• Sonuç bulunamadı

2.5. İSLAMİ GELİŞME YAKLAŞIMI

2.5.1. İslam’da Gelişmenin Teorik Çerçevesi

2.5.1.3. İlke/Değer Temelli Gelişme Anlayışı

İslam iktisadi yaklaşımı normatif bir yaklaşımdır. Araştırmanın başlangıcında, insanın mutluluğu ve felahı bir amaç olarak araştırma gündemini belirler. Yöntem olarak ise bilimsel araştırma yöntemlerine uygun analiz yapar. Bu normatif yapı nedeniyle İslami gelişme anlayışı değer ve ilke temellidir. Bu ilkeler refahtan felaha doğru bir gelişme yolu açar. Amaç nihayetinde insanın mutluluğu ve kurtuluşudur.

İlkelerin bireysel yaşamın haricinde hitap ettiği toplumsal alan, bugünün toplumsal düzeninde, hukuksal, siyasal ve ekonomik alanlar olarak isimlendirdiğimiz çerçeveyi dolduracak niteliktedir. Bu alanların birbirinden yapay bir ayrışmaya gitmesinin gerekli olmadığından hareketle, her üç alandaki ilkelerin birbirini etkilediğinden kolaylıkla söz edilebilir.

Diğer bir önemli nokta ise, İslam’ın ekonomik yaşam için ilkeleri vermesi ancak modeli vermemesidir. İlkeler ve değerler belli bir döneme has değil, insanlığın evrensel gelişimine yönelik bir mahiyettedir. Ancak bu ilkeleri hayata geçirecek olan yöntemler ve modeller dönemseldir. Bu modeller, bilim insanları tarafından içtihat ve yenilik temelli araştırmalarla ortaya konacak alternatiflerdir. Dolayısıyla insanlığın gelişme serüveni içinde farklı ekonomik, siyasal ve hukuksal modellerden söz edilebilir ancak bu modellerin dayandığı ilkeler, İslam açısından belli bir döneme has olmayan, kalıcı evrensel değerler ve ilkelerdir.

Ekonomik gelişme süreci sadece İslami değerlerden değil, toplumun gelenekleri ile taşınan farklı gelenekler ve onların davranışlara yansımasından da etkilenmektedir.

Ancak çalışmamızda İslami gelişme anlayışı temelli bir yaklaşım baz alındığından dolayı, gelişmeyi etkileyen farklı değerler üzerinde durulmayacaktır.

İslam’ın günümüz ve gelecekte hem Müslüman toplumlara hem de diğer toplumlara söyleyecek sözü ve sunacağı ilkeler vardır. Bunlar da her çağ ve dönemde o ülkenin ve o dönemin ruhuna ve şartlarına göre temel alınarak farklı yöntemler ve uygulamalara kaynaklık edecek olan ilke ve değerlerdir. Ancak bu ilke ve değerlerin içtihat mantığı ile yenilikçi bir anlayışla toplumsal alana uygulanması gerekmektedir.

142 Şekil 5, İslami değerler sisteminin bütünlüklü yapısını göstermektedir.

Şekil 5 İslami Gelişmeye Kaynaklık Eden Değerler Sistemi Kaynak: Yazar tarafından oluşturulmuştur

İslam’ın Allah inancı ile kurduğu sistemin merkezinde tevhid ilkesi bulunur. Bu nedenle İslami gelişme anlayışının da en temel değeri tevhiddir. Bu değer, diğer bütün değerlerin kaynağıdır. İslam “tevhid dini” olarak da bilinir (Özervarlı, 2015, s.

47). Allah’dan başka ilah yoktur53, ifadesi ile Kur’an, her türlü otoriteyi izafileştirmekte ve insanı özgürleştirmektedir. Tevhid prensibi gereği, insanlar ve varlıklar çoktur ancak tek ve bir olan Allah'tır.

