• Sonuç bulunamadı

GEÇ KALMADIM DEĞİL Mİ?

Belgede Diyarbakır Karacadağ (sayfa 164-172)

% Sayı

A. Kadir Gördük

7. GEÇ KALMADIM DEĞİL Mİ?

Karacadağ sis ve pus içinde… Akşam başlayan kar aralıksız devam ediyor.

Beyaz bir örtü, önce dağın zirvesini, sonra bayırdan aşağı, tüm evleri, köyü kapladı.

Rüzgar kamçı gibi vınlayarak çarpıyor suratlara… Latif öğretmen, eline aldığı tezeği dizine vurarak ikiye böldü, sobaya attı. Kalktı, gitti, pencereden yağan kara baktı.

“Keşke” dedi, “Keşke bugün gelmeseler…” içine, yüreğine bir huzursuzluk, sıkıntı çöktü. Nefes almakta güçlük çekti. Öğrenciler ellerinde tezeklerle bir bir içeri giriyorlardı. Tezekler sınıfın girişinde üst üste atıldı. Tezeğini bırakan öğrenci, dumanla dolan sınıfa girip, sırasına oturdu.lastik ayakkabılı çocuklar dizlerine kadar ıslanmıştı. Çocukları sobanın başına çağırdı öğretmen, “Gelin önce kendinizi bir iyice kurulayın çocuklar, üşüteceksiniz” dedi. Çocuklar birden teneke sobanın başına üşüştüler, sobaya iyice sokuldular.

Rıfat Mertoğlu.Milliyet.19-6-2007 8. HİLAL İLE ZÜHAL

Eskiden dört yanı sarı güllerle çevrilmiş,dağların kucağından eteklere yayılmış bir şirin kasaba varmış.Çay bardaklarında gül suyu içilen, evlerinde gül şerbeti dolup taşan bu kasabanın en görkemli manzarası Zülküfül Tepesiymiş.Bu tepenin bir yerinde,pembe sabahları selamlayan, eflatun akşamları sırtlayan Hilal ile Zühal isminde iki kardeş yaşarmış.Dağdan ovaya , etekten yaylaya yayılan ve ipek döşeli sedirlerinde Kur!an okunan evlere, bahçelerden gül taşıyan Hilal ile Zühal'miş.Bahar yağmurları başladı mı, çobanların kavalında türküler yükseldi mi , arılar, kelebekler döndü mü, meşeler göğerdi, dutlar yeşerdi,

Toprak doğurdu mu; gül açılır, gül kapanır boyuna gönüllerde, bu diyarda..Gül dendi mi Hilal vardır, Zühal vardır.Katmer gül, Kırk yapraklı kırmızı gül, pembe gül, al gül…Şişelerde solmayan, ellerde buruşmayan,kokusunu yitirmeyen güller..

Hilal ile Zühal'in yetiştirdiği güllerden yapılan reçelden yiyen, suyundan yıkanan, kokusunu kokan hastalanmazmış.Gözlere ilaç bu gül suyunda.Koyunun süt verimi,hastaların ruhunu aydınlatan ışık; bu gül suyunda.Ve gül yetiştirir, gül dağıtırdı Hilal ile Zühal…

Bu diyarda gül suyunda yıkanmamış saçlara değmiyor tarak, tutulmuyor gül suyu damlatılmamış bardak.Günler gül rengi gibi, Hilal ile Zühal gül kadar güzel, gül kadar ince ve zarif.Nefesleri gül kokusunun kendisi.Sesleri gül hışırtısı,bakışları gonca gonca, gülle muştularlar insanlara bahar Aydınlıklarını.

Her gece tepede Hilal ile Zühal'in gül alevli lambaları yanardı.Gül ışığı gibi, dağın sembolü gibi…

