• Sonuç bulunamadı

Türkiye’nin geçmiş döneminde iç ve dış psikolojik savaşın temellendirilebilmesi adına darbeler döneminin açıklığa kavuşturulması ve bunun için de darbeler döneminin 1923-1960, 1960-1980, 1980-1998 dönemleri olarak ayrıştırılması gerekmektedir.

Türkiye’de darbeler dönemini anlatabilme adına ise, Türkiye’de Orduyu müdahaleye sevk eden faktörlerin irdelenmesi ve müdahaleyi kolaylaştıran faktörlerin neler olduğunun açıklanması gerekmektedir.

Sivil-asker ilişkilerinin ve askerlerin siyasete müdahalesi sürecinin oldukça karmaşık bir süreç bir gerçektir. Askerler hiçbir zaman, sadece kendi ortak çıkarları için ya da sadece ülkenin ekonomik durumu bozulduğu için müdahalede bulunmazlar. Askeri müdahalelerin sık yaşandığı ülkeler için, “bu ülkede müdahale bir alışkanlık haline gelmiştir, askerler fırsat buldukça siyasete müdahalede

bulunurlar” gibi basit bir sonuca varmak mümkün değildir. Böyle bir durum, bize, o ülkede askerleri müdahaleye sevk eden bazı koşulların mevcut olduğunu gösterir. Bu koşullar genellikle birden fazladır ve bir müdahalenin meydana gelebilmesi için bu koşulların ya hepsinin ya da birden fazlasının bir araya gelmesi gerekmektedir. Çünkü, genellikle bir koşulun oluşması, diğer birkaç koşulun mevcudiyeti ile mümkün olmaktadır. Örneğin, askeri müdahalelerde genellikle çok önemli bir faktör olarak kabul edilen sivil hükümetin meşruiyetini yitirmesi için, öncelikle hükümetin ekonomik bozulmayı önleyememesi, enflasyonu düşürecek siyasalar üretememesi, idari mekanizmada bozulmayı veya ülkedeki yoğun şiddet ve terör eylemlerini önleyememesi gibi başka faktörlerin bulunması gerekmektedir (Örs,1996:83-84).

Ülkeyi öncelikle dış güçlere karşı savunmak ve gerektiğinde iç güvenliği de sağlamak gibi görevler yüklenmiş olan bir profesyonel ordu, devlete ve topluma karşı bir sorumluluk taşımaktadır. Bu sorumluluk, ordu için, ne olursa olsun, ülkeyi ve ulusu savunmak anlamına gelmektedir. Bu nedenle, askerlerin gözünde mevcut düzenin korunması, çoğu kez siyasetin üstünde bir öneme sahiptir. Düzenin korunmasına atfedilen bu önem, orduya karşı sivil üstünlük yerine, ordunun siyasal otoritelere karşı üstünlüğü anlayışını geliştirmektedir. Askerlerin, siyasete müdahalelerini sık sık “amaç, mevcut düzenin ve rejimin korunmasıdır” sloganı ile meşrulaştırmaları, bu anlayışı yansıtmaktadır (Örs,1996:88).

Türkiye’de de askerlerin müdahalesini kolaylaştıran veya onları müdahaleye sevk eden faktörler bir araya getirilip, Türkiye’de askeri müdahaleleri açıklamamıza yarayabilecek bir model oluşturulabilir.

ŞEKĐL-1: TÜRKĐYE’DE ASKERĐ MÜDAHALELERĐ AÇIKLAMA MODELĐ Müdahaleyi Kolaylaştıran Faktörler Askeri Müdahale Yönetimin Başarısızlığı Müdahaleye Sevk eden Faktörler Kaynak: Örs, 1996, s.86

