslararası Keynesçilik2, aşırı yükselen petrol fiyatları, reel faizlerin düşüklüğü ve bollaşan petro-dolarlardır.

Dış borçlanma sürecinin krize yöneldiği gelişme ise, enflasyonla mücadele çerçevesinde 1979 yılından itibaren ABD’nin uygulamaya başladığı sıkı para politikası olmuştur. Sıkı para politikası uygulaması nedeniyle faiz oranlarındaki hızlı artış, krizi tetikleyen ana faktördür. Krizi tetikleyen diğer faktör ise, gelişmiş ülkelerdeki deflasyonist politikaların gelişmekte olan ülkelerin ihraç mallarına olan talebi azaltmasıdır (Gibson ve Tsakalatos, 2010: 183).

Kriz sonrasında borçlu kayıt sistemi kapsamındaki 109 ülkenin toplam dış borç tutarı 1973 petrol krizi döneminde yaklaşık olarak 130 milyar dolar iken, 1983

2 Uluslararası Keynesçilik, gelişmiş ülkelere yönelik dış talebin beslenmesi yönünde

109

yılına gelindiğinde bu tutar 819 milyar dolara yükselmiştir (Sönmez, 2005: 245). Gelişmekte olan ülkelerin toplam borcunun % 51,3’ü Latin Amerika ve Karayip ülkelerine, % 26,8’i Güney ve Doğu Asya Ülkelerine, % 11,1’i Kuzey Afrika ve Ortadoğu ülkelerine ve % 10,8’i ise Sahra Altı Afrika ülkelerine aittir (Gibson ve Tsakalatos, 2010: 177). Dış borç krizi büyüme üzerinde de etkisini göstermiş ve IMF tahminlerine göre gelişmekte olan ülkelerin reel GSYH büyüme hızı 1971-1980 yılları arasında ortalama yıllık % 5,5 seviyelerinde iken, bu oran 1981-1989 yılları arasında yıllık ortalama % 3,3 olarak gerçekleşmiştir (Greene and Villanueva, 1991: 33).

1980’li yıllarla birlikte ekonomik krizler de boyut değiştirmiştir. 1970’li yıllarda gelişmekte olan ülkelerde görülen ekonomik krizler büyük ölçüde döviz darboğazı ve ithalat yapamamaktan kaynaklanan ödemeler bilançosu krizleri iken, 1980’li yılların başında ortaya çıkan kriz ise, gelişmekte olan ülkelerin büyümeye yönelik hedefleri çerçevesinde artan dış kaynak ihtiyacıyla birlikte ortaya çıkan borç krizidir (Bedestenci ve Kara, 2004: 267). Kriz sonrası süreçle birlikte küresel sermaye akımlarının yapısında da değişimler olmuş ve özel sermaye akımları gelişmekte olan ülkelerdeki cari açıkların ve iktisadi büyümenin finansmanında temel kaynak haline gelmiştir. Bu süreçte, 1970’li yılların önemli bir finansman türü olan uzun vadeli banka kredileri azalmış ve bu finansman türünün yerine doğrudan yabancı yatırım ve portföy yatırımları ön plana çıkmıştır (Baharumshah ve Thanoon, 2006: 71; Oktayer ve Susam, 2007: 23).

Küresel sermaye akımlarının yapısında değişime yol açan bir diğer önemli gelişme ise, 1985 ve 1987 yıllarında sırasıyla New York ve Tokyo borsalarında yaşanan çöküştür. 1980’li yıllarda ABD ve Japonya’daki spekülatif hareketler borsa çöküşlerini beraberinde getirmiştir (Roubini ve Mihm, 2012: 34-35). New York ve Tokyo borsalarındaki çöküş gelişmekte olan ülkelere yansımamıştır. Bu durum, gelişmiş ve gelişmekte olan ülkelerdeki sermaye piyasalarının birbiriyle bağlantılı olmadığı gerçeğini ortaya çıkarmış ve gelişmiş ülkelerden gelişmekte olan ülkelere doğru yoğun bir sermaye akımını tetiklemiştir (Kazgan, 2009: 206).

110

1990’lı yıllarda özel sermaye akımlarının hızlı artışına tanık olunmuştur. Bu duruma yol açan en önemli etkenler, finansal piyasaların serbestleşmesi, bilgi ve iletişim teknolojilerindeki ilerlemeler ile liberalizasyonun gelişmekte olan ülkelerde yaygınlaşmasıdır (Bailliu, 2000: 1). Son yirmi beş yıllık süreç dikkate alındığında gelişmekte olan ülkelere, özellikle de yükselen piyasa ekonomilerine yönelik iki önemli ve geniş çaplı sermaye akımı gözlenmiştir. İlk dalga, 1990’ların başından 1997 Doğu Asya krizine kadar olan dönemi kapsarken, ikinci dalga ise, 2003 yılından başlayarak 2008 Küresel Finans Krizine kadar sürmüştür (Cardarelli, Elekdag and Kose, 2010: 333).

Yükselen piyasa ekonomilerinde politika yapıcılar ciddi bir ikilemle karşı karşıyadırlar. Bu ülkelere yönelik sermaye girişleri beklentisi her zaman olmakla birlikte, 1990’lar ve 2000’lerin başındaki sermaye hareketlerinin yavaşlaması ve kaçışı korkusu devam etmektedir. Aynı zamanda yoğun sermaye girişleri bu ülkelerde özellikle konut sektörü gibi bazı varlık fiyatlarında suni ve geçici artışlara, yani balonlara yol açmaktadır (Calvo, 2012: 1). Arias vd. (2013: 2)’ye göre, 2000’li yıllarla birlikte özellikle yükselen piyasalara yönelen sermaye hareketlerinin belirli özellikleri ve etkileri söz konusudur. 2000 yılından 2008 yılının Eylül ayındaki Lehman Brothers’ın iflasına kadar geçen sürede yükselen piyasalara yoğun bir yabancı sermaye girişi yaşanmıştır. Sermaye girişleri nedeniyle bu ülkelerin ulusal paraları değer kazanırken kredi balonları ortaya çıkmış, değerli kur ve artan ithalat nedeniyle ödemeler bilançoları açık vermiştir. Kriz sonrasında ise bu ülkelerden sermaye kaçışı hızlanmış ve ilk dönemde yaşananların tersi etkiler ortaya çıkmıştır. Kriz süreci görece atlatıldıktan sonra 2011 yılına kadar yine sermaye girişleri hızlanmıştır. 2008 Krizi sonrasında Avrupa Birliği ülkelerinde ortaya çıkan kamu kesimi borç krizi, yükselen piyasalara sirayet etmemiş olsa da bu ülkelere yönelik risk algılamasını değiştirmiştir (Batista, 2012: 95).

2008 Krizinin ardından yükselen piyasalara yönelen ciddi boyuttaki sermaye, 2013 yılından itibaren FED’in faiz artırımı sinyali ve 2015 yılının Aralık ayında % 25-50 baz puan aralığında faiz artırımına gitmesi ve gelecek dönemlere ilişkin olarak da faiz artırımı sinyali vermesi, Avrupa Birliği ülkelerindeki durgunluk, Ortadoğu’yu

111

kapsayan savaş, Çin ekonomisinin büyüme hızında yaşanan düşme vb. durumlar neticesinde yükselen piyasalardan sermaye kaçışlarını tetiklemiştir. Sermaye kaçışları bu ülkelerde durgunluk başta olmak üzere ciddi ekonomik sorunlara yol açma potansiyelini her zaman taşımaktadır.

3.3.3. Yeni Küresel Ekonomik Koşullar ve Artan Kısa Vadeli Sermaye