53 Müzemmil 73/9, Duhan 44/8, Bakara 2/163

İSLAMİ DEĞERLER SİSTEMİ

Tevhid

Adalet

Gelir Dağılımı Adaleti Denge, Ölçü ve

Vasat

Hilafet

Maslahat

Emanet-Ehliyet

Meşveret

Marifet

Bireyci-Toplumcu Dengesi

143 Gazzâlî'nin tevhid yorumuna göre bu çoğulluk "bir"den kaynaklanmaktadır (Uludağ, 2012, s. 22). Tevhid anlayışı insanlığı bir bütün olarak kardeş olmaya ve bütün farklılıklarıyla, çokluğu ve çeşitliliğiyle beraber insanlığın tek bir yaratıcıya yönelmesi gerektiği sonucuna ulaştırmaktadır. Diğer ilkeler de tevhid ilkesinden doğmaktadır. Bu nedenle bütün ilkeler arasında en önemlisi ve ontolojik olarak tüm ilkelerin kaynaklandığı öz tevhid prensibidir.

Buradan hareketle sosyal çeşitliliğin ve farklılıkların doğal kabul edilmesi anlayışı ortaya çıkmaktadır. Toplumu oluşturan bireylerin dinsel, dilsel ve etnik farklılıklarının bir özgürlük alanı olarak görülmesi ekonomik gelişme süreci için önemli bir değerdir.54 İnsanların, ayrımcılığa uğramadan taşıdıkları özel değerleri ile birlikte toplumda kabul görmeleri, ekonomik ve sosyal hayata katılmaları doğal bir haktır. Adil bir düzen içinde özgürce sahip oldukları potansiyelleri eşit koşullarda ekonomik yaşama yansıtan bireyler bir ülkenin gelişmesi için en temel kaynağı oluşturacaktır. Bu nedenle İslam inancı insanları doğuştan özgür ve eşit kabul etmektedir.55

Bu özgürlük anlayışı cüzi irade kavramıyla somutlaşmaktadır. İnsanlar tercihlerinde özgürdürler. Hangi işi yapacakları, hangi dini seçecekleri ya da seçmeyecekleri konusunda herhangi bir baskı ve zorlama ile karşılaşmaları söz konusu değildir.56 Bu özgürlük aynı zamanda insanları birbirlerine karşı da özgür bir bilinçle yaşamalarını yani sosyal bağlamda bir özgürlük anlayışını içermektedir Lâ ilahe illallah, Allah'tan başka ilah yoktur demek, insanları birbirlerine karşı da özgürleştiren bir çağrıdır. İlah olan tek yaratıcı Allah'tır. İnsanlar birbirlerine karşı efendi/rab olamazlar ve bu yönde bir ilişki geliştiremezler. Bu, tevhid prensibi gereği, şirk anlamına gelmektedir. Yaratılan her varlık fanidir. İnsanların sosyal ilişkilerini de bu ilkeler temelinde kurgulamaları beklenmektedir. Özler, tevhid inancı ve insanların Allah’tan başka aracılar edinmemesi ile özgür düşünmeleri konusunda, Hz. Peygamber’in bir dönem türbelerin dahi ziyaret edilmesini yasakladığını kaydetmektedir (Özler, 2012, s. 18).Tevhid, bireylerin ve toplumun tüm eylemlerini ilahi bir otoriteye dayandırdıkları ve işlevlerini bu çerçevede sürdürebildikleri bir ruhani mekanizmadır (Allawi, 2010, s. 12)

54 Rum 30/22; Kâfirun 109/6

55 Ebu Davud, Salat, 1508

56 Bakara 2/ 256

144 Tevhid ilkesinden kaynaklanan iki önemli ilkeden biri adalettir. Bu değer, İslam inancının sosyal yaşamın temeline koyduğu ilkedir. Adalet, diğer değerler gibi kaynağını Kur’an-ı Kerimden almaktadır. Hz. Peygamber "aranızda adaleti gerçekleştirmekle emrolundum."57 diyerek bu odak üzerine insanlığı tevhide çağırmaktadır. "Şu bir gerçek ki, Allah size emanetleri, onlara ehil olanlara vermenizi ve insanlar arasında hükmettiğinizde adaletle hükmetmenizi emrediyor.