Ordu, yapı itibariyle siyasete müdahaleye ne kadar eğilimli olursa olsun, fiilen müdahalede bulunmanın riskini her zaman düşünmektedir. En azından, müdahalede bulunması halinde, toplumdan ne gibi bir tepki göreceğini tahmin edebilmelidir. Müdahalenin toplum tarafından olumsuz karşılanması veya desteklenmemesi ihtimali, askerleri müdahaleden alıkoyabilecek bir faktördür. Buna karşın, müdahalenin destek göreceği, en azından olumsuz bir tepki ile karşılanmayacağı inancı, ordunun müdahaleci dürtülerini daha da güçlendirebilir. Böyle bir inanç, şüphesiz tesadüfî bir şekilde oluşmamaktadır. Bu inancı şekillendiren, toplumda hâkim olan siyasal kültürün özellikleridir. Türkiye’de olduğu gibi, siyasal kültür düzeyi zayıf olan ülkelerde, kültürün özellikleri ile ordunun müdahaleci dürtüleri bir arada, müdahale için güçlü bir eğilim oluşturmaktadır. Finer’in siyasal kültür sınıflandırmasında, siyasal kültür düzeyi ile sivil siyasal otoritelere halktan destek ve bağlılık kastedilmektedir (Finer,1975:75). Halkın sivil otoritelere desteği zayıfladığı ölçüde, askeri müdahale fırsatları artmaktadır. Finer, toplumları, sivil kurumlarına bağlılık gücüne veya zayıflığına göre çeşitli siyasal kültür düzeylerine ayırmıştır. Bu

Ordunun Özellikleri Yapısal Özellikler Müdahaleci Dürtüler Zayıf Siyasal Kültür Meşruiyetin Yitirilmesi Ekonomik Bozulma

sınıflandırmaya göre, Türkiye siyasal kültür düzeyi zayıf ülkeler arasında yer almaktadır. Dolayısıyla bu, Türkiye’de askeri müdahaleleri kolaylaştıran fırsatların bulunduğu anlamına gelmektedir. Siyasal kültür düzeyi zayıf toplumlarda, halkın siyasal kurumlara bağlılığı oldukça zayıftır, hatta bu kurumları algılama düzeyleri de çok düşüktür. Siyaset, açıkça tanımlanmış, herkesçe bilinen kanallar vasıtasıyla işlememektedir. Örneğin, siyasal otoritelerden her hangi bir talepte bulunmanın tek bir yolu yoktur. Bunun için yazılı kurallar bulunmayabilir, ya da kurallar bulunsa da, bu kurallara uymayan birçok yöntem kullanılıyor olabilir, hatta belki de sonuca ulaşmada yasal olmayan yollar, yasal oylardan daha geçerli olabilir (Örs,1996:91).

Türkiye açısından darbeyi daha da açık bir şekilde ifade etmeye çalışırsak; iktidarı elinde tutan güç odağını ve rejimin temellerini değiştirmeden sadece yöneticileri bertaraf etme fiili olduğunu görebiliriz. Darbe, ülkenin herhangi bir sorununu çözmez. Zaten amacı da sorun çözmek değildir. Ülkeyi yönlendiren iç ve dış güç odakları ile yöneticiler arasında belirli konularda çıkar ve görüş ayrılıkları oluşunca ya da bunlar artık kullanılamaz hale gelince, güç odakları, önlerindeki kişileri bertaraf eder ve aynı kaynaklardan, aynı dünya görüşüne sahip başkasını getirirler. Tek fark, yeni gelenlerin giderek köleleşmesinden ibarettir. Türkiye üç darbe ile üç defa köleleştirilmiş insanlar tarafından yönetilmiştir (Kaynak,1999:19).

Siyasal kültür düzeyi zayıf ülkelerde, sivil toplum dar ve gelişmemiştir. Devlet ile sivil toplum arasında sınırlar açıkça belirlenmemiştir. Devletin müdahale ettiği alanlar oldukça geniştir. Sivil toplumun belli başlı göstergelerinden olan vatandaşlık hakları henüz kurumsallaşmamıştır. Çoğulcu demokrasinin ve demokratik sürecin işleyişinde çok önemli olan ve belirli kesimlerin çıkarlarını savunan siyasal, sosyal, mesleki ve kültürel dernek sayısı oldukça azdır. Bunun bir nedeni, bu tür derneklerin kurulmasının yasalarca engellenmiş olması olabilir. Đkinci olarak ise toplum, çıkarlarını korumak ve bazı taleplerinin karşılanmasını sağlamak üzere siyasal otoriteler üzerinde baskıda bulunabilecek düzeye henüz gelmemiştir. Toplum, hala katılımcı olmayan, talepte bulunmayan bir toplumdur. Bu nedenle, henüz dernekleşme ihtiyacı duyulmamaktadır. Sivil örgütlenmenin güçlü olmadığı bu tür toplumlarda, sivil siyasal hayata askerlerin müdahalesine karşı direniş, eğer varsa,

