• Sonuç bulunamadı

1.2. KALKINMA TEORİLERİ

1.2.2. Sosyo-Kültürel Yaklaşımlar

1.2.2.5. Din ve Zihniyet

Ekonomik gelişme sürecinin din ve iktisadi zihniyetle bağlantıları konusu literatürde Max Weber ile başlamıştır. Weber’den sonra bu konuda onu destekleyen ve eleştiren iktisadi ve sosyolojik yaklaşımlar geliştirilmiştir. İslam dininin de gelişmeyle olan ilişkisi bağlamındaki çalışmalar Weber’in açtığı yoldan ilerleyen çalışmalar olduğu söylenebilir. Şüphesiz inançlar ve insanların düşünce dünyalarının ekonomik davranışlar üzerinde belirleyici etkileri bulunmaktadır.

1.2.2.5.1. Weber

Din ve ekonomi ilişkisine yönelik ilk ve en önemli eserlerden biri, çoğunlukla sosyolog olarak kabul edilen ancak meslekten iktisatçı olan bir kişi tarafından yazılmıştır. Max Weber “The Protestant Ethic and the Spirit of Capitalism”

çalışmasını yayınladığında (1905) din, sosyolojik bir değer olarak bilimsel alanlardan

“aforoz” edilmiş bir konumda idi. Dini, sosyal ve ekonomik analizin merkezi bir nesnesi haline getiren, modern çağda Weber olmuştur. Ancak Weber’in İktisat çalışmalarına etkisini artırması 20. yüzyılın sonlarına doğru din ve iktisat alanındaki çalışmaların yoğunlaşmasına tekabül etmektedir.

Weber temel olarak, kapitalizmin gelişimini, Marx’ın aksine maddi altyapı unsurlarıyla değil bir üst yapı kurumu olan din ile (Protestanlık) açıklamıştır.

Weber’e göre Avrupa ülkelerindeki ekonomik gelişmeyi sağlayan toplumsal grupların büyük kısmı Protestan’dır. Katolikler ise Kapitalist girişimlerde daha az yer almaktadır. Ekonomik gelişmenin yoğun yaşandığı bölgelerin tarihine bakıldığında, kilisede bir devrim gerçekleşmiştir. Weber Protestanlığın ortaya çıkışıyla birlikte ekonomik gelişmenin yaşandığını kaydetmektedir (Weber, [1905] 2019, s. 29-33).

Bu durumun nedenleri dinsel inançların kalıcı içsel niteliklerinden kaynaklanmaktadır. Weber’e göre Kapitalizmin ruhunun gelişimi, akılcılığın gelişiminin bir parçasıdır. Bu da akılcılığın, hayatın en temel sorularına karşı

56 tutumuna bağlıdır. İşte bu noktada Protestanlık, tarihsel süreçte sahip olduğu akılcı yaşam felsefesi için ortam hazırlamış ve kapitalizmin gelişimini sağlayan bir öncül görevi görmüştür. Protestanlık için, dünyevileşme ve dünyevi işlere ait yükümlülüklerin yerine getirilmesi en yüksek ahlaki eylem anlamına gelmektedir.

Kişinin ilahi görevi tanrıyı hoşnut edecek bir hayat sürmektir. Bunun tek yolu da dünyevi ahlakı manastır çileciliğiyle ortadan kaldırmak değil, bireyin dünyadaki toplumsal konumuna göre üzerine yüklenen sorumlulukları yerine getirmesidir.

Dolayısıyla Protestanlık ile dünyevi işler ahlaki ve dini açıdan meşru hale getirilerek dinin bir gereği olarak anlaşılmıştır (Weber, [1905] 2019, s. 70,80).

