• Sonuç bulunamadı

Ecevit’in anne ve babası cumhuriyetin ilk kuşağına mensup kişilerdi. Baba Fahri Ecevit CHP’nin sol kanadına mensup bir milletvekili, anne Nazlı Ecevit ise sanat çevrelerince tanınan bir ressamdı. Ecevitler modernist bir görüş ve yaşam biçimine sahip; elit sayılabilecek bir aileydi. Bu bakımdan dini inanç ve pratikle doğrudan bir ilgileri bulunmuyordu. Sağlamer, baba Fahri Ecevit’in alkol kullanmak, küfürlü konuşmak ve bunları uluorta yapmak gibi dini ahlaka ters düşen davranışlarının olduğunu belirtmektedir (Sağlamer, 1974a: s. 113). Ancak Ecevit, kişilik özellikleri itibariyle babasının aksine sakin, içe dönük ve hassas biriydi. Bu yönüyle babasından çok annesine benzemektedir. Nazlı Ecevit’in duyarlı sanatçı kişiliği ve kimliği kendini daha çok Bülent Ecevit’te göstermektedir. Ecevit’in kişiliği ve bu kişiliğin yansımalarının, onun tüm toplumsal-siyasal yaşamına ve davranışlarına sirayet ettiği söylenebilir. Birkaç istisna dışında ömrü boyunca saygılı, seviyeli ve duyarlı üslubunu koruyabilmiştir. Ecevit, bu özelliğiyle Türk siyasetine seviye ve üslup kazandıran bir politikacıdır.

Ecevit’in hayatının ilk evresinin gelenekçi yönüne dair ilk örnek Rahşan Ecevit’le nişan ve düğün törenleridir. Ecevit çiftinin evlilik süreci en başından geleneklere ve dini usullere göre gelişmişti. İki aile arasında kız istemeyle başlayan süreç 1945 yılında nişan, bir yıl sonrada nikâh töreniyle sonlanmıştı. Ankara’da Rahşan Ecevit’in oturduğu apartman dairesinde yapılan nişan törenine tanınmış bir din âlimi ve dönemin Diyanet İşleri Başkanı Hamdi Akseki başkanlık etmişti. Akseki, gençlerin mutlulukları için dua okuduktan sonra kendi yazdığı dini kitaplardan da hediye etmişti. Bir yıl sonra Çocuk Esirgeme Kurumu’nun salonunda yapılan düğün töreninde geleneklere harfiyen uyulmuş Ecevitlerin dini nikâhları yine Hamdi Akseki Hoca tarafından kıyılmıştı. Ecevit, Hamdi Akseki’den

28

“önemli bir din adamı” diye bahsediyordu (Akar ve Dündar, 2008: s. 39; Çetingüleç, 2002: s. 25).5

Nişan ve düğün törenin icra edilişinden anlaşılacağı üzere gelenek ve din Ecevit’in hayatında kendini dışa vurmaktaydı. Gerek Ecevitler, gerekse Aral’lar lak cumhuriyetin temel değerlerini benimseyen ve üyeleri önemli devlet kurumlarında görev alan ailelerdi. Ecevitlerin CHP’li Kemalist bir aile olduğu herkesçe malumdu. Muhafazakâr-dindar kişiliğiyle tanınan Namık Zeki Aral’ın ise laikliğe karşı olduğuna dair herhangi bir söz ve eylemde bulunduğu vaki değildi. Özellikle Ecevitler açısında bakıldığında CHP’nin radikal cumhuriyetçi kanadına mensup bir vekilin çocuğunun düğün törenini dine ve geleneğe birebir uygun yapması söz konusuydu.

Bülent Ecevit evlendiğinde liseden yeni mezun, günlük iki lira ücretle çalışmaktaydı. Bu yüzden güvenceli bir mesleğe ve yeterli bir gelire sahip olmadan evlenmelerine aileler pek sıcak bakmamıştı. Ecevit, böyle bir vaziyette aile sorumluluğunun altına girmesini “Allah’a güveniyordum. Rahşan’ın da lüks bir yaşam istemeyeceğini biliyordum” diyerek açıklamıştı (Akar ve Dündar, 2006: s. 32). Evlilikten doğan maddi yükümlülükleri yaratıcıdan güç alarak aşacağına inanıyordu. Bu davranış ve ifade dini anlamda tevekküle karşılık gelmektedir. Hayatın ön görülemeyen getirileri karşında yüce yaratıcıya yaslanma ve onun hükmüne razı olma durumu söz konusuydu. Bu durum bir yönüyle Tanrının kullarına yardım edeceği, onları zorda bırakmayacağı inancını içermekteydi. Ecevit, genç yaşta önemli bir sorumluluğa giriyor; bu yük karşısında dini inanç ve bu inanç kaynaklı duyguyla hareket ediyordu.