oldukça zayıf kalmaktadır. Türkiye gibi sivil örgütlenmenin biraz daha güçlü olduğu toplumlarda, darbenin ilk popülaritesi geçtikten sonra, sivil muhalefet orduyu siyasetten çekilme kararı almaya zorlamaktadır. Türkiye, siyasal kültür düzeyi zayıf ülkeler grubunda yer almakla beraber, Arjantin ve Yunanistan ile birlikte, sivil örgütlenme ve siyasetin temel kuralları konusunda oydaşma bakımlarından daha gelişmiş siyasal kültür özellikleri göstermektedir (Finer,1975:108). Bu nedenle darbe sonrası askeri yönetim dönemleri, birçok ülkeye oranla daha kısa sürmekte ve eninde sonunda ordu, iktidarı sivillere devrederek kışlasına dönmektedir (Örs,1996:93).

2.1.1. 1923-1960 Yılları Arası Dönem

18 Haziran 1935 tarih ve 2771 sayı ile çıkarılan ‘Ordu Dahili Hizmet Kanunu’ ile cumhuriyet rejiminin koruyucusu ve kollayıcısı ve toplumun en dinamik gücü olan ordunun aynı zamanda Kemalist Đdeolojinin sarsılmaz bekçisi olma süreci tamamlanmıştı. Bu kanunun 34. Maddesi ‘TSK’nın görevi, Türk yurdunu ve Anayasa ile tayin edilmiş olan Türkiye Cumhuriyeti’ni korumak ve kollamaktır’ şeklinde idi. O tarihlerde tartışma konusu olmayan TSK’nın tanımlanan bu görevi, sonraki yıllardan günümüze kadar askeri müdahalelerde hukuki dayanak olarak kullanıldı. 27 Mayıs, 12 Mart, 12 Eylül, 28 Şubat için anılan dayanakların bu yasa maddesi olduğunu inkar edebilmek mümkün değildir (Çakır,2009:108).

Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucusu ve önderi Atatürk’ten sonra dünyada yaşanan gelişmeler Türkiye’yi dış tehditlere açık hale getirmiştir. Özellikle ikinci dünya savaşı ve akabinde yaşananlar Amerika’nın Türkiye üzerindeki etkisini gün geçtikçe artmıştır. Rusya’nın Türkiye’den toprak talebi ve deniz mil sahasını genişletme tehdidi sonrası Türkiye ABD’den yardım istemiş ve bu isteği birkaç kez yanıtsız bırakılmıştır. Sonra, nihayet 1947’de Truman Doktrini olarak bilinen Truman’ın açıklaması ile Türkiye, Rusya’ya karşı ABD’nin koruması altına alınmıştır. Türkiye’nin kendisini ABD’nin korumasına teslim etmesi, bir yandan Sovyetler Birliği’nin Türkiye’ye yönelik ilgisini arttırmış ve ciddi bir psikolojik savaşın yaşanmasına neden olmuş, diğer yandan Sovyetler Birliği’nin etkisi ile mücadele edebilmek için başta ABD ve NATO tarafından Türk Silahlı Kuvvetlerine

imtiyazlar tanınmıştır. Bunun sonucunda Türkiye’de psikolojik savaş iyice kendini hissettirmeye başlamıştır.

Cumhuriyetin anti-komünizm, anti-gerilla, devletin gizli örgüt geleneğinin eylem pratikleriyle güçlendirilmesi, orduya dayanma ve ilksel sermaye birikiminde hızlı hareket ederek deportasyonu kullanma, pragmatizm, şovenizm-Đsmal birliği türünden yazısız ilke ve siyasal duyarlılıkları vardır (Parlar,2005:129). Bu duyarlılıklar ilerleyen yıllarda toplum ve devlet yönetiminin şekillendirilmesinde kullanılacak araçlar haline geleceklerdir.