9-KARACADAĞ'DA MATEM VAR KARACADAĞ YASTA

KARACADAĞ'DA MATEM VAR

KARACADAĞ YASTA

Ekrem'e yine yol görünmüştü. Her geçen gün giderek kötüleşen durumu başta çocukları olmak üzere herkesi fazlasıyla kaygılandırıyordu. Eve çağrılan doktor durumun ciddiyetini hissetmis ve Diyarbakır'a gitmesi için kendisine tavsiyede bulunmuştu. Ekrem, Diyarbakır'a gitmeye fazla istekli görünmüyordu fakat cefakar eşi çantasını hazırlamıştı bile. O, çevresinden saklamak istese de, yolun sonuna yaklaştığını içgüdüleriyle sezinliyordu artık. Aşağıya inmek için ceketini giydiğinde ellerininin hafiften titrediğini görüyor ve çocukları üzülmesin diye bunu onlardan saklamaya çalışıyordu. Ekrem etrafında toplanan çocuklarını sırayla, tek tek kucaklıyorken babaları ile vedalaşan çocuklar bunun son vedalaşma olacağını hiç düşünmüyorlardı. Ama Ekrem herşeyin farkında idi, olacakları seziyordu. Bunun cocuklarıyla son vedalaşma olacağını adeta biliyordu. Yüreğinden geçen son vedalaşma hissini bastırmak için kendine olağanüstü bir baskı uyguluyordu.

Çocuklarının gözlerine bakan Ekrem, onlara kafasından geçenleri hissettirmemeye çalışsa da cocuklar bazı şeylerin yollunda olmadığını seziyorlardı. Ekrem aşağıya inip arabaya bindiğinde gözü istemsizce, önünde durdukları evin dördüncü katına kaydı.

Evin dört bir yanından Ekrem'in üzerine hüzün ve keder yağıyordu.

Arabada dört kişi vardı. Batmak üzere olan güneşi arkalarına almış, Diyarbakir'a doğru yol alıyorlardı. Arabanın sağ ön koltuğunda Mehmede Sexo'nun ilk hanımından olan küçük oğlu Ekrem Karahan oturuyordu. Arabayı, oğlu kadar sevdiği damadı sürüyordu. Eşi ve oğlu Welat arka koltukta oturuyorlardı.

Karacadağ'ın zirvesine bir karabulut kümesi oturmuştu. Aşağılara doğru yer yer sis vardı. Yağmur yağıyordu. Yağan yağmur arabada oturanların derin kaygılarına hüzün katıyordu. Ekrem, Fırat'ın ötesinde, Nemrut'un tepesine tutunan ve batmaya yüz tutan akşam güneşinin kızıl ışınlarını arabanın dikiz aynasından izliyordu. Güneşin batışı karşısında oldum olası hep hüzünlenen Ekrem sesizce düşünüyordu. Arabadakiler onu yormaktan çekindikleri için evden çıktıklarından beri yol boyunca hiç konuşmamış ve onu kendi haline bırakmışlardı.

Yola çıkalı az bir zaman olmuştu. Ekrem'in kafası karmakarışıktı. İki buçuk yıldan beri kendisini pençesine alan bu musibetin üstesinden bir türlü gelememişti.

Geçirdiği kriz sonrasında kalbi önemli oranda zedelenmişti. Yapılan kalp ameliyatı ve uygulanan her türlü tedavi onu bir türlü sağlığına kavusturamamıştı. Eşi, yakınları, dost ve arkadaşları ellerinden gelen her şeyi yapmışlardı. Ne var ki, kötü yerden vurgun yiyen yorgun kalbi, kendisini bir türlü toparlayamamıştı. Son aylarda birkaç defa ard arda çok ciddi rahatsızlıklar geçirmişti. Bir defasında öldü ölecekken kalbine

üzerine gül kokusu yayılan bu kasabayı, düşman bir türlü istila edemiyor.

Yaralananlara Hilal ile Zühal'in gül şerbeti şifa oluyor. Gül suyuyla yıkanan Delikanlılar yüzlerce düşmanı önüne takarak tarumar ediyor. Gül suyuyla afsunlanan evlere toplar kar etmiyor. Yılan bile kimseyi sokmuyor, ak çekirgeden farksız. Aylar seneler böyle geçiyor. Hilal ile Zühal hep aynı gençlikte, hep aynı tazelikte. Yediveren güllerinin içinde bambaşka iki gül…

Bu güzel kasabanın ünü, Diyarbekir'den İstanbul'a,Kerkük'ten Bağdat'a, Üsküp'ten Tahran'a kadar yayılmış, özlemi büyümüş büyümüş , büyümüş de bütün gönülleri kaplamış.