1940’lı yılların Türkiye’sinde Robert Kolej öğrencileri nispeten rahat ve özgür bir yaşam sürüyorlardı. Kız ve erkek öğrenciler ortak dans ve çay partileri gibi eğlenceler düzenleyip flört edebiliyorlardı. Ecevit ise dans partileri ve baloları

5

1951 yılında vefat eden Hamdi Akseki, dört önemli dini kitaba imza atmıştır. Bunlar, Ahlak Dersleri (1925), Askere Din Dersleri (1925), İslam Dini: İtikat İbadet Ahlak (1934), İslam Tabii ve Umumi bir Dindir (1944) adlı eserlerdir. Cumhuriyetin ilk dönemlerinde yazılan kitaplarda din, özellikle İslam akılcı bir yakılışımla ele alınmıştır. En azından konjonktüre uygun olması bakımından böyle bir yaklaşımla dini yorumlamaya özen gösterilmiştir (Kara, 1985: ss. 155- 159).

29

küçümsüyor; bu tür sosyal aktivitelere kesinlikle katılmıyordu. Okul arkadaşları Ecevit’e “Hacı” lakabını takmışlardı. Kendisi bu durumu, “Ecevit ile Hacılık arasındaki isim benzerliğinden dolayı. Bir de laikliğe çok bağlı olduğum halde dine de bağlıydım. O nedenle belki arkadaşlarım Hacı demişlerdir.” şeklinde açıklamıştı (Akar ve Dündar, 2008: s. 32). Bu durum ilkin, Ecevit’in muhafazakâr eğilimlerinin daha lise yıllarında belirmeye başladığını ve bu eğilimin de sosyal çevresi tarafından fark edildiğini göstermektedir. İkincisi ise laikliği benimsemekle beraber dine de bağlı olduğu açıklamasının nedensellik boyutuydu. Kendisinin de açıkça belirttiği gibi Ecevit zamanın hakim modernist düşünce ve politikalarını sahiplenmekle birlikte bu rasyonel yönelim içinde, İslami inanç motiflerini de muhafaza etmekteydi. İslam dini kaynaklı inanç eğilimleri hayatı boyunca koruduğu ve yaşamının çeşitli veçhelerinde potansiyel olarak varolan bir duyuş ve anlayıştı. Bu potansiyel ilk zamanlar geleneksel ritüeller şeklinde görünür hale gelmişti.

Ecevitlerin bir kuşak önceki akrabaları Osmanlı toplum yapısı ve kültürüyle yoğrulmuş ve bu kültürün taşıyıcısı olan etkili kişilerdi. Baba tarafından dedesi Mustafa Şükrü Efendi, Sultan Abdülhamit’in yakın çevresinden bir din bilgini ve müderristi. Anne tarafından dedesi Hacı Emin Paşa ise uzun yıllar Mekke’de Şeyhülislamlığı yapmış olan bir din âlimiydi. İkinci kuşak Ecevitler mezkûr inanç ve geleneği sürdürmemiş olsalar da böyle bir kökene dayanıyor olmak bilinç düzeyinde bir yer işgal etmiş olsa gerekir. Kimliği oluşturan parçalar içinde daha geri planda kalan bu bağlantı silik bir şekilde varlığını sürdürmektedir denebilir. Anne- Baba Ecevitler cumhuriyetin laik modern kuşağına mensup da olsalar kendilerini tanımlama, bir kimlik kurgulama noktasında bu muhafazakâr geçmişin belli belirsiz bir etkisi olacaktır. Roof’un da belirttiği gibi her kuşak birbirinden farklı olmakla birlikte kendisinden öncekilerle çok fazla paylaşım içindedir. Kuşakların kimliği, bakış açısı ve değerleri kültür alışverişi ve iletişim süreci sonucunda meydana gelmektedir. Bu süreçte din, kuşaklar arasında güçlü bir şekilde adet ve geleneği bir arada tutan devamlılığın kaynağıdır. Bu anlamda din de kültür gibi toplumsal olarak üretilmekte ve devam ettirilmektedir. Herhangi bir zamandaki değişim ve devamlılığı yansıtmaktadır (Roof, 2012: s. 62).

