• Sonuç bulunamadı

Popper, modern olduğunu sandığımız şeylere karşı eleştirel olmadığımızı kaydetmişti (Popper, 2018, s. 204). Eleştirilerimiz daha çok geçmişe yönelik ve tarihsel gibi duruyor. Oysaki dikkatimizin ve ihtiyatlı eleştirilerimizin odağına bugünü de alabilmeliyiz. Gerçekte bilimsel gelişmelerin de mantığında yine Popper’in kavramı olan yanlışlanabilme prensibi vardır. Bu nedenle gelişme ve kalkınma anlayışının da çeşitli açılardan kritik edilmesi anlamlıdır.

Geleneksel iktisadın kalkınma anlayışı ve gelişme yazını, birtakım eleştirilere tabi olmuştur. Ancak bu eleştiriler hâkim paradigma karşısında sınırlı bir entelektüel çaba düzeyinde kalmış gibi görünse de bu eleştirilerin haklı olduğu noktalar az değildir.

Zira İslam iktisadı araştırmaları açısından da geleneksel iktisat ve ona dayalı kalkınma anlayışı eleştirilmektedir.

Ercan, kalkınma kavramının üç önemli temel üzerine oturduğunu ifade eder. Bunlar sanayileşme, sermaye birikimi ve ulus devlet kavramlarıdır. Bu itibarla kalkınma kavramı kapitalizme özgü, onunla eş zamanlı kullanılması gereken bir kavram olmaktadır (Ercan, 2016, s. 45). Diğer yandan Ercan’a göre, gelişme yazını esasında Batılı, modernleştirmeci ve dolayısıyla ilerlemeci bir bakış açısını yansıtmaktadır. Bu bakış açısı, akıl merkezci ve ikili karşıtlıklar (batı-doğu; gelişmiş-az gelişmiş) üzerinden bir hiyerarşiyi yansıtmaktadır. Bu anlayış birincinin ikinciye üstün olduğu bir hiyerarşidir. Batı’nın şimdisi gelişmiş ve ileri, geri kalan ise ya da Batı’dan farklı

65 olan ise öteki, geri, ilkel ve çağ dışıdır. Bu bakış aynı zamanda etnik-merkezci4 bir anlayışın da ürünüdür Ötekine bakışta ise Marx ile Rostow arasında ve genel olarak Batılı düşünürler arasında anlamlı bir fark yoktur. Bu itibarla oluşan gelişme yazını, geri kalmış ülkelere yönelik yaklaşımı Avrupa merkezci ve oryantalist özellikler göstermektedir. Bu ülkelerin gelişmesi de ancak Batı gibi olurlar ise mümkün olacaktır. Aynı zamanda buradan Batılılaşma ve modernleşmenin zorunlu olduğuna yönelik bir ideolojik sonuç da çıkmaktadır. Bu ideolojik kurguya göre, azgelişmiş ülkelerde yaşanacak olan sosyo-ekonomik dönüşümdeki sıkıntılar, acılar ve mutsuzluklar ekonomik gelişme için ödenmesi gereken bedeller olacaktır (Ercan, 2018, s. 56, 74).

Bu noktada, gelişme kavramına bakışın yanında kavramın içeriğini farklı bir açıdan yorumlamak ihtiyacı duyuyoruz. İktisat yazınındaki hâkim paradigma, gelişmenin bir maddi uygarlık seviyesiyle ifade edilmesiyle, yani “ekonomik refahla” ilgilidir.

Kavram salt ekonomik içeriğiyle ele alındığında sosyal ve psikolojik yönleriyle yeterli bir açıklayıcılığa sahip olamamaktadır.

Günümüzde gelişme kavramının içeriğinin altmış yıl önceki ile aynı olup olmadığı da ayrıca sorgulanmaya değer bir konudur. Kavramın anlam ve muhtevasında da değişiklikler olagelmektedir. Gelişme sadece tüm üretim faktörleriyle birlikte, maddi kaynakların birikimi, ekonomilerin parasal güçleri, teknolojik kapasiteleri ve refah seviyelerinin yarattığı bir olgu değildir. Kavram bunların da üstünde manevi boyutu da içine alacak şekilde bireyin ve ait olduğu toplumun maddi ve manevi tüm katmanlarıyla gelişmişliğini ifade etmektedir. Örneğin bir ülkenin kelimenin gerçek anlamıyla gelişmiş olduğundan söz edebilmek için dünyanın “geri kalanı” ile olan ilişkilerine de bakmak gerekir. İnsanlığı bir bütün olarak ele aldığımızda, bir ülkenin

“gelişmiş” olması, “geri kalmış” ülkelere ve o ülkelerin insanlarına karşı yaklaşımlarının nasıl olduğuyla da ilgili olsa gerektir.5 İki bin onlu yıllarda Akdeniz’in bir göçmen mezarlığına dönmüş olması, ya da yirmi yıl öncesinde

4 Kavram milliyetçilikten daha ziyade temel olarak beyaz, Avrupalı ve Hristiyan kimliği ifade eden bir üstün ırk anlayışını temellendirmektedir.