Yürümüştü şehir üstüne bir zamanlar Asur kralı,Yürümüştü üstüne üstüne Roma ve Bizans. Musul Atabeyleri ve Şah İsmail de yürüdü yürüdü üstüne. Aman vermedi Cihangir Bey. Kasabanın soylu beyi. Hilal ile Zühal'in Salavat-ı Şerifelerle derledikleri güller hep diri tuttu kasabayı.

Günlerden bir gün … Güneşin başka diyarlara gittiği, bulutların akına başladığı bir gün..Hüznün çöktüğü, sanki dağların göçtüğü bir gün. Ihlamur ağacının bayıldığı, meşenin darıldığı, kuşların küstüğü, bülbüllerin sustuğu, güllerin boyun büktüğü, çakıl taşlarının ağladığı bir gün; inmedi kasabaya Hilal ile Zühal. Gül kokusu doldurmadı kasabayı. Akşam bir hüzünle geldi,Gül alevli ışığı yanmadı o gece Hilal ile Zühal'in. Bitmek bilmeyen o gecenin kasveti karşısındaki d ağa çöktü.

Zülküfül Tepesi'nin tam karşısında duran sıra sıra dağlara. Bekledi dağlar. Fakat gül alevli, gül şavklı tepe yanmıyordu artık. Günler geçti, haftalar geçti, bu bekleyiş acı oldu. Dayanamadı yandı tutuştu dağlar. Yeri göğü sardı alevler günlerce…Göklerdeki yıldızlar ağlamaya durdu. Derken koyu bir yağmur boşandı gökten. Bu yağmurla sönen yanardağdan geriye kara kara taşlar, kayalar kaldı. Şimdilerde bu dağa Karacadağ derler

Kasaba beyinin biri birinden yiğit, biri birinden yakışıklı, civanmert iki oğlu;

“-Olsa olsa Hilal ile Zühâl ya Rumeli tarafına, ya Acem tarafına kaçırıldı.”

Diyerekten, biri bir al ata bindi güneşin doğduğu tarafa, diğeri beyaz bir ata bindi, yanlarına da bin atlı alarak güneşin battığı taraf yürüdüler.”-Gençliğimize eyvahlar olsun” dediler.”-Bulamazsam Hilal'i eyvahlar olsun, nasıl bağışlar atalarım” diye haykırdı. Ejder kanatlandı adeta batıya doğru.”-Eğer düşman elinden kurtaramazsam Hilal ile Zühal'i haram olsun anamın ak südü. Erkeğim ben diye nasıl bıyık sallarım.”

Diyerek bir fırtına gibi esti bin atlıyla güneşin doğduğu tarafa Ömer…

Bulutlarla yarıştı , yıldızlarla eşti adeta Ejder. Haykırıyordu bin Askere.

Rüzgarların yarışamadığı, şimşeklerin yoldaşı Ömer tayfun misali esiyordu. Birçok şehit haberi geldiyse de , Ömer ile Ejder'in Zaferden zafere koştukları bütün dünyaya yayılmıştı. Hilal ile Zühal'in şahsında yapılan bu cihadda yeryüzünde onlara rastlanmadı. Fakat, bahçelerde gül tomurcuklarının açtığı, bülbüllerin en güzel öttüğü, güneşin bir başka doğduğu bir günün akşamı cümle insanların bakışları kutlu tepeye döndü.

Yeni doğmuş ay, görülmemiş şekliyle, en tatlı biçimiyle kucaklamak üzere Zühal Yıldızını. Şehit kanlarında şavkıyan bir bayrak gibi. Anlaşıldı ki, Hilal ile Zühal yüceliğe

1

takılan pil sayesinde ölümden kıl payı kurtulmuştu. O bir önce gün kendisini nispeten iyi hissettiği halde bugün aniden rahatsızlanmıştı. Eve çağrılan doktor durumunu iyi görmemiş ve ona zaman kaybetmeden hemen Diyarbakır'daki doktoruna görünmesini tavsiye etmişti.

