• Sonuç bulunamadı

Yazın eleştirisi, eski veya yeni yapıtları, yazarları incelemek, onları aydınlatmak, açıklamak ya da bu amaçlara ulaşmaya çabalamaktır. Basılmış olan her şeye yazın deme eğilimi oldukça eskidir. Bu tutum yazılı olan her eserin yazın incelemesi alanına girip girmemesi gerektiği sorununun ortaya çıkmasına yol açmıştır. Bu soruna Terry Eagleton’un cevabı şu şekildedir: “Edebiyat sıradan dili dönüştürür ve yoğunlaştırır, günlük konuşmadan sistematik olarak sapar” (Eagleton, 2004: 18). Bu açıklama yazın eserlerini belirleyen temel ölçütlerden birinin kullandığı dil olduğunu göstermektedir. Çünkü yazın eserlerinde kullanılan dil, diğer yazılı yapıtlardan daha farklıdır: “Edebiyat diline özgü olan, onu diğer söylem biçimlerinden ayıran şey, günlük dili çeşitli yollarla ‘deforme’ etmesiydi: Edebi aygıtların baskısıyla günlük dil yoğunlaşıyor, vurgulanıyor, çarpıtılıyor, kısaltılıyor, içi dışına çıkarılıyor ve baş aşağı çevriliyordu” (Eagleton, 2004: 19). Yazının en önemli özelliklerinden biri de bir tür yaratıcılık göstermesidir. Yazın; dili kullanır, yaşantılar ve hayal gücü yazının kaynağıdır.

Yazının ne olduğu, nasıl incelenmesi gerektiği konusundaki görüşler ve tartışmalar çok eskilere Aristotales’e kadar uzanır. Aristo ünlü “Poetika” adlı eserinde bir yazın eserinin nasıl olması gerektiğini, hangi özellikleri gösterirse başarılı sayılabileceğini açıklama çabası içerisine girer. Ancak bu kuralcı yaklaşım, bu kurala uymayan yazın yapıtlarının ortaya çıkması ile yetersiz kalır. Yazın için güzelin tek bir örneğinin bulunmadığını, yazın yapıtları ile töreler, kurumlar ve toplumlar arasında bağıntılar bulunduğunu ilk olarak 18. yüzyılda Mme de Staël ve Chateaubriand’da bulabiliriz. Bu tutum 19. yüzyıl yazın eleştirisinin daha sağlam yollar, daha verimli yöntemler bulmasını sağlamıştır (Carloni – Fılloux, 2000: 20).

Yazın ile yazın incelemesi arasında bir ayrım yapmak gerekir: Yazın yaratıcıdır ve bir sanattır. Yazın incelemesi ise tam olarak bir bilim değilse bile, bir bilgi ya da öğrenme türüdür (Wellek, 2001: 19).

19. yüzyılda yazın yapıtları daha çok; yazın, hayatın ve yazarın aynasıdır görüşünü doğrulayacak şekilde üretilmiştir. Yazarlar, kahramanlarını görmek istedikleri gibi betimlemiş, öznel doğrularını evrensel ve sonsuz doğrular gibi yansıtmışlardır. Böyle bir yazın anlayışının hakim olduğu bir yüzyılda Sainte-Beuve bir eleştirmen olarak farklı bir tutum izlemiştir. O bir yazarı ya da yapıtı çağdaşlarından farklı olarak yargılamaya çalışmaz, onları betimlemeye ve anlamaya çalışır. Bu özelliği ile kuramcılara karşı çıkar, belirli bir kurala bağlı kalmaz (Carloni – Fılloux, 2000: 29). Bu tutumu onun, 19. yüzyıl için çağdaşları arasında önemli biri olarak öne çıkmasını sağlamıştır. Onun yazın anlayışı geleneksel yazın anlayışına yakındır. Geleneksel yazın incelemelerinde de tıpkı Sainte-Beuve’de olduğu gibi yazarın yaşam öyküsü, kim olduğu önemlidir. Eserin, estetik ve yazınsal değeri pek ön plana çıkmaz. Metin dilbilim ise geleneksel yazın anlayışının bu eksiğini giderir ve metni ön plana çıkarır. 19. yüzyılın önemli eleştirmenlerinden biri de H. Taine’dir. Yazın yapıtını toplum bilimsel bir yaklaşım ile incelemeye çalışır. Onu önemli kılan da bilimsel ve nesnel bir yol izlemesidir. Zayıflığı ise yazın yapıtını ırk, çevre ve zamana göre incelemeye çalışmasındadır (Carloni – Fılloux, 2000: 45). H. Taine’den sonra yazınsal yapıtların incelenmesinde “Yeni Eleştiri” devri başlar. Eleştiriyi ilgilendirenin eserin kendisi olduğunu savunan Valéry ve Gide, eserin üretildiği yer ve zamanın yazını ilgilendirmediğini savunurlar. Kurallardan hareket etmeyen; bıkmadan, usanmadan sorular soran Gide, okuyucularının aklını karıştırmaktan, soru işaretleri uyandırmaktan hoşlanır (Uçan, 2006: 29).