5 “Bir ülkenin gelişmiş olması, geri kalmış ülkelere karşı olan yaklaşımından anlaşılır” (Miandji, 2012). Burada ifade edilen yaklaşım çerçevesinde, gelişmişlik sıralamalarında kullanılabilecek yeni değerler üretilebilir. Örneğin, bir ülkenin GSYH’sine göre yaptığı uluslararası hibe ve yardımlar endekse dönüştürülerek yeni bir gelişme kriteri olarak ele alınabilir. Çalışmamızın üçüncü bölümünde bu konuda bir yaklaşım geliştireceğiz.

66 Avrupa’da yer alan Bosna’da yaşananlar, Batı toplumlarının ahlaki/manevi gelişmişliği ile ilgili olarak soru işaretleri doğurmuştur. Nitekim Hobsbawn’ın da (1996) bir aşırılıklar çağı olarak dikkat çektiği 20. yüzyılın ana aktörleri gelişmiş ülkelerdir.

İnsanlığı bir bütün olarak ele alma perspektifi teorik bir söylem düzeyinde görünse de aslında bizi kültürel indirgemecilikten de kurtarabilecek bir yaklaşımdır. Edward Said’in de dediği gibi, dünyanın her bölgesi, diğer bölgelerle bağlantılıdır. İnsanlık, karşılıklı bağımlılıklar ve çok kültürlülük içinde yaşamak zorunda olan bir bütündür (Said, 2012, s. vii).

Bir muazzam ekonomik gelişmeler silsilesiyle birlikte bir savaşlar çağı olarak da okunabilecek olan 20. yüzyıl geride kaldı. 21. yüzyıl kitlesel ve küresel göçler çağı izlenimi veren bir biçimde başladı. Yeni yüzyılın başından itibaren uluslararası ve bölgesel ölçekte yaşanan gelişmeler bakıldığında, bu yüzyılın geride kalandan daha iyi olacağına dair yeterli kanıttan yoksunuz. Uluslararası ilişkilerdeki güç dengelerinin değişmesine bağlı olarak, dünyanın geri kalmış ya da azgelişmiş bölgelerinde istikrarsızlık ve çatışmalar, azalmak yerine bilakis artış göstermektedir.

Bunun perde arkasında bu bölgelerdeki antidemokratik yönetim anlayışları, sosyo-ekonomik farklılıkların yönetilemeyişi gibi unsurlar yer alırken, gelişmiş ülkelerin çıkar, güç ve rekabet ilişkilerinin de rolü olduğunu burada not etmek gereklidir.

Gelişme salt ve temel anlamıyla maddi uygarlık seviyesi ve gücü değil, bunun yarattığı evrensel yüksek insani ve toplumsal değerlerin yaşanabiliyor olmasına bağlıdır. O halde ve gerçekte gelişme salt maddi uygarlık anlamına gelmemektedir.

Bütün bu katmanlarıyla birlikte düşünüldüğünde 21. yüzyılın başında, “gelişmiş ülke” olarak kategorize edilen ülkelerin de gelişme sürecinin devam ettiği yorumunda bulunulabilir.

67 İKİNCİ BÖLÜM

İSLAM VE EKONOMİK GELİŞME TARTIŞMALARI

İslam ülkelerinin genel olarak geri kalmışlık sorunuyla malul olduğu aşikâr bir durumdur. Bu durum özellikle ekonomik ve daha sonra kimi sosyal alanlarda da kendini göstermektedir. Halihazırda Müslüman toplumların kendi tarihsel, kültürel ve bilimsel miraslarından yeterince faydalandıklarından söz edemeyiz. İslam bir din olarak canlılığını koruyor olmasına rağmen bir uygarlık olarak, geçmiş yüzyılların o parlak dönemlerini çoktan geride bırakmış durumda. Gerçekte Müslüman toplumların İslam’ın iktisadi temellerinden, sosyal gelişmenin yaşandığı dönemlerin ilkelerinden, değerlerinden faydalanmaları ve onların üzerine ekonomik ve sosyal bir yapılanma geliştirmeleri ihtiyacı orta yerde durmaktadır. Bu ne kadar iktisadi bir ihtiyaç ise o kadar da sosyolojik bir ihtiyaçtır.

Konu iktisadi davranış olduğunda, gelişmenin ana unsurunun insan olduğu her defasında vurgulanmalıdır. İnsanlar ise temelde sosyal zihinleriyle hareket ederler.

Bu nedenle İslam iktisadi zihniyetinin inanç sistemi ile mürekkep temellerinin, önerilerinin ne olduğunun iyi etüt edilip ortaya konması ve bu ilkelerin günümüz Müslümanlarının ekonomik ve sosyal sorunların çözümlerine yönelik ne tür alternatifler sunma imkanına sahip olduğunun incelenmesi önemlidir.