Türkiye Cumhuriyeti, 2. Dünya savaşının son bulması ile tarafsız olarak idame ettirdiği uluslararası ilişkilerini yeniden gözden geçirmek zorundadır. Çünkü ortaya yeni bir tehlike çıkmıştır. Sovyetler Birliği Doğu Anadolu ve Boğazlar konusunda Türkiye’yi sıkıştırmaktadır. Kurtuluşu ise batıya yaklaşmakta yani NATO’ya girmekte bulmuştur. Bu üyeliğin gerçekleşebilmesi için Kore’ye asker göndermek zorunda da kalmıştır.

Sovyetler Birliği’nin yayılmacı politikası karşısında Amerika Türkiye’yi Sovyetler Birliği’ne karşı tampon bölge yapmaya karar vermiştir. NATO üyesi olan Türkiye ise Sovyetler Birliği işgaline karşı kendisini koruyacak bir gizli örgütün CIA tarafından kurulması şartını kabul etmiştir. Amerika ve Đngiltere’nin rehberliğinde oluşturulan bu ordular daha önce Đtalya, Fransa, Almanya, Yunanistan ve Belçika’da kurulmuştu. Sovyetler Birliğine en yakın ülke Türkiye idi ve en kolay istihbarat Türkiye üzerinden sağlanabilirdi. Diğer ülkelerde de olduğu gibi Amerika’nın rehberliği ile kurulan gizli ordulardan biri Türkiye’de de kuruldu ve adı “Özel Harp Dairesi”(ÖHD) oldu (http://kontrgerilla.brinkster.net, 18.03.2010). Gizli birliğin Türkiye bölümü 1953’te, ülkenin NATO’ya girişinden bir yıl sonra, Anti-Terör- Örgütü adı altında kuruldu ve ABD-Askeri Misyonu ile aynı binaya yerleştirildi. Türk ve Amerikan hükümetleri arasında 1959 tarihli bir anlaşma uyarınca, bir iç ayaklanma durumunda devreye sokulacaktı. Genelkurmay’ın komutası altındaydı ve Özel Kuvvetler Komandosu ve Harp Dairesi olarak da biliniyordu. ÖHD, sivil hükümetin denetimi dışında, Genel Kurmay’ın komutası altında bulunan MĐT ile sıkı bir işbirliği içindeydi. Örgüt, özel savaş eğitimi almış yurtsever gönüllülerden

oluşmaktaydı ve gizli silah depolarına sahipti (Mecklenburg,1999:9). Gizlilik nedeni ile kâğıt üzerinde “Seferberlik Tetkik Kurulu” olarak gösterildi. Kurulan harp dairesi diğer gizli ordular ile aynı işi görecekti. Komünizm ile mücadele, Özel Harp Dairesi kurulduktan hemen sonra genelkurmay ikinci başkanlığına bağlandı ki bu da gizliliğin boyutunu ortaya koymaktadır.

Özel harp dairesinin görevleri ve örgüt yapısı ise şöyledir (Turhan,1999:417) :

Dairenin üç görevi vardır; Psikolojik Mücadele, Gayrinizami Harp ve Đstikrar Hareketi. Gayrinizami harp üç aşamada yürütülür; Gerillalar, Yer altı çalışmaları ve Kurtarma-Kaçırma Birimi. Özel timler iki subay ve on astsubaydan oluşur.

ABD’nin bu oluşum için önerdiği ve uygulanmasını istediği şey ise, “ Gerilim Stratejisi ”dir. Bu strateji, sağ ile solu, bir ülkeyi kaosa sürüklemek isteyen, kendilerini ve toplumu imha eden iki uç olarak göstermeyi hedefleyen bir konsepttir. Kaosun alternatifi olarak, sağ ve sol radikallere karşı sertlik ve kararlılıkla hareket etmesi gereken ‘güçlü devlet’ sunulmaktadır. Buna demokratik oyun kurallarının zaman zaman devre dışı bırakılması da dahildir. Gerilim Stratejisi mekanizması, gönüllü muhabirlerin dezenformasyon kampanyalarından, sağcı terörist çevrelerin doğrudan desteklenmesi ve yönetilmesinden, işkence ve cinayete kadar geniş bir çerçevede faaliyetini yürütmektedir (Turhan,1999:212).