Weber’in tezi çeşitli eleştirilere uğramıştır. Gelişmişlik olgusunun sadece Protestanlarda görülmemesi, diğer dinlere ve mezheplere mensup olan toplumların da ekonomik gelişmeyi sağlamış oldukları gerçeği önemli bir eleştiridir. Örneğin Fransızlar, İtalyanlar, Japonlar farklı din ve mezheplere sahip gelişmiş ekonomilerdir. Fakat Demir’in de dediği gibi Weber’in tezi içeriğinden ziyade yarattığı etki itibariyle din ve ekonomik gelişme alanındaki çalışmaların kavramsal çerçevesini oluşturması bakımından çok önemli olmuştur (Demir, Din Ekonomisi, 2013, s. 150).

1.2.2.5.2. Behrendt

Behrendt’e göre azgelişmiş ülkelerin sosyal değer sistemleri gelişmiş ülkelerinkinden farklılık göstermektedir. Bu değerler sistemi insanları boyun eğmeye yönlendiren dinsel ya da kaderci nitelik taşımaktadır. Buna göre azgelişmiş ülke insanları yüksek maddi yaşam düzeyini yaratma amacında değildir. Bu motivasyonsuzluk doğaya egemen olma, üst düzey sosyal organizasyonlar kurma konularında yetkinlik kazanılmasına mâni olmuştur. O halde yoksulluğun ve azgelişmişliğin temel nedeni sermaye yetersizliği gibi ekonomik faktörler değil, bizatihi insanların psikolojik ve toplumsal değer yargılarının gelişmeye uygun olmamasıdır (Han & Kaya, 2015, s.

49).

57 1.2.2.5.3. Ülgener

Ekonomik gelişmenin kaynakları, iki temel kategori olarak ele alınabilir. İlk olarak coğrafya, yer altı kaynakları, iklim gibi faktörlerden oluşan maddi kaynaklar ve ikinci olarak da kültür ve zihniyet kavramları ile ifade edilen kurumlar, inançlar, değerler ve tutumlardan oluşan manevi kaynaklardan söz edilebilir (Demir, Din Ekonomisi, 2013, s. 139). Bu ayrım daha basit bir şekilde insan ve doğa olarak da ifade edilebilir. İnsan unsuru ekonomik gelişmede maddi kaynaklara nazaran çok daha başat bir faktördür.

Maddi kaynaklar açısından zengin ancak ekonomik gelişmesi zayıf kimi ülkeler olduğu gibi, maddi kaynakları kıt ancak ekonomik gelişmesi yüksek düzeyde olan ülkeler de vardır. İkisi arasındaki temel farklılık insan ve onun yarattığı ekonomik iş yapma kültürü, zihniyeti ve bunların çerçevesinde oluşan kurumlardır. Bu kurumlar, demokrasi anlayışı, hukuk sistemi, tasarruf ve tüketim alışkanlıkları, iş ahlakı ve din gibi ekonomik yaşamın belirleyicisi olan kurumlardır ve hepsinin ekonomik gelişmeyle olan ilişkisi önemli ve çok yönlüdür.

Maddi altyapının ekonomik gelişme ile ilgisi çok açıktır. Zengin maddi kaynaklar, gelişme için hazır koşullar sağlayan bir potansiyeldir. Ancak manevi kaynaklar burada kilit önemdedir. Maddi kaynakların gelişme sürecinde verimli bir şekilde kullanılabilmesi ya da âtıl olarak kalmasıyla ilgili tercihler ve tutumları belirleyen temel bir faktör, manevi kaynaklardır.

İktisat tarihine bakıldığında kültürü, zihniyet dünyası ve davranışlarıyla insanın, ekonomik gelişmeyi belirleyen en önemli kaynak olduğu görülür. Ekonomi, finans ve kalkınmaya ilişkin pratikler bize, bireylerin ve toplumların sahip oldukları anlam dünyasının, ekonomik kararlar ve davranışlar üzerinde belirleyici olduğunu göstermektedir (İkbal & Mirakhor, 2014, s. 3). Bütün toplumsal gelişmeler, hukuk, siyaset, sosyal organizasyon ve kültür Marx’ın söylediğinin aksine, sadece ekonomiden çıkmış ve ona dayanan bir üst yapı değildir (Marx, 2005 [1859], s. 39).