Ekrem sıkıntılı idi. İki gün önce gördüğü bir rüya yüreğine çöken bu sıkıntıyı daha da büyütüyordu. Yüreğine oturan bu sıkıntı onu, karşı konulmaz, derin bir karamsarlığın kucağına sürüklüyordu. O, olabilecekleri az çok tahmin edebiliyordu artık. Bu defaki rahatsızlık daha önce geçirdiği birçok rahatsızlıktan çok daha farklı geliyordu ona.Yolun sonuna gelindiğine dair kafasında şüpheler uçuşuyordu. Daha önce, çok daha ciddi ve çok daha şiddetli birkaç rahatsızlık geçirmiş olmasına rağmen, o zamanlarda, yüreği tüy kadar hafif, kafası son derece sakindi. Ne var ki, bu defa herşey çok farklı gelişiyordu. Ölümün soğuk nefesini hiçbir zaman bu kadar derinden hissetmemişti. Ölüm onu adeta iki adım öteden takibe almıştı. Hayatı boyunca binlerce defa gelip gittiği bu yollar, şimdi onunla adeta vedalaşıyordu. Karacadağ'ın tepesinde kaynayan kara bulutlar ona zamansız giden dostlarını, sevenlerini hatırlatıyordu. Karacadağ'ın yağmur altında ıslanan yosunlu taşları ona, Siverek Asri Mezarlığını ve o mezarlıkta yatan anne ve babasının hüzünlü yüzlerini hatırlatıyordu.

Karacadağ'a hüzün yağıyordu. Karacadağ sessiz sedasız inliyordu. İşlemeli kaftanlarıyla süt sağmaktan dönen Karacadağlı Berivanlar yoktu ortalıkta. Baharın ilk aylarında Karacadağ eteklerinde kenger toplayan genç kızların şen kahkahaları duyulmuyordu. Ömürleri bu dagda, bu yaylalarda geçen deneyimli çobanların kaval sesleri büsbütün susmustu.

Güneşin son ışınları Fırat'ın derin sularına gömüldüğünde, Ekrem gözlerini arabanın dikiz aynasından alarak, önce arka koltukta oturan eşine, sonra da oğlu Welat'a çeviriyor, onlara derin bir özlemle bakıyordu. Tam da o an, Welat'ın ne kadar da büyümüş olduğunu belki de ilk kez farkediyordu. Oysa daha birkaç hafta önce yine böylesi bir yolculukta Welat'a bakmış ve onu baba desteğine muhtaç bir çocuk olarak görmüştü.Welat'ın büyümüş olması Ekrem'in içindeki sıkıntıyı biraz olsun hafifletse de, o, nefesini ensesinde hissettiği ölümü çok erken buluyordu. Onun, çocuları, dostları ve halkı için yapacağı daha çok şey varken böyle aniden gitmesi kabullenilebilecek bir şey değildi. Düşünceleri onu yıllar öncesine götürüyordu.

Yıllar önce her birini bir şekilde yitirdiği yoldaşlarını hatırlıyordu. Doktor Şivan çok sevdiği o kutsal topraklara cansız uzandığında oğlu Dara dünyadan habersiz küçücük bir çocuktu daha. Muhterrem Biçimli, elim bir trafik kazasında yaşama veda ettiğinde kızı Laleş ve oğlu Şivan daha ufacık birer çocuktular. Siverek'te evinin önünde menfur bir cinayete kurban giden Ferit Uzun yaşama elveda dediğinde kızı Yekbun henüz dört-beş yaşında idi.Cellatlar Diyarbakır zindanında Necmettin Büyükkaya'nın canına kastettiklerinde kızı Serdil 9, Eliya ise henüz 4 yaşında idiler. Bu çocuklar babalarını görmeden, tanımadan büyümüşlerdi ve kimbilir yaşamlarında ne tür zorluklarla karşılaşmışlardı. Ekrem bütün bunları düşünerek kendi çocukları için duyduğu kaygının gereksizliğine kendini inandırmaya çalışıyordu.

Arka koltukta oturan ve yirmialtı yıl aynı yastığa baş koyduğu fedakar eşini düşündü. Cefekar eşi ile görücü usulü evlenmisti. Babası Mehmedê Şêxo'nun hayatı

Ekrem görücü usulü evlendiği halde hayatı boyunca bundan bir gün olsun pişmanlık duymamıştı. Eşi Nezihe, Kürt edebiyatının saygın simalarından şair ve tarihçi Osman Sebri'nin yeğeni idi. Köklü bir aile ortamında mazbut bir terbiye ile yetişmişti. Yörenin adetlerini ve kültürünü iyi biliyordu. Ekremin devrimci yaşam biçimine adapte olmakta hiç zorlanmamıştı. Dolayısıyla başta Ekrem'in yakın akrabaları olmak üzere herkese, Ekrem'in dost ve arkadaşlarına karşı son derece kibar ve fedakar davranmıştı. Onun bu davranışları, dost ve arkadaş delisi Ekrem'i fazlasıyla mutlu ediyordu. Kendini halkına adayan insanların ortak özelliği olan eşine ve çocuklarına zaman ayıramama sorunu Nezihe içinde söz konusu idi. Ama o Ekrem'in benimsediği yaşam tarzını ve çizgisini her şeyin üstünde tutarak bir gün olsun bunu sorun yapmamış.

