• Sonuç bulunamadı

Bitmeyen Savaşlar Bölgesi Ortadoğu’da Yürütülen Psikolojik

2.2. YAKIN DÖNEM ( POST-MODERN DARBE VE SONRASI )

2.2.4. Bitmeyen Savaşlar Bölgesi Ortadoğu’da Yürütülen Psikolojik

Osmanlı Devleti’nin Ortadoğu’daki varlığının silinmesi ile başlayan kaos, aradan yüzyıl geçmesine rağmen hala dün gibi yaşanmaya devam etmektedir. Hakeza, Osmanlının çekilmek zorunda kaldığı Balkanlar ve Kafkaslardaki durumda Ortadoğu’dan farksız değildir. Buradan hareketle Osmanlının ne kadar adil ve yüce bir devlet olduğunu söyleyebiliriz. Çalışmamızın bu bölümünde günümüz Ortadoğu’nun geçmiş olaylarından ziyade günümüz Türkiye’sini ilgilendiren güncel gelişmeleri psikolojik harekât perspektifinden değerlendireceğiz.

19. yüzyılda Osmanlı Đmparatorluğu’nu sıcak savaşla bertaraf edemeyeceğini anlayan Batı, taktik değiştirerek “böl-parçala-yönet” siyasetini uygulamaya koyarak, insan psikolojisi üzerinde oynanan oyunlarla, önce zihinsel olarak daha sonra da coğrafi olarak Osmanlı’yı parçalamayı başarmıştır. Değişen bu strateji doğrultusunda, Đngiltere’nin başını çektiği Avrupalı devletler, “Doğu Sorunu” adı ile formüle ettikleri “hasta adam” sendromunu, Osmanlı topraklarına yaymışlardır. Özellikle Türklerin “Đslam Âleminin Lideri” konumunda olduğu, bereketli Orta Doğu topraklarında izlenmeye başlanan bu siyaset, etkisini kısa sürede göstermiştir. Bu bilinç değiş(tiril)mesi ile Türk Milleti’nin, Orta Doğu’daki hâkim konumundan uzaklaştırılması sağlanmış ve bölge, önce büyük isyanlara akabinde de bugün bile hâlâ içinden çıkılamaz durumda olan bir buhrana sürüklenmiştir. Klasik savaş teknikleri ile yıllardır kazanılamayan zafer, psikolojik harp ile kısa sürede kazanılmış

ve Müslümanlar –özellikle Türkler- “yok edilebilir” duruma getirilmiştir (http://www.msxlabs.org, 03.09.2010).

21. yüzyılda ise Đsrail unsuru Ortadoğu’nun zaten durulmayan sularını daha da bulanıklaştırmaya yetmiştir. Uluslararası her alanda kendisine büyük ülkelerden destekçi bularak bölgesinde hoyratça hareket etmeyi kendisine hak bilen Đsrail Devleti, Osmanlının mirası olma niteliği taşıyan Filistin halkı başta olmak üzere tüm Ortadoğu’yu tehdit eden ve hâkimiyeti altına almaya çalışan bir terörist devlet konumundadır.

Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ın 29 Ocak 2009 tarihinde Davos Ekonomik Forum’unda Gazze konulu panelde Đsrail Cumhurbaşkanı Şimon Peres’in sahsında Đsrail’in Gazze’de yaptığı katliamlara karşı tavır alması, başta Ortadoğu ülkeleri olmak üzere tüm dünyada büyük yankı uyandırmıştır. Psiko–sosyal boşluğa sahip Đslam coğrafyasında, Türkiye’yi önce muhafazakâr bir partinin temsil etmesi; ardından Ekmeleddin Đslamoğlu’nun Đslam Konferansı Örgütü’ne başkan seçilmesi, Türk diplomatların bölgedeki sorunların çözümü için aktif bir şekilde çalışmaları, Đsrail-Suriye arasındaki görüşmelerde arabulucu rolü alması ve nihayetinde Gazze’deki katliamlar karşısında Türkiye’nin tepkisini toplumsal tabanda kitleler halinde göstermesi, toplumun her kesiminin aktif gösterileri, saldırıların sadece siyasi

