• Sonuç bulunamadı

1.3. Türkiye’nin Dış Politikasına Genel Bakış

1.3.1. Geleneksel Türk Dış Politikası

Her devletin dış politikada izlediği, belirlediği bazı temel amaçları ve ilkeleri vardır. Dış politika hedefi belirli olmayan bir devlet düşünülemez. Nitekim uluslararası arenada en pasif devletin bile milli çıkarları doğrultusunda belirlediği dış politika hedefleri vardır. Devletler dış politika hedeflerini uluslararası konjonktürün izin verdiği ölçüde gerçekleştirebilmektedir. Devletlerin dış politika hedefleri zamana ve şartlara, siyasal havaya göre değişse de tüm devletlerin dış politikada gelenekselleşmiş ilke ve amaçları vardır. Bu ilke ve amaçlara zaman içerisinde ekleme ve birtakım rötüşler yapılsa da, temel karakterini korur. Başka bir ifadeyle, bir ülkenin dış politika ilkeleri ve amaçları temelde varlığını korur; fakat değişen şartlarla paralel olarak devletler stratejilerini, araçlarını ve taktiklerini değiştirebilirler (Şener, 2011, s. 189).

Türkiye’nin de dış politikasında takip ettiği bazı temel ilkeler vardır. Türk dış politikası hakkında incelemeler yapan yazarlara göre geleneksel Türk dış politikasının iki temel ilkesi vardır. Bu temel ilkelerden biri “Statükoculuk”, diğeri ise “Batıcılık”tır. Gerçekten de Türk dış politikasının geçmişine bakıldığında bazı dönemlerde bazı değişiklikler olmasına rağmen bu temel iki ilkede süreklilik sağlanmıştır (Şener, 2011, s. 190).

Türkiye’nin temel dış politika ilkelerinden “Batı’ya yönelik olma” ilkesi çerçevesinde Türkiye, Sander’in yorumuna göre “Batı bağlaşmasına sıkı sıkıya bağlılık olarak beliren bu temel yönelim, güvenlik ve toprak bütünlüğüne yönelik bir tehdidi karşılama gibi sınırlı ve geçici bir olay değil, şaşılacak ilk yirmi yıl içinde bağımsızlık ve egemenliği konularında son derece kıskanç olan Türkiye, dönemin büyük devletlerine karşı yansız bir dış politika izlemeye çalışmıştır” (Sander, 2000, s. 71). Burada Batılılaşmanın, ideolojik/stratejik önemi nedeniyle Türkiye’nin dış politika ilkelerine hem değerler hem çıkarlar hem de hedefler açısından kaynaklık ettiği ifade edilebilir (Kurubaş, 2014, s. 1419).

Türkiye’nin dış politikada izlediği Batıcılık ilkesinin nedenlerine bakacak olursak Kurtuluş Savaşı ve onu takip eden yıllarda kurulan Türkiye Cumhuriyeti’nin temel ilke ve hedeflerini belirleyen Atatürkçü ideoloji bu ilkenin benimsenmesinde etkili olmuştur. Bu noktada tespitlerde bulunan Balcı’ya göre, “Türk dış politikasına Batıcı karakterini veren unsur; Kemalist bloğun devletin ulusçu karakterini tehdit eden etnik Kürt, laik karakterini aşındıran İslamcı ve belli aralıklarla muhalif bir blok olarak beliren Komünist bloklarla mücadelesinde şekillenen kimliği olmuştur” (Balcı, 2013, s. 28-29).

Diğer taraftan Türkiye, Soğuk Savaş döneminde de Batı dışı coğrafyalarla dış politikanın yürütülmesi anlamında çok ilgilenmemiştir. Türkiye’nin Batı dışı coğrafyalarla ilgisiz tamamen Batı eksenli bir dış politika izlemesinde Batılı kimliğinin zedelenebileceği endişesi etkili olmuştur. Nitekim Türkiye’nin İslam İşbirliği Teşkilatı (eski adıyla İslam Konferansı Örgütü) kurulduğu sıralarda üye olmaya çekimser bakması da bu nedenden ileri gelmektedir (Akıllı, 2013, s. 63).

Genel olarak bakacak olursak Türkiye’nin hem Batılı güçlere karşı mücadele verirken “Batıcılık”ı dış politika hedefi olarak benimsemesi çelişki gibi görünmektedir. Ancak Batı: altyapısı açısından kapitalizmi; üstyapısı açısından da rasyonelliği (insan aklını) üstün sayan bir uygarlık biçimidir (Oran, 2006, s. 49). Türkiye Kurtuluş Mücadelesini Batı medeniyetine karşı değil, Batılı güçlere karşı vermiştir. Batıcılık Türk dış politikasındaki belirleyici etkisini Cumhuriyetin kuruluşundan günümüze devam ettirmektedir (Bal, 2010, s. 41). Türkiye’nin pek çok Batılı oluşuma girmesi ve girmeye çalışması da Batıcılık ilkesi gereğidir. AB’ne üye olma girişimi de bu ilke çerçevesinde değerlendirilebilir.