Aksine toplumun çeşitli sektörleri birbirleriyle karşılıklı ilişki içindedir. İktisadi gelişme de iktisadi kuvvetler kadar, siyasal ve sosyal kuvvetlerin etkisindedir (Rostow, 1999, s. 15). O halde iktisat, sadece elle tutulur maddi nesneler hakkında

58 değil aynı zamanda ve daha çok insanlar, onların eylemleri ve amaçları hakkındadır.

Mallar, metalar, servet ve davranışın bütün kavramları doğaya ait değildir. Onlar insan eylemi ve amacının unsurlarıdır (Mises, 2008, s. 91).

Yukarıda kısaca çerçevesini çizdiğimiz bu bakış açısı, iktisadi gelişme ve zihniyet arasında bir çalışma gündemi oluşturmuştur. Bu çerçevede Ülgener3, nerede ve hangi yüzyılda olursa olsun iktisadi yaşamın salt bir madde dünyası olmadığının altını çizer. O dünyanın altında, kendine has tavır, davranış ve zihniyet yapısı ile insan gerçeği yer almaktadır (2006a, s. 5). Ülgener bu gerçeği şöyle ifade eder: “İktisadi gelişme, her yerde ve her toplumda, iktisadi olmayan unsurlarla örülü bir yapı manzarası gösterir. Yerine göre, dini, estetik, kültürel sosyal kıymetlerle dokunmuş bir örgü”dür bu (2006c, s. 47).

İşte bu anlam ya da zihniyet dünyasının çerçevesini oluşturan kültürel değerler kimi ülkelerde gelişme yanlısı olurken, kimi ülkelerde gelişmeyi engelleyici özellikler gösterebilmiştir. Benzer düzeyde ya da yetersiz seviyede maddi kaynaklara sahip olan ancak, diğerlerine göre daha hızlı gelişme gösteren ülkelerin varlığı, kültürel değerlerin gelişme açısından başat bir rol oynadığını ortaya koymaktadır. Bu noktada, benzer üretim yöntemleri, hukuk tekniğini alan ülkelerin Batı’dan farklı sonuçlar elde etmesinin ardında yatan unsur, zihniyet ve tutum farklılıklarıdır (Ülgener, 2006a, s. 4).

İktisadi gelişme sürecinde insan unsuru ve onun zihniyet dünyası gelişmenin seyrini belirleyen bir temel oluşturur. Bugün, kimi ülkelerin yaşadığı geri kalmışlığın nedeni gerçekte ne tabii kaynaklar ne de sermaye kıtlığıdır. Bunlar bir seviyeye kadar giderilebilir ve temin edilebilir. Ancak kalifiye eleman ve yönetici arzındaki yetersizlik kritik önemdedir. Yani, iktisadi gelişme meselesinde kilit faktör insandır.

O nedenle davranışı ve zihniyeti ile insan artık inkâr edilemez biçimde iktisadi gelişme çalışmalarında “sahnenin önünde ve ortasındadır” (Ülgener, 2006c, s. 10).

İnsanın manevi altyapısı ve zihniyet dünyasında yer alan ve davranışlarına etki eden en önemli kurumlardan biri de dindir. Tarihsel kanıtlar dinin, ekonomik gelişmenin yapısını derinden etkilediğini göstermektedir. Ülgener’in bu alandaki katkıları özgün

3 Batı iktisadında Weber’le başlayan bu çalışma alanının Türkiye’deki ilk ve en önemli temsilcisi Sabri Ülgener olmuştur.

59 ve önemlidir. Hem Weber’in İslam ile ilgili yargılarının kritiğini yapması hem de Osmanlı toplumunun kapitalistleşememe ve gelişememe sorunlarının analizini yapmış olması burada özellikle zikredilmesi gereken yönlerdir.