elit yönetici tabakada değil aynı zamanda toplumun tabanında ses bulması Başbakan Erdoğan’ın siyasi söylevleri ile birlikte, Türkiye’yi önder ülke olarak Müslüman dünyasına göstermiştir. Müslüman ülkelerden Tayyip Erdoğan’a yönelik yorumlara bakıldığında ise yapılan politikaların bölge üzerinde ne kadar etkili olduğu görülmüştür. Başbakan Erdoğan’ın Davos’ta gösterdiği tepkinin tüm dünyada büyük bir yankı uyandırması bu nedene bağlanmaktadır (http://bilgesam.com/tr , 20.09.2010).

Ortadoğu coğrafyasında Türk-Đslam kimliğinin uyanışı aniden mi olmuştur? Sadece Ortadoğu’da değil dünyanın hemen her yerinde mutlaka insanlar, Türk kimliğinin ve medeniyetinin farkındalar; Orta Asya’da, Balkanlar’da, Afrika’da. Ancak Ortadoğu coğrafyasında daha farklı bir bilinç ve bakış açısı söz konusu. Türkiye’nin Müslümanlara bu kadar kolay ulaşmasını sağlayan faktör, Türkiye’nin en önemli güç parametrelerinden birisi olan “tarih”tir. Bölgede kurulan Tolunoğulları, Ihşidler, Memlukler, Akkoyunlular ve Safeviler gibi Türk devletleri bölgede Türk-Đslam Medeniyeti’nin silinmez izlerini bırakmışlardır. Osmanlılar ise Đslamiyet’i neredeyse kendileri ile özdeş tutmuşladır. Đdari sistemleri, hukuk sistemleri ve eğitim sistemleri gibi pek çok unsur Đslamiyet’e göre belirlenmiştir. Bugün Lübnan’da yayınlanan Dar ül Hayat gazetesi "Osmanlı dirilsin, Erdoğan’ı halife seçelim" (http://www.haber7.com, 21.09.2010) derken, aslında bölgede Osmanlılar zamanında tesis edilen huzuru, barışı ve güvenliği özlüyorlar. Batılıların deyimiyle “Pax Ottomanica”yı özlüyorlar. Tüm bunlar bugün Türk-Đslam Medeniyeti’nin bölgede ne kadar aranılan bir faktör olduğunu gösteriyor. Bu özlemi kuvvetlendiren ise Đsrail’in saldırıları, Irak’ın işgali, Afganistan’ın işgali, Suriye’nin sürekli tehdit altında olması ve Müslümanlara 11 Eylül saldırıları sonrası terörist gözüyle bakılmasıdır (http://bilgesam.com/tr, 20.09.2010).

Gazze saldırıları sonucu Türkiye’nin devlet ve millet olarak gösterdiği tepkinin sebep olduğu 4 Temmuz 2003 tarihinde Süleymaniye’de Türk Askerlerinin başlarına çuval geçirilerek esir alınmaları olayı sadece Türkiye’yi değil, Türkiye’yi Đslam ülkelerinin en büyük gücü ve önderi olarak gören ülkeleri de etkilemiştir.

ABD tek kurşun atmadan, sadece 11 Türk askerini esir alarak, meydan muharebeleri verip yüz binlerce kişi ölmeden, binlerce ton bomba atılarak yıllar içinde oluşan insanlık hazinesi ve alt yapı tesislerinin tek taşına dokunulmadan bir psikolojik harekât yapmıştır. Bu operasyon ile Türkiye’nin savaşma azim ve iradesi kırılmış, yani ülkemiz beyinlerimizden başlayarak teslim alınarak ABD otoritesi kabullenilmiştir. Japonya iki atom bombası ile yüz binlerce ölüm ve maddi yıkım karşısında teslim olurken biz sadece 11 çuval ile teslim olduk. Đşte psikolojik harekât budur. Đyi planlanıp, uzman kişilerce tatbik edildiğinde başarısı katlanarak büyümektedir (Kumkale,2006:250-251).