Ekrem başını, oturduğu koltuğun arkasına yaslayarak gözlerini Karacadağ'ın zirvesine dikmişti. Eskiden bu zirvede bir Amerikan radar istasyonu vardı. Aklı erenler bunun Rusya'dan gelebilecek, olası bir saldırıya karşı tedbir olarak kurulduğunu söylüyorlardı. İlkokul günlerinde okulda sabahları kendilerine verilen Amerikan sütünü hatırladı. Yağ,süt ve peynir gibi yiyeceklerin bu radarlar karşılığında Amerika tarafından Türkiye'ye yardım olarak verildiğini öğrenmek için aradan uzun yıllar geçmesi gerekmişti. Aklına Şair Ahmet Arif'in Karacadağ üzerine yazdığı bir şiir dizesi gelmişti. Hangi şiirde neler söylediğini hatırlamaya çalıştı. Ne var ki, bütün çabasına rağmen hangi şiir olduğunu hatırlayamıyordu. Bu nedenle büyük bir üzüntüye kapıldı; Oysa dost ve arkadaş sohbetlerinde bu şiiri nasıl da severek okurdu. Sonra, Üniversite yıllarında Ankara'dan sınıf arkadaşı Şivan Perwer'in, Karacadağ'da, kalleş pusularda katledilen, ince boylu,yakışıklı Kürt yiğidi Mehemedo için söylediği o hüzünlü türkü geliyor aklına . İçinden bu türkünün birkaç kelimesini tekrarlamak geçti. Ne var ki, yapamadı. Şivan'ı, Şivan'nın Ankara'da ilk kez sahneye çıktığı o olaylı günü anımsadı. Şivan, 'Xezal Xezal' türküsünü söylediğinde yer yerinden nasıl da oynamıştı. Memleket elden gidiyor diye bütün güvenlik birimleri nasıl da seferber olmuştu. Birkaç yıl önce Şivan ile yaptığı bir telefon konuşmasında o günleri yad eylerken her ikisi de o geceyi ve o gecedeki heyecanı adeta yeniden yaşamışlardı

Sonra aklına birkaç yıl önce vefat eden yakın dostu Mehmet Uzun geldi. Uzun yıllar İsveç'te yaşayan ve sonra çok sevdiği memleketine geri dönen Mehmet Uzun, uzunca bir süre uzak kaldığı yurdunu, memleketini ve insanlarını adeta yeniden tanımak istiyordu. Bir roman hazırlığında olan Mehmet Uzun ile birlikte Fırat boylarını bir boydan bir boya, adım adım dolaşmışlardı. Gerger Kalesi'ne yaptıkları o çetin ve riskli gezi hafızasında halen canlılığını korumaktaydı. Mehmet Uzun ile birlikte Fırat çevresindeki o muhteşem coğrafyaya hayran kalmışlardı.Yılmaz Güney'in köyü Desmana, Necmettin Büyükkaya'nın doğduğu Karahan'a ve daha birçok köye uğrayarak dost ve tanıdıklarla bol bol sohbet etmişlerdi. Karahan Köyü'nde Necmettin Büyükkaya'nın doğduğu ev kendilerine gösterildiginde duygulanmış ve Mehmet ile birlikte derin bir üzüntünün içine yuvarlanmışlardı

Kararahan coğrafyası'nın Ekrem'in yaşamında özel bir yeri vardı. Dedeleri bu topraklardan Siverek'e göç etmişlerdi. 1950'li yılların sonunda Ekrem daha beş-altı yaşlarında küçük bir çocukken Babasi uzun bir zaman dan beri viran durum da olan ata-ecdat yadigari Yukarı Karahan Köyünü yeniden canlandırmak için Siverek'ten köye yerleşmişti. Yaz aylarında Siverek'te okullar tatile girdiğinde Ekrem, abileriyle birlikte köye giderdi. Onun o dönemden kalma unutamadığı bir sürü anısı vardı.