Ülgener, kendi döneminde fikir hayatında oluşan Gökalp-Durkheim pozitivist çizgisine karşı Ülgener-Weber çizgisini oluşturmuştur. Fakat Weber’in İslam hakkındaki görüşlerini de eleştirmiştir. Weber, İslam dininin, Protestanlığın Batıda üstlendiği işlevi üstlenmekten uzak olduğunu, gelişmeyi tetikleyici faktörlere sahip olmadığını kaydederken, Ülgener, Weber’in yanıldığını ifade etmiştir. İslam dini ticari bir ortamda doğmuş ve yayılmıştır. Ona göre, geri kalmışlığın sebepleri vardır ancak İslam geri kalmışlık için bir temel neden değildir (Acar & Bilir, 2014, s. 118).

Ülgener’e göre Osmanlı İslam toplumunun geri kalmışlığının sebepleri İslam inancının temeli ile ilgili değildir. İslam çalışmaya, akla, ticarete, pazara önem veren bir iktisadi anlayışa sahiptir. Fakat geri kalmışlık bu iktisadi özden sapan bir anlayıştan beslenmiştir (Acar & Bilir, 2014, s. 119). Bu ta tasavvufun Batıni yorumudur.

Moğol istilaları, baskınlar, sürgünler gibi olağanüstü dönemlerin yarattığı konjonktür, İslam’ın yorumlanışına da bir değişiklik getirmişti. Ülgener’e göre, zaman içinde ilk ve öz İslam’dan tasavvufa bir geçiş söz konusu olmuş ve iki uç tasavvuf anlayışı oluşmuştu. Bunlar Batınilik ve Melamiliktir. Batıni tasavvuf anlayışı, Osmanlı toplumunda içe kapanmayı, “ben”in yerini “biz”’in almasını, bir rehber bulup (pir, şeyh) ona teslim olmayı ve sonunda tarikatlar oluşturmayı doğuran bir anlayıştı. Bu anlayış insanı, tanrının yeryüzündeki aleti ve icrası değil kaza ve kaderin pasif bir taşıyıcısı olarak konumlandırıyordu (Ülgener, 2006b, s. 94).

Oysa ki Melami anlayış, boş ve âtıl durmayıp sürekli çalışma ve didinme konusunda ısrarlı bir kişilik yaratma peşindeydi. Melami görüntüsüyle, özel kıyafetlerle dahi, halktan ayrışmış bir kişi değildi. Bilakis Melami, herkesle birlikte, herkes gibi işi gücü peşinde, kulluğunu ise gösterişsiz, sessiz-sedasız yerine getirmekteydi.

“Görünürde halkla, gönülde Hakk’la beraberdi (Ülgener, 2006b, s. 103).

Melamilik dünyaya bilinçli bir yönelişi ifade ediyordu. Dünya işleri ile çalışmayla, üretmeyle meşgul olunmalıydı. Ancak onun yaratacağı zararlı etkilerin bilincinde olarak bunu yapmalıydı. İnsan manevi varlığını Hakk’dan öte her türlü ilgi ve

60 ilişkiye karşı korumalı ve dünyaya kapılmamalıdır. Fakat bu insanın dünyadan elini eteğini çekmesiyle değil, çevresini saran geçici ve fani tezahürler ile biteviye bir savaş vererek olacaktır (Ülgener, 2006b, s. 106).

Ülgener’e göre Osmanlı toplumunda Melamilik anlayışı yaygınlaşamamıştır. Onun yerine, fütüvvet, ahilik ve lonca birlikleri gibi içe kapalı, korumacı yapılar gelişmiştir. Bu tip bir yapılanma bir aradalığa vurgu yapar, bunu destekler; fakat göreneğe, alışkanlığa, rutine aşırı bağlanma ile kapitalist çalışma ideolojisinin oluşmasını engeller. Sonunda maddeye, hayata karşı ilgisiz, merak etmeyen, ömrünü maişet kaygısıyla geçirmekten hazzetmeyen, bütün iş ve kararlarında geleneksel olana, otoriteye ve göreneklere sıkı sıkıya bağlı bir şekilde geçiren bir insan modeli yaratmıştır. İktisadi yapının öznesi böyle bir portre olunca da 15. ve 16. yüzyıldan itibaren toplum çözülmeye başlamıştır (Acar & Bilir, 2014, s. 120).