30

Cumhuriyet döneminde toplumsal hayatın farklı kesimlerinde etkili olmuş birçok ismin sosyolojik köklerinin geleneksel Osmanlı toplumuna uzandığı bir gerçektir. Bu yüzden laik kesimlerden maziye dair itirafların gelmesi normal bir durumdur. Geçmişle olan bağlantı Osmanlıdan Cumhuriyete uzanan kültürel, dinsel ve zihinsel devamlılığın göstergesidir. Ecevit’in kendisi ya da ailesi bu kültürel mirasa açık bir göndermede bulunmamıştır. Fakat yıllar sonra anne tarafından dedesi olan Hacı Emin Paşa’dan Bülent Ecevit’e yüklü bir miras kaldığı ortaya çıkmıştır. Emin Paşa’nın Medine’deki mirası Şişli Sulh Hukuk Mahkemesi tarafından varislere paylaştırılmış ve annesi Nazlı Ecevit, 1971 yılında vefat ettiği için onun payı Bülent Ecevit’e intikal etmiştir. Ecevit, 2005 yılında Fikret Bila’yla yaptığı söyleşide konuyla ilgili şu açıklamayı yapmıştı:

Mirası bırakan dedem, Medine Harem Şeyhi Hacı Emin Paşa, Mekke'de de şeyhülislam denilebilecek bir görev yürütmüş. Bu görev esnasında Peygamberimizden kalan bazı evkafı da yönetmiş. Konu edilen arazisi üzerine, medrese denilebilecek bir veya birkaç büyük kitaplığı da bulunan bir yer yaptırmış. Bu kütüphane ve kütüphanelerin ise, aile vakfı tarafından yönetilmesini vasiyet etmiş. Bu vasiyet gereği çok değerli olduğu söylenen bu kütüphane veya kütüphaneleri de araştırmacıların hizmetine sunacağız. Ben öteden beri bu miras hakkında bilgi sahibiydim. Mirasın diğer vârisleri kuşaklar boyu alabilmek için uğraşmışlar. Benim böyle bir uğraşım olmadı. Suudi ve Osmanlı hukuku gibi birçok karmaşık düzenlemelerle uğraşmak gerekliydi. Ben, bu mirasın Türk devletine ve Türk hacılarına bırakılmasının uygun olacağını düşünüyordum. Ancak, hukuken nasıl yapılacağını bilemiyordum. Bu nedenle hem Cumhurbaşkanı olarak, hem eski Anayasa Mahkemesi Başkanı olarak, hem de titiz bir hukukçu olarak Sayın Ahmet Necdet Sezer'e danışmayı en doğru yol olarak gördüm. Kendisini ziyaret ettim ve bu mirası nasıl bağışlayabileceğim

konusunda bana yol göstermesini istedim.

Sağ olsun Sayın Cumhurbaşkanı, hem Cumhurbaşkanı, hem hukukçu olarak hemen ilgilendi. Konuyu Diyanet İşleri Başkanımızla da görüşmüş. Onlar da hemen harekete geçtiler. Diyanet İşleri Başkanımız Sayın Bardakoğlu ve ilgili daire başkanları beni ziyaret ettiler ve hukuki olarak izlenecek yol hakkında bilgilendirdiler. Şimdi bu işlemler yapılıyor. Bu mirasın Türkiye'ye, Türk hacılara yararlı olması beni çok mutlu eder. Sayın Sezer'e ve Sayın Diyanet İşleri Başkanı Bardakoğlu'na ilgileri nedeniyle teşekkür ediyorum (Bila, Milliyet 10.07.2005).