Đsrail ve Dünya Yahudileri Đkinci dünya savaşında ciddi biçimde mazlum olmuşlar, bugüne kadar da mazlum olma konusundaki potansiyellerini inanılmaz bir şekilde kullanmışlardır. 29 Ocak 2009 Davos forumunda yaşananlar dünyanın Đsrail propagandasını fark etmesini sağlayacak bir kırılma noktası idi. Dünya Yahudilerine her istediklerinin kendi menfaatlerine olmadığını anlatmak ve dünyanın geri kalanları

ile adil bir ilişki kurmaları zaruretini göstermek için iyi bir örnek olmuştur (http://www.aktuelpsikoloji.com, 20.09.2010).

Arap dünyasının AKP Hükümeti’nin Osmanlı vurgusuna ve Erdoğan’ın liderliğine karşı yaklaşımına gelince: Soğuk Savaş sonrası dönemde Arap dünyasının genelinde ciddi bir siyasi bölünmüşlük hâkimdir. Bu bölünmüşlük Arap-Đsrail çatışmalarında kaybedilenler üzerinde inşa edilen travmanın bir sonucudur. Bundan dolayı özellikle kendi liderlerini güçsüz ve inisiyatif kullanma yeteneğinden yoksun gören Arap halkları, Đsrail’e söz veya hareketle karşı çıkabilen liderlere, Arap olmasa bile, büyük saygı duymaktadırlar. Ahmedinecad, Chavez ve son olarak Erdoğan örneklerinde olduğu gibi. Tabi Başbakan Erdoğan’ı diğerlerinden farklı kılan, bölgeyi uzun yıllar adaletli yönetmiş ve Müslümanlığın koruyuculuğunu üstlenmiş bir imparatorluğun doğal mirasçısı olan bir devletin başbakanı olmasıdır. AKP Hükümeti’nin bölgeye yönelik dış politika stratejileri, Osmanlı coğrafyası yoluyla tarihi ve kültürel ortaklıkları canlandırmayı ve aktif olarak kullanmayı amaçlamaktadır. Bu yaklaşım, Orta Doğu’da halk düzeyinde olduğu gibi, bazen de Arap yöneticiler düzeyinde de duygusal etkilere yol açabilmektedir. Hatırlanırsa

Cezayir Devlet Başkanı Abdelaziz Bouteflika, 2005 yılında Osmanlı Đmparatorluğu dönemini özledikleri söyleyip “Osmanlı Milletler Topluluğu” kurulması gerektiğinden bahsetmişti. Suriye Devlet Başkanı Beşşar Esad’ın bazı röportajlarında Suriye-Türkiye sınırının anlamsız bir sınır olmasına vurgulaması, Gazze katliamı ile ilgili Şam’da yapılan gösterilerde “Türkiye Suriye Belde Vahide” sloganının atılması bu duygusal yaklaşımın göstergeleridir(http://www.bilgesam.org, 20.09.2010).

Davos’ta yaşananların bilinçli bir psikolojik harekatın uygulaması olduğunu söylemek biraz komplo teorisyenciliğine kaçar. Fakat yaşananların Ortadoğu toplumları üzerinde ne tür bir psikolojik etki bıraktığı ise yadsınamaz bir gerçektir. Bu psikolojik etkiyi anlayabilmek için kriz sonrası basında çıkan bazı haberleri inceleyelim.

Gazze'de bulunan Yeryüzü Doktorlarından Mehmet Güllüoğlu Timeturk’e oradaki duyguyu şöyle anlatmıştır: "Gazze'de herkes bizleri tebrik ediyor. Cezayir asıllı Fransız bir doktor Türk vatandaşlığına beni alırmısınız diyor. Tarihe tanıklık ediyoruz. Filistin halkı başbakan Erdoğan başta olmak üzere Türk devletine ve milletine selam gönderiyor" (http://www.habervakti.com,21.09.2010).

Cebaliye mülteci kampının Đsrail uçaklarınca harap edilmiş camisinde, dışarıda cuma hutbesinde halka seslenen imam Yusuf Şerifi de, “Erdoğan Đslam dünyasının başını kaldırdı” demiştir (http://yenisafak.com.tr,21.09.2010).