(…)"58

Bu ayet -ki Kur'an-ı Kerim'de en çok bahsedilen kavramlardan biridir adalet-, üretimden bölüşüme, kaynak tahsisinden tüketime iktisadi gelişmenin her aşamasında ekonomik ve sosyal adaletin sağlanmasını zorunlu kılmaktadır. Hz.

Ömer, “adalet mülkün temelidir” sözü ile devletin/iktidarın adalet temeli üzerine kurulması gerektiğini yüzyıllar öteye kadar ulaşan veciz bir şekilde ortaya koymuştur.

Hz. Peygamberin öncülük ettiği Medine sözleşmesi, kurulan ilk İslam devletinin anayasası olarak değerlendirilebilir. Sözleşmede yeni bir toplumun ve sosyal düzenin kurulmasıyla ilgili maddeler arasında en sık vurgu yapılan ilke adalettir. Medine toplumunu oluşturan tarafların, kabilelerin isimleri tek tek zikredilerek aralarındaki savaş, savaş tazminatları, sulh ve diğer konuların adalet esaslarına göre çözümleneceği yazılmıştır.

Eliaçık modern devlet yapılanmasının adalet ekseninde olması gerektiğini ifade etmektedir. Ancak onun yaklaşımı din devleti ve laik devlet anlayışlarının ikisi de olmayıp, adalet devleti şeklinde bir sentezdir. Bu sentez ile devlet iki uç yapıdan farklı olarak bir denge ve orta yol üzerine oturacaktır. Uçlardan biri din devletidir ki bunun en ileri aşaması dünyada örnekleri görülen totaliter dini faşizmlerdir. Diğer uçta ise laik devlet anlayışı yer almaktadır ki bunun da en ileri aşaması ateist totaliter komünizmdir. İlkinde din ve devletin birliği, ikincisinde ise din ve devletin tamamen ayrılığı vardır. Ancak Eliaçık her iki yaklaşımın da toplumsal adaleti ve barışı sağlayamayacağı ve totalitarizmler yaratacağından hareketle din ve devlet birlikteliğini esas alan bir adalet devleti yaklaşımını önermektedir. Yani devlet dinin sadece ve özellikle ahlaki öğütlerinden ve ilkelerinden resmen sorumlu olabilir.

57 Şura 42/15

58 Nisa 4/58

145 Ancak dinin itikat, ibadet gibi alanlarında devlet yetkili ve sorumlu olmayacak bu alan vatandaşların özgür iradelerini ilgilendiren alanlar olarak kalacaktır. Böylelikle hukuk kuralları adalet amacını gerçekleştirmek üzere insanlar tarafından demokratik usullerle oluşturulacak; ancak baz alınan ilkeler ile adalet amacını yerine getirecektir (Eliaçık, 2011, s. 505-511).

Adaletsiz bir gelişme, İslami gelişme anlayışı içerisinde yer almamaktadır. Adaletin sağlanması, hem insanlarının çalışmalarının ve gelire olan katkılarının karşılığını alabilmeleri ve hem de infak mekanizmasının çalışması ile mümkün olabilecektir. Bu sürecin kurumsal çerçevesi ve modern dönemdeki formu hukuk devleti ilkesidir.

Hukukun üstünlüğü, İslami adalet ilkesini ayakta tutacak olan yegâne kurumsal çerçevedir.

Hukuk zamana göre değişebilir ancak adalet ilkesi her dönem için evrensel temel ilkedir. Ekonomik kaynaklar bakımından adil bir paylaşım hukuku gerçekleştirilmeden adaletli bir toplumun sağlanması mümkün olmayacaktır. Üretim, tüketim, gelir ve sosyal yaşamın diğer alanlarında adaletin sağlanması, bir ilke olarak İslami gelişme anlayışının temel değeridir.

Paylaşmanın ekonomik önemi özellikle toplam talep, toplam arz dengesinin sağlanması için gereklidir. Harcamalarından fazla geliri olanların, bu geliri tasarruf olarak biriktirmeleri sonucunda, gelir-harcama akımından bir sızıntı oluşmaktadır.