Sırtını kale gibi dik duran kayalıklara dayayan Asağı Karahan Köyü yaşanan kavgalar sonucunda uzunca bir süre kaderine terk edildiği için akrep yılan istilasina uğramıştı.

Köyün içinde ve çevresinde her adım başı boyu iki-üç metreyi geçen, zehirli yılanlara rastlanıyordu. Ekrem korkusunu yenmek için kendisinden birkaç yaş büyük ağabeylerinin arkasına sığınıyordu. Ne var ki, Ekrem gibi ağabeyleri de korkuyorlardı akrepten, çiyandan. Babası, çocuklarının yılan, akrep ve köpeklere karşı olan korkularını onların zaafı olarak görüyordu. Ekrem geceleri rüyasında akrep ve yılanlarla boğuşuyordu. Baba Mehmede Sexo bu köyün canlanmasını aşiret adına çok önemli bulduğundan Ekrem dahil bütün çocuklarının kendilerini bu çetin yaşam koşullarına şimdiden hazırlamaları gerektiğine inanıyordu.

Köyün arkasındaki yüksek ve dik kayalıklar, köyün karşısında, Fırat'ın öte tarafında yükselen muhteşem dağlar olmasaydı, Ekrem bir gün olsun bu köyde kalmak istemeyecekti. Köyün arkasındaki kayalıklardan Fırat'ın öte tarafında yükselen dağları seyretmek Ekrem'e büyük keyif veriyordu. Ekrem'in anne tarafı, yani dayıları Fırat'a yakın Meqtele köyünde oturuyorlardı. Annesinin çocukluk dönemine ait anıları ve Fırat'a ilişkin anlatığı birbirinden güzel bir sürü hikayeleri vardı. Bu anı ve hikayeler Ekrem'in çocukluk dünyasını süslüyordu. Yılın ilk karı bu karşıdaki dağlara düşerdi. Sonbaharın ilk haftalarında kuzeyden güneye uzanan bu sıradağlar beyaza bürünürlerdi. Nemrut ve Kalkene Zirveleri karlarla bezendiğinde Ekrem kendini bu dağların büyüsüne kaptırırdı. Her şeye rağmen Ekrem'in aklı fikri yine de hep şehirde, Siverek'te olurdu. Çünkü orada çok sevdiği mahalle arkadaşları ve akrabaları vardı. Selahattin Ekmen ve Sabri Karahan Ekrem'in hem akrabası hem de en çok sevdiği mahalle arkadaşları idiler. Evleri birbirine yakındı. Akraba oldukları için her zaman rahatlıkla birbirlerine gidip gelebiliyorlardı. Türközü İlkokulu'na birlikte gidiyorlardı. Kendilerine yapılan her türlü haksızlığın karşısına hep birlikte dikiliyorlardı. Gulabibey Camii'nin bahçesinin bir köşede duran asırlık dut ağacına hep birlikte tırmanırlardı. Ağaçtan düşme korkusunu yüreklerinde taşıyan anneleri onları dut ağacının altında bulunan eski mezarlıkla korkuturdu fakat onlar hiçbir korkuya aldırmadan en güzel oyunlarını evlerinin tam karşısında bulunan bu camiinin avlusunda oynarlardı. Camii imamının her türlü engellemelerine rağmen onlar camii avlusunun ortasında bulunan şadırvanı ve çevresini kendilerine oyun alanı olarak seçmişlerdi. Aşure günü geldiğinde Camii hocası onları sevindirmek için,beklenmedik bir sürpriz yaparak,onları minareye çıkarırdı. Minare'nin ikinci şerefesinden Siverek'i seyretmek onları hayal alemine uçuruyordu.

Karacadağ'a karanlık çökmek üzere idi. Diyarbakır'a doğru süren ve Ekrem için sonu belli olan yolculuk devam ediyordu. Ekrem gözleri kapalı düşünmeye devam ediyordu. Bütün yaşamı bir film şeridi gibi gözlerinin önünden akıp gidiyordu.