Sudan medyası Erdoğan`ın birçok Arap liderden daha cesaretli olduğunu ve Arapları Araplardan daha iyi temsil ettiğini yazmıştır.

Başbakan Erdoğan`ın tarihi açıklamaları, Gazze`de bayram havasında kutlanırken, Erdoğan`a olan minnetlerini ifade eden Filistinliler, bebeklerine de Başbakanın ve eşinin adını vermişlerdir (http://www.tumgazeteler.com,21.09.2010).

Ürdün Meslek Grupları Sendikası, Gazze vahşetine karşı Türkiye Başbakanı Recep Tayyip Erdoğanın gösterdiği onurlu tavır nedeniyle Amerika, Avrupa ve Đsrailin mallarını boykot etmeye ve bunların yerine Türk mallarını almaya çağırmıştır (http://www.tumgazeteler.com,21.09.2010).

Filistinli çocuklara Başbakan’ın adının verilmesi, onun birçok Arap liderden daha cesur olarak algılanması, Cezayirlilerin Türk vatandaşı olma isteği, Ürdün Meslek Grupları Sendikasının Türk mallarını alma çağrısı; bunlar planlı bir psikolojik harekât yürütülse bile Batı’lı Güçlerin belki de elli senelik çalışmaları sonucunda oluşturabileceği bir etkidir. Başbakan ise 10 dakika içerisinde bunu başarmıştır. Bu konuda Arap ülkelerindeki liderlerin sessizliği ise arkalarındaki gücün kim olduğu ile açıklanabilir.

Abluka altında olan Gazze’ye yardım götürme amaçlı yola çıkan Mavi Marmara gemisine Đsrail tarafından düzenlenen kanlı operasyon sonucunda ise Dünya bazında bir psikolojik baskı Đsrail üzerinde görülmeye başlandı. Vatandaşlarımızı yargılayacağını ifade eden Netanyahu hükûmeti, ‘terörist’ olarak adlandırdığı gönüllüleri bırakmaya mecbur kaldı. Mavi Marmara gönüllüleri henüz Đsrail’deyken Mısır, Refah Kapısı’nı açmak zorunda kaldı. Sivil gönüllülerin yurda dönmesinin üzerinden 24 saat geçmeden Đsrail, Gazze’ye yönelik ablukanın hafifletileceği açıklamalarını yaptı. 48 saat önce çok doğru bir iş yaptığını savunan Netanyahu neden geri adım attı? Gazze’de değişen hiçbir şey yokken Netanyahu’nun tavrı neden değişti?

1- Mavi Marmara gemisi ulus-ötesi sivil bir inisiyatif olarak Đsrail’in hukuk dışı saldırgan tavrının sorgulanmasına ve Gazze sorununa yönelik algıların değişmesine vesile olmuştur.

2- Hiçbir hukuki gerekçe ile izah edemediği şiddet yanlısı tavrı, Đsrail’i küresel kamuoyunda yalnızlığa itmiştir. Dünya basını sivil gönüllülerin katledilmesine geniş yer vermiş ve küresel çapta infial oluşturan bu sahneler dünyanın dört yanında protesto edilmiştir.

3- Uluslararası sularda uluslararası hukuku çiğneyen Đsrail, öngörülemez eylemleri ile uluslararası sistemi tehdit etmeye devam etmektedir. Bu tehdit, devlet terörü ile gerçekleştirilen kanlı eylemlerin ötesinde, dünya barışını tartışılır hâle getirmiştir. Uluslararası hukuku tanımayan Đsrail, başta BM olmak üzere kapılarını norm oluşturmaya çalışan tüm yapılara kapamaktadır. Đsrail’in cezalandırıl(a)mamasının

bölgede önü alınamayan şiddetin temel kaynağı olduğu bir kere daha ortaya çıkmıştır (http://www.aksiyon.com.tr,21.09.2010).