Kurulan bu örgüt vasıtası ile CIA’nın Türkiye’de halka karşı uygulamaya koyduğu önemli faaliyetlerinden biri ise 1951’de Türkiye Komünist Partisi’ndeki (TKP) tutuklamalar oldu. CIA’nın yönlendirmesinde yürütülen 1951 tutuklamalarıyla, işçi sınıfı devrimciliğinin örgütlü mücadelesi kesintiye uğratıldı. CIA, o zamanın parasıyla ayda 7,5 lira verdiği bir TKP üyesini ajanlaştırmış, bu ajan aracılığıyla operasyonu, Parti’nin Merkez Komitesi’ne kadar uzatabilmişti. CIA’nın örgütlediği ajan, daha sonra MĐT’in Kontr-Komünizm Masası’nda istihdam edildi (Akfırat,2001:96).

Ülkemizde CIA’nın yönlendirilmesiyle gerçekleşen ikinci konu, 1955’teki 6-7 Eylül olaylarıydı. Atatürk’ün Selanik’teki evine bomba konulduğu iddiasıyla galeyana getirilen Đstanbul’daki bazı kirli guruplar, azınlıklara ait evlere ve

mağazalara saldırdı. Daha önce Özel Harp Dairesi Başkanlığı’nda da bulunmuş olan MGK Genel Sekreterliğinden emekli Orgeneral Sabri Yirmibeşoğlu, 6-7 Eylül olaylarına ilişkin şunları söylemiştir: “6-7 Eylül de bir Özel Harp işiydi. Ve muhteşem bir örgütlenmeydi. Amaca da ulaştı…” (Güllapoğlu,1991:104).

27 Mayıs darbesinden önce, Türk Amerikan ilişkileri soğumuş, Türkiye, Sovyet Rusya ile yakın temasa girmişti. Hatta dönemin Sovyet Rusya’sı, Türkiye’nin NATO’dan çıkması halinde, Türk sınırından kendi topraklarının 250 kilometre içlerine kadar askerlerini geri çekeceğini, Kafkasya’ya kadar kendi topraklarını askerden arındıracağı önerisini getirmişti. Đşte bu yakınlaşma Amerika’yı endişelendirmiş, CIA’nın harekete geçmesine sebep olmuştu. Ordu içindeki sol cunta ile irtibata geçmiş ve darbe yaptırmıştı. Olayın ilginç yönü, “Emperyalist Amerika” darbeyi antiemperyalist solcu subaylara yaptırıyordu. 27 Mayıs öncesi, dönemin Genel Kurmay Başkanı ABD’ye ziyaret yapıyor, ziyaretten kısa bir süre sonra ordu yönetime el koyuyordu. Hava Kuvvetleri Komutanı Org. Muhsin Batur, Amerika gezisi sonrasında: “Benim onuruma verilen kokteylde Orgeneral Ryan ile baş başa olduğumuz sırada bana Türkiye’deki olaylar hakkında bazı sorular sordu ve sözü getirip; ‘siz askerler, bir müdahalede bulunmanın tam zamanı olduğunu düşünmüyor musunuz?’ gibi bir niyet yoklamasında bulundu. Ve Batur ABD’den geldikten birkaç gün sonra darbe gerçekleşti (Aktaran: Şimşek,2004:311-312).

Türkiye’nin NATO’ya girmesi ile beraber kazandığı yeteneklerden en önemlisi de, Osmanlı Devletindeki Đttihatçıların aldıkları kararlar ve kapılar arkasında planladıkları ile ülkeyi yok olma noktasına getirmeleri gibi farklı ama benzer unsurlardan teşekkül eden bir yapılanmanın devlet içinde devlet olma mantığı ile darbeler yapmasıdır. Bu çerçevede hazırlanan ve yapılan cumhuriyetin ilk darbesi olan 27 Mayıs, öncelikle ABD’ye bütün anlaşmalara sadık kalacağı mesajını vermiştir.

Türkiye’yi askeri darbeye götüren sürece bakıldığında psikolojik savaşın hem iç hem de dış unsurlar tarafından sonuna kadar kullanıldığını görebiliriz.