Yukarda ifade ettiğimiz üzere Türkiye’nin benimsediği dış politika anlayışı pasif bir duruma dönüşmüştür. Ayrıca bunun için Türkiye dünyayı dar bir çerçeveden görmeye başlamış. Dolaysıyla Türkiye dış politikasında tehdit odaklı ve savunmacı bir refleksle hareket etmiştir. Benimsediği ilke içeride rejimin, dışarıda Batılı kimliğinin korunmasına hizmet etmiştir. Bu durum ise, içe dönük ve tek kulvara mahkûm bir dış politika manasına gelmektedir. (Kurubaş, 2014, s. 142)

Türkiye’nin dış politikada izlediği diğer ilke ise “Statükoculuk”tur. Oran’a göre statükoculuk, Türk dış politikası özelinde iki unsuru ihtiva eden bir kapsama, diğer bir deyişle ikili bir manaya sahiptir (Oran, 2006, s. 46-49):

1) Mevcut sınırları sürdürme 2) Mevcut dengeleri sürdürme

Statükoculuğun Türk dış politikası uygulamalarındaki anlamlarından birincisi olan “Mevcut sınırları sürdürme” siyaseti; mevcut sınırlardan memnun olma, onları değiştirmek istememek ve bunun bir sonucu olarak da dış azınlıklarla ilgili olarak irredentizm1 politikası gütmeme anlayışıdır. Aslında, “Mevcut sınırları sürdürme” siyaseti

anlamındaki bu statükoculuk, temelde Türkiye’nin coğrafi anlamda sahip olduğu “iki statükolu” (Doğu statükosu–Batı statükosu) bir devlet olma özelliği üzerinde yükselmektedir (Şener, 2011, s. 192).

Türk dış politikasında takip edilen statükoculuğun başka bir nedeni de kurulu düzen içerisindeki dengeleri sağlama ve devam ettirme gereğidir. Bu gereklilik Türkiye’nin iki farklı denge uygulaması izlemesine neden olmuştur. Birincisi; izlediği Batıcı politikaya rağmen jeostratejik konumundan dolayı her zaman Batı ve Doğu arasında denge kurmaya gayret etmiştir. Her ne kadar Batıcı bir politika izlese de tamamen Doğu karşıtı ya da düşmanca bir tavır takınmamıştır. İkincisi ise; yine jeostratejik konumundan dolayı Batı’yı oluşturan değerler arasında da bu dengeyi sağlamaya uğraşmıştır (Oran, 2006, s. 49):

Diğer taraftan Türk dış politikasında güvenlik; refah ve ilerlemeyi sağlamanın ve sürdürmenin ön koşulu olarak görülmüş, devletin mümkün olan en büyük askeri güce, toprağa ve atanmış bürokratlara sahip olması gerekliliğine inanılmıştır. Bundan dolayı dış politika yapıcıları Türkiye çevresinde ve dünyada gelişen değişiklikleri ve farlılıkları tehdit unsuru olarak görmüşler, çekimser kalmışlardır. Karşılaşılan sorunlar da bu

1 İrredentizm, bir devletin, kendi sınırlarına bitişik soydaşlarının yaşadığı yerleri kendi ülke topraklarına

çerçeveden ele alınarak değerlendirilmiştir. Yani statükoculuk, güç, mevcut düzende devam etme, ülke etrafındaki değişiklikleri tehdit olarak algılama anlayışı hâkim olmuştur. Örnek vermek gerekirse, Irak’ta federasyon kurmayı amaçlayan Kürtlerin Irak’ı parçalayacakları, daha sonra Türkiye’nin de bölünmesinin önünün açılacağı endişesi ile bu duruma tepki gösterilmiştir. Yine Irak’ın yeni bir düzene doğru değişim sürecinde atılan adımlar Türk dış politikasının statükocu felsefesi tarafından “düşmanca tutum” olarak algılanmıştır (Gözen, 2006, s. 3).

Türkiye’nin geleneksel dış politika anlayışına bakılacak olursa bir zamanlar aynı çatı altında farklı uluslarla bir arada yaşamanın etkisiyle meydana gelmiş tarihi ve kültürel mirasın, kültürel zenginliklerin farkında olunmadan tehdit ve önyargılarla hareket edildiği görülmektedir. Bu geleneksel anlayış özellikle soydaşımız olan Orta Asya, Kafkasya halkı ve Balkan ülkeleri ile ilişkilerimizin gelişimini engellemiştir. Bu statükocu anlayış çerçevesinde Türkiye çevresindeki fırsatları görememiş ya da değerlendirmekten çekinmiştir. Bundan dolayı yeni dünya düzeni arayışında da istediği yeri alamamıştır (Erdağ, 2008, s. 78-79). Bu durumun oluşumunda strateji eksikliği ve gerektiğinde etkili bir politika değişimine gidilmemesinin de etkisinin olduğu iddia edilebilir.

Türk dış politikasının “geleneksel” yapısı İsmail Cem’e göre, uygulamada geleneğin doğrudan çok yanlışa bağlı olduğu bir anlayışı ifade etmektedir. “‘Geleneksel dış politikayı’ izlemekten başka bir iddiası olmayan siyasetçiler, aslında, mevcut olumsuzlukları korudu, yasattı ve sürdürdü”. Son dönemde Türk dış politikasındaki bu gelenekçi yapıdan farklı olarak uygulanan dış politika anlayışında klasik ya da realist kabul edilebilecek bir dış politika anlayışının terk edilerek, aktif ve sosyal ve kültürel projelere ağırlık veren konstrüktivist bir eğilimin ağrılık gösterdiği gözlemlenmektedir (Erdağ, 2008, s. 80).

Benzer Belgeler