Đşte bu maddelerde sayılan unsularda Đsrail farkında olmadan Türkiye tarafından oluşturulan psikolojik harekatın etkisine girerek sonuçlarını planyamadığı bir çamura saplanmıştır. Görüntüleri kestiklerini zanneden Đsrail askerlerinin gemide yaptıkları vahşetin canlı olarak seyredilmesi, küresel anlamda beyaz propagandaya müthiş bir örnek olmuştur. Geçmişte mazlum rolü oynayan Đsrail Devleti bir anda inanılamayacak hataları ardı ardına yaparak hukuk ve uluslararası toplum nezdinde haydutluğu ortaya çıkmıştır. Bu noktadan sonra ise Đsrail’in yaptığı zararın neresinden dönülse kardır mantığı ile psikolojik harekâtın etkini azaltmaya çalışmak yönünde olmuştur.

Ortadoğu Osmanlı’dan kalan mirası Batılı Güçlere devrederek dünyada kaosun merkezi haline gelmiştir. Dünyada en çok ajanın cirit attığı bölge olarak ünlenen Ortadoğu barışın tesis edilmesi için öncelikle bölge halkının eğitilmesi ve bilinç kazanması sağlanmalıdır. Demokratik yöntemlerle iş başına gelmeyen yerel yönetimlerin hâkim olduğu bu düzen halkını hiçe sayarak başkalarının çıkarlarını gözetmeye devam eden bir siyaset izleme yolundadır. Bunu kabul etmeyen toplumların başkaldırısı ise Irak ve Afganistan örneklerinde olduğu gibi bertaraf edilmektedir. Irak’ın özgürleştirilmesi adı verilen ve seçilen bu isimle dahi insanların psikolojisini etkilemeyi amaçlayan ABD’nin yürüttüğü harekât sonrası “Özgür Irak” ne haldedir? Ya da Talibansız, El-Kaide’siz Afganistan ne durumdadır?

SONUÇ

Buraya kadar işlemiş olduğumuz bölümlerde görüleceği üzere, Psikolojik Harp’ten söz edebilmek için vurgulanması gereken bir istihbarat kavramını, propaganda tanımını, komplo içeriğini, psikoloji ve savaş tekniklerini, günümüz teknolojik imkanları ile birleştirerek ve bununla beraber tüm algısal fonksiyonlarımızın devre dışı bırakılması sureti ile, gözümüzün önünde cerayan eden aslında pek mühim olan fakat çoğu kişinin akıl süzgecinden kayıp giden art niyetli olayları, yayınları ve eylemleri, sebep- sonuç ilişkisi içerisinde değerlendirilmesi gerektiğini fark ettik.

“Bir kişi, kurum veya kuruluşun bulunduğu statüyü devam ettirebilmesi, güvenliğini tehdit edecek unsurlardan ve bu unsurların nedenlerinden haberdar olabilmesi, rakiplerinin, dostlarının ve kendisinin bulunduğu konumu, konumun değişebilirlik durumunu önceden tahmin etmek ihtiyacını karşılayabilmesi ve bu bağlamda geleceğini önceden belirleyebilmesi için elde bulunan tüm imkanları kullanarak enformasyon/bilgi/haber temini ile, elde edilen enformasyonun işlenmesi, kıymetlendirilmesi, yorumlanması ve bir netice çıkarılması ile sonuçlandırılabilen yeni bir başlangıç” (Tılısbık-Akbal,2006:18) olarak değerlendirilen ve dünyanın en eski mesleği olma özelliği ile bilinen istihbaratçılık ve istihbarat kavramı, dünyanın en kirli ve fakat gözde mesleği olma yolunda emin adımlarla ilerleyen provokatörlük ve provokasyon ile bilim ve teknolojinin birleştiği yerde buluştuğunda, karşısına da bilinçsiz bir hedef konulduğunda, hedefin istenilen amaca ulaştırılamaması, istenilen amaç doğrultusunda da yok yahut var edilememesi imkansız görünmemektedir.

Psikolojik Savaş genel itibariyle, istihbarat örgütleri, medya, terör örgütleri, psikolog ve sosyologlar ve etkileme gücü olan bireyler kullanılarak, devletler eliyle yürütülmektedir. Başarılı bir psikolojik harekatın, hedeflenen kitlenin moral unsurlarını iyi bilerek, eksiksiz bir bilgi akışını sağlamak suretiyle istihbarat gücü de kullanılarak gerçekleştirilmesi gereklidir.