31

Ecevit, Medine'deki mirası Türk hacıların yararlanması karşılığında devlete bağışlama kararı almış ve bu konuda Cumhurbaşkanı Sezer ve Diyanet İşleri Başkanı Ali Bardakoğlu’ndan yardım talebinde bulunmuştu. Ecevit, söz konusu taşınmazları devlete bağışladıktan bir yıl sonra vefat etti. Ancak Ecevit’in vasiyetine rağmen mirasın devlete intikali ve buradaki taşınmazlardan doğan hakların kullanımı konusunda somut bir gelişme olmadı (Çetingüleç, Takvim 18.10.2011). Daha doğrusu Suudi Arabistan yönetimi istimlak ettiği arsaların bedeli de dâhil taahhüt ettiği ödemeleri yerine getirmedi. Miras davasının avukatlarından Lale Beşe Kral Abdullah bin Abdülaziz onay vermediği için mirastan yararlanılamadığını belirtmişti. Devir işlemlerine onay verilmemesinin nedeni olarak ise Kralın İstanbul’dan satın aldığı ve Sevda Tepesi olarak bilinen araziye imar izni verilmemesini göstermekteydi. Sevda Tepesi, Başbakan Özal’ın girişimi ve Bakanlar Kurulu kararıyla 1984 yılında Suudi Arabistan Veliaht Prensi Abdullah Bin Abdülaziz’e satılmıştı. Üzerinden uzun yıllar geçmesine rağmen imar izni verilmediği için söz konusu arsa üzerinde herhangi bir tasarrufta bulunulamıyordu. Beşe, imar izni verilmemesinin davanın seyrini olumsuz etkilediğini ve bu yüzden somut bir netice alınamadığını ileri sürüyordu. Mahkeme kararı ve kararın Suudi yönetimince kabul edilmiş olmasına rağmen taşınır, taşınmaz mallar ve bunlardan doğan haklar varislere devredilmemişti (Milliyet, 10.07.2005; Zaman, 25.11.2012). Ecevit, söz konusu mirasla ilgili önceden beri bilgi sahibiydi, fakat mirasa sahip olma adına herhangi bir girişimde bulunmamıştı. Dedesi Emin Paşa’nın Mekke’de çok önemli görevler icra ettiğini ve “Peygamberimizden” kalan vakıflara nezaret ettiğini vurguluyordu. Ecevit’in basına yaptığı açıklamayla kamuoyunun haberdar olduğu miras azımsanamayacak bir değere sahipti. Yaklaşık 110 dönümlük bir arazı ve bu arazilerdeki taşınmazlardan oluşuyordu. Miras kalan topraklar Hz. Muhammed, Hz. Ömer ve Hz. Ebubekir’in gibi İslam ve Müslümanlar açısından önemli isimlerin kabirlerinin de içinde bulunduğu, Mescidi Nebevi olarak adlandırılan bölgenin 99 dönümlük kısmını oluşturuyordu. Medine Mahkemesi tarafından yapılan gayri resmi değer tespitinde, gayrimenkule 11 milyar riyal değer biçilmişti. Davanın avukatlarından Alphan Altınsoy da arsaların toplam değerinin 2 milyar doları bulduğunu belirtmişti (Vatan, 03.11.2012).

32

Ecevit, ömrünün son zamanlarında miras yoluyla sahip olduğu serveti bir çırpıda devlete bağışlamıştı. Koşul olarak da Türk hacıların faydalanması şartını getirmişti. Kendini “Demokratik Solcu” olarak tanımlayan hemen hemen herkes tarafından da “solcu” olarak bilinen Ecevit’in bu davranışı ilk bakışta popülist gayelerle sergilenmiş bir eylem olarak görülebilir. Fakat Ecevit böyle bir mirasa sahip olduğunu ve bunu da diyanete bağışladığını açıkladığında aktif politika yapmıyordu. 2005 yılında kamuoyunun haberdar olmasından kısa bir süre sonra hayatını kaybetmişti. Dolayısıyla Ecevit’in, mirası diyanete bağışlayarak özellikle dindar kesime şirin gözükmeye çalışması zayıf bir ihtimaldi. Mirasın kendisine bir faydası olmayacağını düşünmüş de olabilirdi, ancak yüklü bir serveti herhangi bir kuruma değil de diyanete bağışlaması dikkate değerdir. Üstelik “Türk hacıların faydalanması” gibi bir şart koşarak müslümanlara faydalı olma ve dini hayır işleme gayesi söz konusuydu. Buradan hareketle Ecevit hakkında iki dini çıkarımda bulunulabilir. Birincisi modern laik bir ailede yetişen, ilkin CHP’li daha sonra DSP’li Kemalist bir siyasetçinin hayatına sirayet eden İslami devamlılıktır. İkincisi ise İslam dinine bağlı ve İslam’ın temel değerleriyle barışık olma ve bu doğrultuda fedakârlıkta bulunabilme durumudur. Bu bakımdan Bülent Ecevit’in klasik anlamda dindar olmamakla ve dini ritüelleri uygulamamakla birlikte inanç sahibi birisi olduğunu söylemek mümkündür. Ecevit’teki inanç biçimi genel bir kavramlaştırmayla, ruhaniyetin hakim olduğu batıni bir maneviyatçılıktır.