• Sonuç bulunamadı

2.2. Çocuğun Eğitimi

3.1.3. Galatasaray Lisesi (Mekteb-i Sultanî)

1866’daki Girit isyanından sonra Avrupa devletleri Osmanlı’da reform meselesini gündeme getirmişler ve Osmanlı Devleti’ne reform projeleri sunmuşlardır.

Osmanlı Devleti, bunlar arasından Fransız projesini kabul etmiştir. Bu projenin kabulünden sonra eğitim sistemimizde Fransız tesiri artar. Sultan Abdülaziz, Fransa ziyaretinden sonra Fransız okulları seviyesinde bir okulun açılmasına izin vermiş ve 1867’de Galatasaray Mekteb-i Sultanîsi açılmıştır. Batı etkisine açık olan Galatasaray Sultanîsi, tam bir “Tanzimat Okulu”dur. Bu okul, hem devletin dış ilişkilerini, hem de milletler arası eşitliği ve bu eşitlik içinde imparatorluğun bütünlüğünü savunan Osmanlıcılık ideolojisini temsil eder. Bütün Osmanlı tebaasına açıktır.237

Galatasaray Lisesi’nin kuruluşunu ve ilk eğitim yıllarını değerlendiren Adnan Şişman, bu okulun kuruluşunu “Şark’ta Fransız tesirini yaygınlaştırmak ve kökleştirmek” amacı doğrultusunda değerlendirir. Bu okul, Osmanlı gençleri arasında Fransız dil ve edebiyatını yayacak, Batı’daki ilmî gelişmeleri anlatacak, zor durumda olan Osmanlı İmparatorluğu’nun iyileşmesine katkıda bulunacak, din ve ırk ayrılığını ortadan kaldıracaktır. Hıristiyan ve Müslüman çocuklarının birlikte okuyacakları bu okulda her iki dine mensup öğrenci sayısı eşit olacaktır. Öğrencilerin ibadetlerini yerine getirmeleri için gerekli tedbirler alınacaktır. Müslüman öğrencilere dini vazifelerini öğretmek üzere okulda bir hoca bulunacak, gayr-i Müslim öğrenciler de mensup oldukları dinin ibadet yerinde, cemaat reislerinden dinlerini öğreneceklerdir.

Fransız elçisi M. Bourée, bu okulun kuruluşuyla yakından ilgilenmiştir.

Müslüman öğrenciler rüştiyelerden geleceklerdir. Fransızca bilmeyen bu öğrenciler, öncelikle Fransızca öğrenecekler, Hıristiyan öğrenciler de Türkçe dersleri alacaklardır.

M. Bourée, eğitim başarısı için Türk diline çok önem verir. Okulda, Fransızca dışındaki Batı dilleri öğrencilere isteğe bağlı olarak öğretilecektir.

kurtarmaktır. Bir arkadaşı aracılığıyla Zehra’yı “Marabat Mektebi”ne yazdırır. Zehra, on beş yaşına gelinceye kadar burada yatılı okur. On beş yaşında, bu okuldan aldığı tasdikname ile Dâr’ül-muallimât’ın sınavına girer. Sınavı kazanır ve bu okulda yatılı okumaya başlar. Bu arada annesi ve büyükannesi ölmüştür. Babası ise hapistedir. Bu okulda Zehra’nın arkadaşı yoktur. Tek meşgalesi, dersleridir. Beş yıl sonra bu okuldan mezun olur. Kendi isteğiyle İstanbul’dan uzak bir yere tayin edilir. Hem Reşat Nuri Güntekin, hem de Halide Edib Adıvar, Dâr’ül-muallimât’ta okuyan kahramanlarını kimsesiz olarak anlatırlar. Bu okul onların tek sığınaklarıdır. Her iki yazarın kahramanları Anadolu’da çalışmak isterler.

237 Tekeli, İlhan, “Tanzimat’tan Cumhuriyet’e Eğitim Sistemindeki Değişmeler”, Tanzimat’tan Cumhuriyet’e Türkiye Ansiklopedisi, İletişim Yayınları, İstanbul, 1985, Cilt 2, s. 468.

Kuruluş çalışmaları tamamlanan Galatasaray Mekteb-i Sultânîsi, Beyoğlu’nun Galata semtinde, eskiden kışla olarak inşa edilmiş olan binada, 1 Eylül 1868’de dörtyüz dokuz öğrenci ile eğitime açılmıştır.238

Galatasaray Lisesi’nin eğitim süresi, ilk kısım üç, orta ve yüksek kısım altı olmak üzere toplam dokuz yıl olarak belirlenmiştir. 1871 yılında ilk mezunlarını veren Mekteb-i Sultanî, diploma almaya hak kazanan sekiz öğrencisine, Fransız liselerinin diplomalarına denk bir diploma vermiştir.239

Halide Edib’in eserlerinde yeniliğe açık olan kahramanlar, Batılı eğitim veren okullarda okumuşlar veya çocukluktan itibaren Batılı bir eğitimcinin -genellikle mürebbiye- terbiyesinden geçmişlerdir. Onların değiştirmeye çalıştıkları kişiler ise, içine kapalı ailelerde yetişmişlerdir. Galatasaray Lisesi de dönemin Batılı eğitim veren okullarındandır.240 Bu nedenle Halide Edib’in kahramanlarından bazıları bu okulda eğitim almışlardır.241

Seviye Talib romanında çocuklukları beraber geçen Fahir ve Numan yakın arkadaştırlar. Feneryolu’nda birbirine komşu olan köşklerde otururlar. Her ikisinin annesi anlaşarak çocuklarını Galatasaray’da okutmaya karar verirler. Fahir ve Numan, okul kıyafetlerini çok beğenirler.