Günümüz uluslararası sistem yapısı globalist ulus devletlerden oluşmaktadır. Ulus devletlerin oluşturduğu bu sistem içinde süreksiz/kesintili bir

anarşi ortamı vardır ve ilişkiler bazen karmaşık bir hal almaktadır. Devletlerin birbirleri ile olan ilişkileri olduğu gibi bu ilişkilere etki eden birçok faktör de olabilmektedir. Ekonominin, bilimin, teknolojinin ve ırkların birbirine karıştığı yenidünya düzeninde insani ilişkilerin de iç içe girmesi beklenen bir sonuçtur.

II. Dünya savaşından 90’lı yıllara kadar dünyada, Soğuk Savaşın da etkisi ile bir istihbarat savaşı yaşanmış, bu süreçte bölgesel güç ve çıkarlar, süper güçlerin istihbaratı ve psikolojik harekâtı aktif olarak kullanmalarını gerekli kılmıştır. 1980’li yıllardan itibaren de iletişim olanaklarında yaşanan gelişmeler psikolojik harekâtın bilgi merkezli hareket etmesini zorunlu kılmıştır. Bu dönemden sonra özellikle bilgi savaşı kavramı doğmuştur.

Psikolojik savaş geçtiğimiz yüzyılda uygulanan, günümüzde ve gelecekte uygulanacak olan bir etkileme ve kontrol silahı olarak varlığını sürdürmektedir. Soğuk savaş atmosferinin en canlı olduğu dönemlerde yapılan mücadeleler daha çok psikolojik üstünlük esasına dayalı olmuştur. Đki kutuplu dünyada siyah ve beyazın dışında başka hiçbir rengin olmadığı bu dönem, psikolojik unsurlara dayalı savaş metotları ile harmanlanmıştır. Süper güçler birbirleri ile karşılıklı savaşmazken, uydu ülkeleri ve terör örgütlerini çatışma sahnesine sürmüşlerdir. Terör örgütlerinin bu sahnedeki rolü, sistemin devamını sağlamak olmuştur. Soğuk Savaş dönemi terörünün belirgin özelliği, terörün bu dönemde devletler tarafından sıklıkla kullanılmasıdır. Doğu ve Batı Bloğunda yer alan devletlerin karşılıklı savaşları göze alamamaları sonucunda, hasım ilan ettikleri taraflara karşı mücadele eden terör örgütlerinin yoğun bir şekilde desteklenmeleri söz konusudur. Adeta her terör örgütünün bir hamisi veya adına eylem yaptığı bir ülkesi vardır (Bal,2006:9).

Yine, I. Dünya Savaşı ve II. Dünya savaşı, psikolojik harp uzmanlarının oldukça aktif olduğu dönemler olarak görünmektedir. Olaylarda, bir yandan etkin bir şekilde istihbarat alma yarışı içerisine girilirken bir yandan da ulusal çıkarlara yönelik yöre halkını veya bir ülkeyi yönlendirme çabalarının ardında hep bazı güçlerin, koyun postuna bürünmüş etki ajanları aracılığı ile ön hazırlık veya manüplatif yöneltmelerinin olduğu görülmektedir. 20. Yüzyılın neredeyse tamamında etkinliği tartışılmaz olan, dönemin askeri ve siyasi olaylarına fiilen etki

eden haber alma teşkilatları ajanlarının çalışma şekillerinin incelenmesi, ustaca ve zekice yapılan planlarının nasıl kendi ülke menfaatleri için kullanıldığını ortaya koyacak somut örneklerin verilmesi, üçüncü dünya ülkeleri üzerlerindeki oyun ve yönlendirmelerin irdelenmesi sureti ile açığa çıkarılmaya çalışılmıştır.

Soğuk savaş döneminin uygulamaları günümüz casusluk felsefesinin oluşumunda önemli rol oynamış ve istihbari faaliyetler ile birlikte psikolojik harekât uygulamaları içerisinde oldukça fazla örneği barındırmıştır.