Bunun da makroekonomik dengesizlik yarattığı, modern makroekonomi teorisi tarafından ortaya konmuş bir gerçekliktir. Yeterli geliri olmayan kesimlerin düşük tüketim harcamaların da toplam talep yetersizliği nedeniyle ekonomik kriz sürecinde temel bir rolünün olması, önemli bir teoridir.

Kur'an-ı Kerimde infak etmek konusundaki ayetler dinin en önemli sosyal ibadetlerinden birinin paylaşmak olduğunu açıkça ortaya koymuştur. Bunun en ileri ifadesi şu ayet olabilir: "(…) Sana neyi infak edeceklerini de soruyorlar. De ki: Helal kazancınızın size ve bakmakla yükümlü olduklarınıza yeterli olanından artanını verin. 59"

Evrimsel biyolojinin de insanoğlunun, paylaşma davranışı üzerine ortaya koyduğu gerçekler konumuz açısından önemlidir. Ünlü evrim bilimciler Leakey ve Lewin,

59 Bakara 2/219

146 insanı insan yapan davranışın ilk çağlardan beri paylaşma olduğunu ileri sürerler.

İnsanların binlerce yıl önce, vahşi bir doğada hayatta kalma imkânı, ortak bir topluluk halinde iş bölümü, yardımlaşma, dayanışma ve paylaşma içerisinde bulunmasından kaynaklanmaktadır. Karşılıklı fedakârlık diğer canlı türlerinde de gözlemlenebilmektedir; fakat, katıksız fedakârlık canlı türleri içerisinde sadece insanoğlunda vardır (Leakey & Lewin, 1998, s. 108-127).

Paylaşmak ilkesi ekonomik ve sosyal güç birikimine neden olan her unsur için geçerlidir. Ekonomik, sosyal, bilimsel ve siyasal güç alanlarında birikim/temerküz İslam’ın paylaşma anlayışına uygun değildir. Bütün bu alanlardaki güç yoğunlaşmasının dağılması ve paylaştırılması İslam’ın biriktirmeme anlayışının bir gereğidir.60

Üretimde adil paylaşımın gerçekleşmesi, kaynaklara ulaşmada toplumsal dengeyi ve dayanışmayı sağlayabilmekten geçmektedir. Bu kaynaklar temelde üretim faktörleri iken aynı zamanda bireylerin potansiyellerine ve yeteneklerine göre ekonomik hayata katılmalarında da söz konusudur.

Adalet ilkesinden doğan bir diğer ilke de dengeli, ölçülü olma ve mizanı gözetmektir.

Ölçü, denge, orta yol kavramları İslami bir toplum ve ekonomi düzeni için Kur'an- Kerim'de özellikle belirtilen ilkelerdir. İslam inancı dengeli, ölçülü olmayı ve toplum hayatında vasatı yani ortak değerler etrafında birleşmeyi vazetmektedir.61 Bu denge anlayışı modern iktisat biliminde yer almaktadır. Modern bir bilim olarak iktisat özellikle fizik biliminden ödünç aldığı denge kavramı üzerinde çokça durmaktadır.

Ekonomik modellerde, kamu maliyesinde, makro ve mikro iktisatta, gelişme yaklaşımlarında denge anlayışı yer almaktadır. İslami bir değer olarak da denge, orta yol, ölçü gibi kavramların iktisadi gelişme anlayışı açısından çok işlevseldir.

Güler’in kaydettiği gibi iktisat kavramının etimolojisi, adalet ilkesiyle kökünden bağlıdır. Arapçada “kasd” mastarından türetilmiş olan iktisat kelimesi ölçülü, dengeli ve orta olan anlamına gelmektedir. Yani iktisat dediğimizde ölçülü, dengeli olmayı ve adil bölüşümü (kıst) de ifade etmiş oluyoruz. Kur’an’da yirmi beş yerde değişik kullanımlarıyla geçen iktisat genel bir manada adil olma ve adaleti ayakta tutma anlamına gelmektedir (Güler, 2015, s. 59). O halde İslami iktisat bir bilimsel alan

60 Tekasür 102/1

61 Bakara 2/143; Furkan 25/67; İnfitar 82/7; Nisa 4/ 114

147 olarak, Kur’an ve sünnetteki hükümlerin dışında, gelir dağılımının adaletli olmasını zımni olarak içermektedir.