Yazına, yazın yapıtlarına yönelik olarak ortaya konulan bu yaklaşımlardan sonra bilimsellik ve nesnellik kaygısı ile yazınsal incelemede dilbilim kullanılmaya

25

başlanmıştır. Dilbilimin de etkisiyle yazının ve yazınsal incelemenin ilgi alanına her türlü metin girmiştir. Aynı zamanda dilbilim yöntem ve tekniklerinin yazın incelemelerinde kullanılması ile birlikte yazın yapıtına yönelik yapılan / yapılmaya çalışılan gereksiz açıklamalardan yazınsal eleştiri kurtarılmıştır: “Edebiyat eserini de bütün diğer dil ürünleri gibi bir inşa olarak kabul eden ve bu inşayı meydana getiren mekanizmaların da diğer bütün bilimlerin nesneleri gibi sınıflandırıp incelenebileceğini fark eden bu eleştiri, gevşek öznel gevezelikleri bertaraf etmiştir” (Eagleton, 2004: 137) Metin dilbilim; yazınsal eleştiriyi yazın tarihinden, yazarın yaşam öyküsünden, eski çağlardan kalma güzellik tarif ve kurallarından kurtarmıştır.

1960’lı yıllara gelindiğinde dilbilim içerisinde tümce ötesi dilbilim çalışmalarının başlaması ile birlikte metinlerin incelenmesinde dilbilim yöntemlerinin kullanılmasının gerekliliği genel olarak kabul görmüştür. Tümce ötesi dilbilimin nesnesini ise söylem ve metinler oluşturmaktadır (Aydın, 2007: 120). Bu durum da dilbilimden metin dilbilimin doğmasına yol açmıştır. Đletişimin temelinde tümcelerden daha büyük dilsel birimlerin yani metinlerin bulunduğunun benimsenmesi metin dilbilimin kurulmasını zorunlu kılmıştır. Bu durum aynı zamanda metin dilbilimin nesnesi olan metinleri konuşan ve dinleyenden soyutlamadan ele almayı gerektirir. Tümcelerin anlamlarının tam ve kesin olarak içerisinde bulunduğu metinden çıkarıldığı hatırlanırsa metin dilbilimsel yöntemlerinin yazın incelemeleri için ne derece önemli olduğu ortaya çıkacaktır. Metin dilbilim, geleneksel yazın incelemelerinden farklı olarak diğer bilimsel alanlarda kullanılan birçok yöntemi kullanır. Dilbilim, söylem çözümleme kuramları, sözceleme kuramı ve göstergebilimi gibi birçok bilimsel alandan yararlanır.

Metin dilbilimin, yazınsal incelemelerde yöntem ve tekniklerinden yararlandığı göstergebiliminin temeli Sausure ve Hjelmslev gibi Avrupalı dilbilimciler tarafından atılmıştır. Yine terminolojisini kuranlar da Avrupalı dilbilimciler olmuştur.

Göstergebiliminin üç önemli ismi olan Greimas, Umberto Eco ve Barthes; Hegel, Kant ve Nietzsche gibi filozofların görüşlerinden de etkilenmişlerdir. Greimas, Hegel gibi yazınsal eserlerin tamamının kavramsal düşünceye ulaşabileceğini ve teorik söylemin kavramsal çatısı altında tek taraflı olarak yorumlanabileceğini savunmuştur. Umberto Eco’nun estetik dünyadaki kavramsallaştırma sınırlarını incelemesi, Kant’ta da olan bir görüştür. Barthes’in de bir ara Saussure’nin görüşlerinden uzaklaşıp Nietzche’ye yaklaştığı; daha sonra yine Saussure ve Hegel’e dönüş yaptığı bilinmektedir (Zima, 2004: 171). Bu durum yazınsal yapıtların, dilsel olaylara farklı yaklaşımı ve açıklamasından dolayı felsefe ile yakınlaşmasından kaynaklanmaktadır: “Edebi sanat eserinin tüm dilsel fenomenler içinde ayrıcalıklı bir tutumu açıkladığı ve bu ayrıcalıklı tutumu nedeniyle de felsefeye oldukça yakın olduğu fenomenolojik araçlarla kanıtlanabilir gibi gözükmektedir” (Gademer, 2002: 13).