Bir yerde veya ülkede amacı karışıklık çıkarmak, isyana teşvik etmek, menfaatleri çatışan iki grubu birbirine karşı kışkırtmak olan istihbarat servislerinin kullanacağı en önemli silah; zannedildiği gibi fiziki anlamdaki silah değildir. Đşte burada insanların beyin hücrelerine girilerek onlar için özel çalışmalar yapılmaktadır. Bir gurubu sözde destekliyormuşçasına destek verir görüntüsü altında onu taşeron olarak kullanarak kendi hedeflerine yönelik eylem gerçekleştirmesidir. Bu bazen bir ideolojiyi temsil eden kişinin ortadan kaldırılarak karşı gruba kışkırtıcı eylem şeklinde olurken bazen de etki ajanları kullanılarak, amaca yönelik psikolojik savaş çalışmaların yapılması şeklindedir (http://www.sucbilimi.org,14.05.2009).

Bu çalışma, siyasetin insanoğlu ile varoluştan bu güne değin tanıştığı noktadan itibaren; tüm dönemlerde büyük önem taşıyan, savaşların sonuçlarını, iktidarın sahiplerini, güç dengelerini belirleyen en önemli faktörü yani bilim ve teknoloji ile istihbarat, psikoloji, sosyoloji, medya, terör, para ve hâsılında her türlü güç ile birleşerek sisteme yön veren Psikolojik Harekât kavramını, farklı perspektiflerden ve Türkiye modeli ele alınarak analiz etme amacıyla oluşturulmuştur.

Görünen odur ki, Psikolojik Harekât kavramının devletler ve örgütler için büyük avantajlar sağlaması, değerini günden güne artırmasına vesile olmaktadır. Teknolojideki hızlı büyüme ve küreselleşme ise Psikolojik Harekât’ı ilk bakışta içinden çıkılmaz ve faili bulunmaz hale getiriyor olsa da, Psikolojik Harekât ile uğraşıyor olmak bilimsel anlamda heyecan verici bir aktivite olarak değer

kazanmaktadır. Psikolojik harekâta maruz kalmak ise uygulayıcı olmak kadar heyecan verici olmasa gerek.

Türkler, dünya üzerinde tarih boyunca düşmanı en çok olan ve yine tarih boyunca en çok devlet kurmuş olan bir topluluk olarak, savaş ve psikolojik harekâta şiddetli bir biçimde maruz kalmaktan kurtulamamıştır. Hele ki, Türkiye Cumhuriyeti, günümüz yüzyılında tarihsel gelişim ve dünya coğrafyası üzerindeki kozmopolitik ve jeopolitik konumu itibariyle en gözde hedef olmayı başarmıştır. Psikolojik Harekât’ın yeni ve etkin bir harp biçimi olarak kullanılması ile birlikte, Türkiye üzerinde ve içerisinde kimin dost kimin düşman olduğu ayrımını yapabilmek, ancak olaylar neticelendiğinde yahut iş işten geçtiğinde söz konusu olabilmektedir. Soğuk Savaş sürecinde yaşanan anarşi ve terör olayları bu yöntemin ne kadar etkili olabileceğini gözler önüne sermektedir. Türkiye örneği üzerinden gidecek olursak; Sağ–Sol, Alevi–Sünni, Türk–Kürt ve hatta ideolojilerin kendi içerisindeki ayrışmalarının sağlanarak bunları anarşi ve terör eylemleri ile birleştirmek sureti ile bölünme tehlikesinin yaşandığı bir Türkiye modeli oluşturulmak istenmiştir. Bu modelde psikolojik savaş unsurları toplumlara uygulanırken toplum, yapılan yönlendirmeler ile istenilen noktaya çekilmektedir. Düşmanlıkların körüklenmesi, var olan siyasi gerginliklerin arttırılması, tahammül kabiliyetinin yok edilmesi, psikolojik savaş kavramının temel amaçlarının başlıcalarıdır ki bu amaçların varlığını anlayabileceğimiz hadiselerin Türkiye’de onlarca kez tekerrür ettiği aşikârdır (http://www.bilgesam.org,24.05.2010).

1990 yılında Đtalya'da Gladio adında bir gizli devlet örgütü açığa çıkarıldı.

Benzer Belgeler