İslami anlayışta denge, orta yol ve vasat kavramlarına göre toplumun dengeli bir yapıya sahip olması gerektiğini yine ilkesel bazda ortaya koyar. Bu denge ancak sosyal ve ekonomik yönleriyle mümkün olacaktır. Gelir dağılımı adaleti açısından bakıldığında, hak edenin, hak ettiği kadarını alabilmesi temelinde, aşırılıkların da özellikle sivil/İslami mekanizmalarla mümkün olduğunca dengelenmiş, orta sınıfın çoğunlukta olduğu beyzbol topu görümünde bir gelir dağılımı izlemini vermektedir.

Adaletin yanında ikinci temel ilke hilafet ilkesidir. Kur’an, insanın yeryüzünde Allah’ın halifesi olarak yaratıldığını kaydeder.62 Bu yaratılış/atanma statüsü insana kendisi ve diğer varlıklar hakkında önemli sorumluluklar yüklemektedir. Bu sorumluluklarını yerine getirmek için de her zaman peygamberler ve her bir topluma gönderilen önderler63 ile ilahi bilgi ile donatılmıştır. İnsan sorumluluklarını yerine getirir iken bu ilahi bilginin kılavuzluğunda sorumluluklarını yerine getirecektir.

Bu nedenle hilafet anlayışı, halife olanın uygulamalarında temel olan ilkeleri de ortaya koymaktadır. Bu ilkelerden biri emanet ve ehliyet ilkesidir. "Şüphesiz Allah size emanetleri ehline vermenizi emretmektedir."64 Burada ehline ifadesi, liyakat ve yeterlilik sahibi kişileri vurgulamaktadır. Bireyler liyakatleri olduğu ve hak ettikleri işleri yapmada eşit koşullarda yarışabilmelidir. Ehliyet dışı her atama, görevlendirme ve iş yapma tarzı hem bireyler için hem de toplum işlerinde en hafif deyimle verimsizlik yaratacaktır. Ancak onun adaletsizlik ve toplumsal huzursuzluk yaratarak insanı felaha ulaştırmaya gaye edinen gelişme anlayışına engel olmaktadır.

Hepsi birer toplum emaneti olan kamu yöneticiliklerinin, görev ve sorumlulukların, ehliyet ve liyakat çerçevesinde oluşturulması İslami bir zorunluluktur. Eliaçık’ın da dediği gibi, liyakat sahibi kişilerin kim oldukları önemli değildir. Yani etnik, dilsel, sosyal, cinsiyet, siyasal farklılık vb. özelliklerine bakılmadan yeterliliği/liyakati olan bireylerin ilgili görevlere getirilmeleri İslami ehliyet ilkesinin gerektirdiği bir yaklaşımdır (Eliaçık, 2011, s. 521). Nitekim İslam toplumlarının tarihinde geliştiği dönemlerde genel bir eğilim olarak çok kültürlü bir yapı sergilediği din, etnik köken

62 Bakara 2/30, En’am 6/165, Neml 27/62, Fatır 35/39

63 Rad 13/17

64 Nisa 4/58

148 ve cinsiyet ayrımı yapılmadan ehliyet ilkesine göre görevlendirme yapılmış olduğu görülmektedir.

Hisbe kurumunda kadınları, vergi işlerinde Bizans dönemi deneyimine sahip Hıristiyan memurların çalışması bu ilkeye örnek olarak gösterilebilir. Kallek, Hz.