Cumhuriyet Halk Partisi, senelerce elinde bulundurduğu iktidarı kaybetmenin verdiği hırçınlık içinde yapılan faydalı çalışmalara karşı çıktı. Bu muhalefeti giderek sertleştiren CHP, bakanlar ve milletvekilleri hakkında çeşitli dedikodular yaydı. 1950'li yılların sonlarına doğru ordunun DP iktidarından memnun olmadığını duyan Adnan Menderes'in çevresine "Ben bu orduyu yedek subaylarla da idare ederim" dediği şeklindeki yalan söylentiler çıkarılarak darbeyi hazırlayanların bu sözleri propaganda amacıyla kullanması sağlanıldı. Bu sözler 27 Mayıs'tan sonra da darbeyi meşrulaştırmak için kullanılmıştır(http://blog.milliyet.com.tr, 12.05.2010).

TSK’da yaşanan gelişmeler MAH’ın( Milli Amele Hizmeti) kontrolünde meydana geliyordu. Gerçi anlaşılmaz bir şekilde CHP muhalefeti ile oldukça şiddetleniyor ve üniversitelere kadar sokağı kışkırtmaya çalışıyordu. Sanki birileri düğmeye basmışçasına Türkiye bir anda hareketlendi (Şimşek,2004:269).

Đsmet Đnönü ve beraberindeki heyet, gittiği yerlerde iktidar yanlısı vatandaşları tahrik edici söz ve hareketlerde bulundular. Birçok yerde yaralanmalara sebep olan çarpışmalar oldu. Muhalif basının iktidarı ve icraatını kötüleyici yayınları da had safhaya ulaştı. 14 Temmuz 1958’de Bağdat’ta yapılan ihtilale gönderme yaparak “Zalimleri yıkmak için gereken cesaret bizim ordumuzda ve gençliğimizde vardır” şeklinde sloganlar yayan CHP, orduyu ve üniversite gençliğini de yanına almaya çalıştı. Bu propagandaların tesirinde kalan bir kısım subaylar da hükümetin icraatından memnun olmayanlar safına geçti. 1958'de “Dokuz Subay Hadisesi” diye bilinen bir askeri komplo ortaya çıkarıldı. Đddiaya göre bu subaylar Demokrat Parti hükümetini devirip, iktidarı Đsmet Đnönü'ye teslim etmeye karar vermişlerdi. Komplo, başarısızlığa uğramaktan korkan elebaşçılardan Yarbay Samet Kuşçu tarafından ihbar edildi. Tertipçi dokuz subay hükümet tarafından tutuklatılarak askeri mahkemeye teslim edildi. Uzun süren davadan sonra, komployu ihbar ederek arkadaşlarına iftira etmiş ve onlar hakkında yalan beyanda bulunmuş olmaktan dolayı on sene hapse mahkûm edilen Yarbay Samet Kuşçu dışındaki diğer sanıklar delil yokluğundan beraat ettiler (http://www.turkcebilgi.com, 12.05.2010).

Üniversitelerin de propaganda aracı olarak kullanılması çabaları hızla devam ediyordu. Đstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesindeki birkaç profesörle anlaşan

CHP'liler kurdukları çeşitli kuruluşları faaliyete geçirdiler. Böylece ordu ile Üniversite gençliğini kendi saflarına çekmiş oldular. Demokrat Parti düşmanlığıyla tanınan birkaç profesörün gençliği tahrik edici beyanatları 27 Nisan 1960 tarihli gazetelerde yayınlanınca CHP'nin üniversitedeki kuruluşları faaliyete geçti. Bu kuruluşların temsilcileri 27 Nisan günü öğleden sonra grup halinde toplanıp ertesi gün için bir ayaklanma planı hazırladılar. Bu plana göre 28 Nisan günü Đstanbul Üniversitesi bahçesinde toplanan üniversite talebeleri “Kahrolsun hükümet, Menderes istifa” sloganlarını atmaya başladılar. Polisler kalabalığı dağıtmak için göz yaşartıcı bomba kullandılar. Kısa bir dağılmadan sonra tekrar toplanan 4000 civarındaki üniversite öğrencisi hükümete karşı hakaret ifade eden sloganları söylemeye devam ettiler. Göstericileri dağıtmak isteyen polislere kalabalık tarafından taşlarla hücum edildi. Polisler geri çekilmek zorunda kalınca süngülü askerler başlarında subayları olduğu halde talebe kalabalığının üzerine doğru yürüdüler (http://www.turkansiklopedi.com, 12.05.2010). Tam bu sırada öğrenciler var güçleriyle; “Yaşasın ordu, yaşasın Türk askeri” diye bağırmaya başladılar. Askerlerle kalabalık arasında birkaç adımlık mesafe kaldığı sırada askerler durdular. Aradan birkaç saniye geçmeden askerler ve subaylarla öğrenciler birbirlerine sarılarak kucaklaştılar. Böylece iktidara karşı üniversite gençliği ile ordu mensupları arasındaki gizli anlaşma ortaya çıkmış oldu (http://www.turkcebilgi.com, 12.05.2010).