Arabadakiler onun uyuyor olabileceğini düşünerek içine gömüldükleri sesizliği bozmamaya çalışıyorlardı. Daha önce geçirdiği rahatsızlıklar sırasında Diyarbakır'a bir an önce varmak icin sabırsızlanan Ekrem bu defaki yolculuğun bitmesini hiç mi hiç istemiyordu. Anlaşılan Diyarbakır'ın yapabileceği fazla bir şeyin kalmadığına kendisini tamamen inandırmıştı. Yaşama dair umutları bir bir tükenmişti. Yaşam sahnesinde kendisine verilen kısa rolün sonuna gelinmişti. Saat ve dakikalara ayarlanan kameralar stop için düğmeye basılmayı bekliyorlardı.

Ekrem'in aklına kısa bir süre önce vefat eden çok samimi arkadaşı Turan Seyfioğlu gelmişti. Sosyal ve siyasi alanda yakın dostluğu olan ve çok sevdiği bu arkadaşının ölüm haberini ancak birkaç gün önce alabilmisti.. Çevresindekiler Turan'ın ölümünü ondan titizlikle saklamışlardı. Ne var ki, birkaç gün önce kendisini ziyaret etmeye gelen bir-iki eski arkadaşı sohbet sırasında boş bulunarak ona Turan'ın öldüğünü söylemişlerdi.Turan'ın ölüm haberi onun yorgun ve yaralı yüreğine balyoz gibi inmişti. O'nun ölüm haberine üzülen Ekrem gözlerinde biriken gözyaşlarını silerken, kendisine bu haberi veren misafirler kırdıkları bu potun yol açtığı faciayi farketmiş ve Ekrem'e geldiklerine geleceklerine bin pişman olmuşlardı.

Ekrem'in,Turan Seyfioğlu ile bir sürü anısı vardı. 12 Eylül fırtınasından kurtulmak için yurtdışına birlikte çıkmışlardı. Suriye sınırını geçmek için fırsat kolladıkları o zor günlerde açlığa, susuzluğa Turan ile birlikte göğüs germişlerdi.

Gece karanlığında, yağmur altında gerçeklestirdikleri o zorlu yolculuk geldi aklına.

Yüreklerinde halka ve davaya olan bağlılık, geleceğe dair büyük ve sarsılmaz bir inançla çıktıkları bu yolculukta aynı kaderi paylaşan bir sürü insan vardı. Hepsinin kafasında aynı düşünceler ve aynı heyecan vardı. Pust pusulara kurban gitmemek için deneyimli rehberler eşliğinde, kör karanlıklara karşı dikkatlice yürüyorlardı. Ekrem, Turan ile yan yanaydı. Hava yağmurlu idi. Yağmur altında ıslanan taşlar sabun misali kayganlaşmıstı. Bu zorlu yolculuğa baş koyanların çoğu ilk kez böylesi bir yolculuğa çıkmıslardı. Sınır geçişleri, gece yolculuğu birçokları için sadece roman ve hikayelerden ibaretti. Islak taşlara basanlar kayarak yere yuvarlanıyorlardı. Çamura batanlar devrimci mücadelenin zor ve çetin yasalarıyla ilk kez yüzyüze geliyorlardı.

Karanlık gece onlara bitmeyecekmiş gibi geliyordu ancak her şey halk için denilerek bütün zorluklara göğüs geriliyordu. Düşüp kalkmaktan canları çıkan gruptakiler bir-iki dakikalığına mola verdiklerinde, Turan Seyfioğlu yanıbaşında yorgunluktan bitap düşen Ekrem'e dönerek ''Yahu Ekrem Lenin'in, 'devrim yolu zordur, çetindir, engebelidir, belalıdır' dediği yol yoksa bu mudur?'' diyor. Turan'nın bu zorlu yürüyüş sırasında yaptığı bu anlamlı espiri Ekrem'e güç veriyor. Ekrem çok eskilerde kalan bu anıyı hatırlayarak Turan için birkez daha ağlıyordu.