Peygamberin ve Halife Ömer’in kadın sahabeleri de muhtesip olarak görevlendirmiş olduklarını kaydetmektedir (1998, s. 133). Sezgin de buna tıp alanından başka bir örnek vermektedir. 1241 yılında Avrupa'da bir Hıristiyan, Yahudi bir hekim tarafından tedavi edildiği için aforoz edilirken, 1180 yılında Bağdat'ta Hibetallah adında üç büyük hekim vardı. Bunlardan biri Müslüman, biri Yahudi ve biri de Hıristiyan'dı. Hıristiyan olan hekim Hibetallah aynı zamanda hem baştabip ve hem de Bağdat civarındaki hekimlerin mesleki yeterlilik sınavını yapıyordu (2014, s.

250).

Çağlar öncesinden beri Doğu ve Batı toplumları açısından, kadın hakları, cinsiyetler arasında adalet ve kadınların ekonomik yaşama katılmaları, ayrımcılığa uğramamaları konularının önemine ve güncelliğine binaen, İslam tarihindeki bu ilkesel tavır ve uygulama, ayrıca dikkate şayandır.

Hodgson da yukarıdaki örneklerin genel bir eğilimi olduğu yorumuna katılır.

İslam’ın Medine dönemi ve diğer geliştiği zamanlar için, çeşitli gayrimüslim unsurları da içinde barındıran adil ve kapsayıcı bir toplumsal yapı meydana getirildiğini kaydeder (2017, s. 248).

Ekonomik gelişmenin önemli dayanaklarından biri hem kamu yönetiminin hem de piyasanın açık ve şeffaf bir yapıda olmalarıdır. Açıklık ve şeffaflık ilkesi kaynağını meşveret ilkesinden almaktadır. Meşveret danışmak, istişare etmek, fikir alışverişi yapmak gibi anlamlar içermektedir. Kur’an-ı kerim işlerin meşveret usulü ile yapılması gerektiğini ifade etmektedir.65

Eliaçık, işlerin danışma ile yapılmasının, açık ve alenen yürütülmesi, gizli saklı bir grubun eliyle değil, toplumun bilgisi dahilinde yapılması anlamına geldiğini ifade etmektedir. Bu meşveretin ilk anlamıdır. İkinci anlamı ise, katılımcılıktır. Çünkü yapılacak işlerde fikir alışverişi yapabilmek, toplumun bu işlerin nasıl yapılacağına dair sürece kendi görüşlerini beyan ederek dahil olmaları/katılmaları sonucunu

65 Şura 42/38

149 doğuracaktır. Bu ilkeler temel değerler olmakla birlikte bir model sunmamaktadır.

Günümüzde bu değerlere en uygun modelin de demokrasi olduğu çıkarımında bulunulabilir. Dolayısıyla meşveret ilkesinin uygulanması son tahlilde karşımıza demokrasi kavramını çıkarmaktadır. Çünkü meşveret, monarşi, oligarşi ya da hanedanlık şeklindeki yönetim biçimlerine kıyasla daha çok demokrasi fikrini tarif etmektedir (Eliaçık, 2011a, s. 526-541).

Demokrasi ile somutlaşan açıklık, şeffaflık ve katılımcılık ilkeleri, hem kamu yönetiminin ve dolayısıyla toplumsal ekonomik gücün devleti yönetenler tarafından nasıl kullanılacağına dair bir ilkeyi ortaya koyar. Aynı şekilde piyasada açıklık ve şeffaflık üretim ve ticaretin sağlıklı işlemesi ve tüketicilerin ve diğer karar vericilerin doğru ve gerçek bilgi ile hareket edebilmelerini sağlayacaktır. Bu süreç ekonomik gelişme açısından tüm kesimlerin önünü görmelerini ve rasyonel karar alabilmelerini sağlayarak gelişmeye destek olacaktır.

İslam ekonomisi açısından tespit edilmesi gereken önemli bir anlayış, kurallara riayettir. Hiçbir otorite, Kuran'da belirtilen ve Hz. Peygamber tarafından uygulanan ilkeler ve kurallarla çelişen yeni kurallar koyma konusunda meşruiyet sahibi değildir.

Siyasal otoritenin kurallara riayet etmemesi veya bunların dışına çıkması, toplumun da kurallara riayet etmemesi sonucunu doğuracaktır (Askari, 2014, s. 175).