DP mitingi için Kızılay Meydanı'na gelen dönemin başbakanı Adnan Menderes, bir anda kendini protestocuların arasında buldu. Rivayete göre, o zamanlar öğrenci olan, şu anki CHP lideri Deniz Baykal, şair Cemal Süreyya'nın aktardığına göre ise Vedat Dalokay, Menderes'in “Ne istiyorsunuz?” sorusu üzerine başbakanın yakasına yapışıp “Hürriyet istiyoruz!” demişti. Menderes ise şu soruyla cevap vermişti: “Başbakanın yakasına yapışıyorsun, bundan büyük hürriyet olur mu?” Adnan Menderes, 28-29 Nisan ve 5 Mayıs olaylarından sonra üniversite hocalarını gençleri kışkırtmakla suçlamış ve onlardan "Kara Cübbeliler" olarak söz etmeye başlamıştır.

Darbeler, toplumu yeniden düzene sokma ve anayasal eksiklikleri giderme amacı ile toplumu buna entegre edecek propagandalarla yapılıyor olmasına rağmen halk, kendi egemen görüşüne karşı yapılan bu siyasete müdahale eylemini seçimlerde cezalandıracaktır. Adnan Menderes'in idamından üç hafta sonra yapılan seçimlerde yani 15 Ekim 1961'de Demokrat Parti'nin oy tabanının "mirasçıları" Adalet Partisi, Cumhuriyetçi Köylü Millet Partisi ve Yeni Türkiye Partisi oyların % 62'sini alarak 277 milletvekili çıkarmışlardır. Buna karşı Cumhuriyet Halk Partisi 173 milletvekili çıkarabilmiştir. Bu seçim "Menderes'in zaferi" olarak nitelendirilmiş ve ordu durumdan rahatsız olmuştur. 25 Ekim 1961'de 12. dönem TBMM toplandı ve askeri rejim sona ermiştir. Buradaki tepki Demokrat Parti yönetiminin 1955 sonrası uyguladığı sert yönetime destek niteliğinde değil, gerçeklerin yanı sıra abartıları da içerisinde barındıran Demokrat Parti Yönetimine yapılan karalama kampanyalarına karşı olmuştur (http://blog.milliyet.com.tr, 12.05.2010).

Darbenin önemli gelişmelerinden biri de, “Türk Silahlı Kuvvetleri Đç Hizmet Kanunu” ile yeni tanımlamalara gidilmesidir. 27 maddelik geçici Anayasa hazırlanmıştır. Yasanın 1. Maddesinde; “Ordu Dahili Hizmet Kanunu’nun 34. Maddesiyle, Türk Yurdunu ve Teşkilat-ı Esasiye Kanunu ile tayin edilmiş olan Türkiye Cumhuriyeti’ni kollamak ve korumak vazifesi kendine verilmiş olan Türk Ordusu, Türk milleti adına harekete geçerek, milleti temsil vasfını kaybetmiş olan meclisi dağıtıp, iktidarı geçici olarak Milli Birlik Komitesi’ne emanet etmiştir.” deniliyordu (Çakır,2009:110-111).

37 subaydan oluşan Milli Birlik Komitesi anayasayı ve Meclis'i feshetti, siyasi faaliyetleri askıya aldı. Cumhurbaşkanı Celâl Bayar, Başbakan Adnan Menderes

Benzer Belgeler