Sonra aklına Siverek'te yakalanması ve Mamak'ta geçirdigi cezaevi günleri geliyor. Her tarafın toz duman olduğu o günleri düşünürken yüreği titriyor. O günler

yaman günlerdi. Cezaevi döneminde ve sonrasında geçirdiği o zor günlerde kendisinden kaçan ya da onu sahiplenen insanları bir bir aklından geçiriyor. Zor günlerin dostluğunu ve arkadaşlığını en iyi o yıllarda tanımıştı. Yine de, o her şeye rağmen insanları seviyordu. Eli kalem tutan, cebinde parası olan herkesin Siverek'ten vebadan kaçarcasına uzaklaştığı o çetin dönemde, o, insan sevgisi, Siverek aşkı diyerek Siverek'ten bir adım olsun uzaklaşmamış ve Siverek'te yaşamaya devam etmisti. En önemlisi de, o bir gün olsun bu yönde aldığı, bu kararından pişmanlık duymamıştı.

Diyarbakır-Siverek arasındaki yol Diyarbakır'a doğru biraz daha kısalıyor.

Karacadağ eteklerinde bir korna sesi yankılanıyor. Korna sesi Ekrem'e Ambulans sesini anımsatıyor. Ambulans onu yedi yıl önce bu mevsimde Hollanda'ya yaptığı bir ziyaret sırasında karşılaştığı bir olaya götürüyor. Hollanda'da kendisine misafir gittigi akrabasıyla şehir içinde bir yere gittikleri bir gün yolun trafiğe kapatıldığını görmüşlerdi. Sağlı sollu kapatılan yolun ortasında sirenleri yanıp sönen bir ambulans duruyordu. Anlaşılan ciddi bir kaza meydana gelmişti. Yarım saat sonra yol açılmış ve kuyruğa giren arabalar yoluna devam etmişlerdi. Olayla ilgili bilgi almak icin yol kenarında bekleşen insanlara durum sorulduğunda kendilerine, sahibinden habersiz sokağa çıkan bir kedi yavrusuna araba çarptığını ve komşuların hayvan hastanesine telefon açarak buraya ambulans çağırdıklarını, yapılan ilk müdahaleden sonra kedi yavrusunun hastahaneye kaldırıldığını söylemişlerdi. Hollanda günlerine dalmışken, Almanya, Belçika ve Fransa'da geçirdiği o güzel günlere uzanıyor, Paris'te gün boyu Sen Nehri'nde yaptığı o güzelim bot gezisini anımsıyordu. Gezi sırasında sağda solda mermer sütunlarıyla birçok muhteşem yapı ve saray görmüştü. Ne var ki, gece yatağa girdiğinde rüyasında Siverek'te, Nigar Düzü'nde kirveleri Hemo Tirko'nun gülen yüzünü görmüştü.

Gidilecek yere varılmıştı. Araba hastanenin kapısında durduğunda Ekrem bütün gücünü toplayarak ve hiç kimsenin yardımına ihtiyaç duymadan birkaç basamaktan oluşan merdivene yöneliyor. O, ölümle olan bu son randevuya başı dik yürümek istiyordu. Bu merdivenleri daha iyi durumda olduğu günlerde bile zor bela çıkabilmişken şimdi burdan bir tüy hafifliğiyle çıkıyordu ya da en azından ona öyle geliyordu. Doktorlar gerekli müdehaleyi yapmışlardı ancak yapılabilecek bir şey yoktu. Ölüm de, Ekrem Karahan da bu defaki randevuya sadık kalmışlardı.Günün birinde gerçeklesmesi kesin olan bu randevuyu ertelemenin bir anlamı yoktu. Ölüm ben geldim diyorsa, Ekrem Karahan'a da ''HOŞGELDİN SEFA GETİRDİN'' demek düşerdi. Nitekim, öyle de oldu. Ekrem yaşama gözlerini ebediyen yumduğunda, yakışıklı yüzüne güzel şeyler yapmanın mutluluğu konmuştu. Cenazesi Siverek'e doğru yola çıkarıldığında, ona karşı yerine getirilecek son görev için insanlar dört bir yandan yollara dökülmüşlerdi bile. Ekrem Karahan yaşamı boyunca hep yenilikler peşinde koşmuştu. O geride bıraktığı bir vasiyet ile Siverek tarihinde bir ilkin altına bir kez daha imzasını atıyordu. Vasiyeti gereği mezarı başında okunan Kürtçe telqin sayesinde Siverek halkı kendi dilinden ilk kez telqin dinleme imkanına kavuşuyordu.

Belgede Diyarbakır Karacadağ (sayfa 164-172)

Benzer Belgeler