İslam’ın vadettiği toplumsal ve ekonomik düzen, kurallara bağlı bir zeminde gelişir, buna dayanır. Bu ilke kendisini ülü’l-emr tabiri ile ortaya koyar. Kur’ân-ı Kerim’de Müslümanların ülü’l emre, yani devlete ve devleti yöneten üst yöneticilere itaat etmeleri gerektiği vurgulanır.66 Buradaki itaat kavramının anlamı, toplum yönetiminde meşru, yani toplumun şura ile oluşumuna dahil olduğu otoriteye ve dolayısıyla onun koyduğu kanun ve kurallara uymayı ifade etmektedir.

Ancak Kur’an bir önceki ayette itaat edilecek otoritenin özelliklerini de ortaya koymuştur. İtaat edilecek olan bu otorite, ehil ellere verilmiş bir emanet biçiminde olmalıdır. Devlet yönetimi ve kamu işleri emanettir ve bu emaneti yönetecek olan kişiler ehil kişiler olmalıdır. İnsanlar arasında -insanlara değil, insanlar arasında- hükmetmeleri gerektiğinde adaletle hükmetmeleri gerekmektedir.67

66 Nisa 4/59

67 Nisa 4/58

150 Dolayısıyla burada ilkelerin birbirleriyle bağlantılı bir ağ oluşturduğunu görüyoruz.

Kur’an toplum düzenini, birbirine ontolojik olarak bağlı ilkeler çerçevesinde kurmaktadır. Burada da ehliyet ve liyakat ilkesi, ülü’l emre itaate bağlanmaktadır.

O halde toplumu oluşturan bireyler öncelikle emaneti ehline vermeli ve bu şekilde oluşturdukları kamu otoritesinin ortaya koyduğu kurallara da riayet etmelidirler. Bu nedenle, itaat kavramı, toplumun kendisinin bizzat liyakat esasına dayalı olarak oluşturduğu adaletli bir devlet yönetimini ve onun uygulamalarını meşru olarak tanıması ve ekonomik ve sosyal yaşamı bu kurallar çerçevesinde yaşaması anlamına gelmektedir.

O nedenle İslam toplumu ve ekonomisi kural bazlı bir yapı sergiler. Bu kural anlayışı tek taraflı değildir. Benzer şekilde toplumu yöneten kamu otoriteleri ve ekonomik karar birimlerinin de bu kurallara riayet etmeleri gereklidir. Askari’nin de zikrettiği gibi siyasal otoritenin, Kur’an-ı Kerim’de belirtilen ve Hz. Peygamberin uyguladığı ilkeler bağlamında oluşturulan kurallara uymayacak olması, bizzat onun kendi eliyle meşruiyetini ortadan kaldırması anlamına gelecektir (Askari, 2014, s.

175).

Kural temelli olmak, bu kuralların uygulanmasından sorumlu özel ve resmi kurumsal yapıları da gerekli kılmaktadır. O nedenle İslami bir ekonomi açsısından hem kural temelli olmak bir ilkedir, hem de bu kuralların uygulanmasından sorumlu kurumları oluşturmak bu ilkenin doğal bir sonucu olmaktadır.

Ekonomik yaşam açısından kuralların önemi ve kurallara riayet hayatidir. Piyasaların oluşması, sözleşme serbestisi, sözleşmelerin adalete uygun yapılması ve tüm tarafların bu sözleşmeler çerçevesinde hareket etmeleri, kamu otoritesinin sözleşmelerin doğurduğu yasal süreçlerde adaleti sağlayacak bir çerçeve çizmesi, piyasa temelli ekonomik yaşamın olmazsa olmazıdır.

Kural ilkesinin gereği ilk kurumu Hz. Peygamber oluşturmuştur. Bu kurum piyasaları denetleyen hisbe kurumudur. Denetimi yapan kişi de muhtesiptir.

Kallek, hisbe kurumunun, emir bi’l-ma‘rûf nehiy ani’l-münker68 (iyiliği emretme,

Kallek, hisbe kurumunun, emir bi’l-ma‘rûf nehiy ani’l-münker68 (iyiliği emretme,