Mev’ud Hüküm romanında, Doktor Kasım Şinasi’nin hastalarından Ayşe Kadın’ın, Mehmet isimli bir oğlu vardır. Ayşe Kadının kocası çok hastadır ve çocuğunu

238 Şişman, Adnan, Galatasaray Mekteb-i Sultanîsi’nin Kuruluşu ve İlk Eğitim Yılları (1868–1871), Edebiyat Fakültesi Basımevi, İstanbul, 1989.

239 Engin, Vahdettin, Mekteb-i Sultani, Galatasaraylılar Derneği, İstanbul, 2003.

240Milli Mücadele anılarının anlatıldığı Türk’ün Ateşle İmtihanı’nda Halide Edib’in çocuklarının eğitimi hakkında bilgi verilir. Kendisi kolejde okuyan Halide Edib, çocuklarını da kolejde okutmuştur.

241Halide Nusret Zorlutuna’nın romanlarında da Galatasaray Lisesi’ne yer verilir. Ancak bu okul, Halide Nusret’in eserlerinde Halide Edib Adıvar’ın romanlarında olduğu kadar geniş olarak anlatılmaz.

Aydınlık Kapı romanında Lerzan’ın çocukları Süha ve Ömer, anneleri İsmail ile evlenip gittikten sonra Galatasaray Lisesi’nde yatılı okurlar. Yine aynı romanda, Ziya Bey de bir süre Galatasaray Lisesi’nde okumuştur. Babası oğlunun okumasını çok ister ancak Ziya Bey, babasının beklentilerini boşa çıkarır. Bunun da sebebi Ziya Bey’in babası Ömer Efendinin, tek çocuğu olan Ziya Bey’i şımartması, ona karşı zayıf olmasıdır: “Bu şartlar altında -biçare (çaresiz) babanın büyük arzusuna, özenmesine rağmen- oğlan bittabi okumamış, bir baltaya sap olamamıştı.

Yalnız, Mektebi Sultani’de –şimdiki adıyla Galatasaray Lisesinde- geçirdiği birkaç sene zarfında bir parça Fransızca öğrenmiş; İstanbul’un mirasyedi beyzadeler, paşazadeler muhiti (çevresi) ile de teması temin ederek onlardan şıklık, hovardalık dersleri almıştı.” (s. 45) Anne babanın çocuğu aşırı derecede şımartması onu olumsuz etkilemektedir. Ziya Bey, eğitimini tamamlamadığı gibi sorumsuz biri olarak yetişir. Yazar, onun Galatasaray Lisesi’nde aldığı dil eğitimini de olumsuz yönde kullandığına dikkat çekmektedir.

okutamayacak kadar fakirdir. Kasım Şinasi, Mehmet’in eğitimiyle ilgilenir ve Mehmet’i Galatasaray’a yazdırır. Böylece bu fakir çocuğun eğitimi sağlanmış olur. Mehmet, her pazar sabahı Kasım Şinasi’yi ziyaret eder ve elini öper.

Sinekli Bakkal romanında Selim Paşa bahçıvanbaşı Rumelili Bayram Ağa’nın yeğeni Bilâl’i Sultani’ye yazdırır. Rabia, Bilâl’in kıyafetine hayran olur. Halide Edib bu okulun kıyafetinin cazibesine iki romanda da dikkat çeker.

Tatarcık romanında anlatılan ve yeni kurulan Cumhuriyetin genç neslinin temsilcisi olan ve “Yediler” diye bilinen kahramanların çoğu –Recep Hariç- Galatasaray Lisesi’nden mezundur. Bu gençlerden biri olan Safa, yedi yıl okuduğu Galatasaray Lisesi’nin atmosferine bir türlü alışamamıştır. Galatasaray tam anlamıyla bir Batı müessesesidir. Safa ise daha çok eski medrese görüşüne bağlıdır. Safa’ya göre Galatasaray, yapmacıklı bir İstanbul ile gerilemiş bir Avrupa kültürünün karışımıdır.

Galatasaray’da okuyan gençler ise onu bazen “softa”, bazen de “Bolşevik” diye dışlamışlardır.

Bu yedi gençten biri olan Ahmet de Galatasaray Lisesi’nde okur. Babası bakkaldır. Ahmet matematikte çok başarılıdır. Fakir bir aileden gelir ve fakirliği sosyal bir hastalık olarak görür. Ailesi büyük fedakârlıklarla onu Galatasaray Lisesi’nde okutur. Ahmet bu okulda fakirliğini daha yoğun hisseder. Okuldaki öğrencilerin çoğu varlıklı ailelerden gelmektedir. Bunlar aynı zamanda iyi giyimli, davranış bakımından Batılı ve lüks evlerde yaşayan kişilerdir. Ahmet, Safa’nın aksine bu çevreyi benimser ve onlar gibi olmaya özenir. O, paranın tek güç olduğuna inanır. Fakat bu inanış Ahmet’te, fakirliğinden kaynaklanan bir başkaldırıya dönüşmez.

Galatasaray Lisesi yazarın, Batılı eğitim vermesi dolayısıyla, Türkiye’de Şark, Garp ve Amerikan Tesirleri isimli kitabında sık sık övgü ile bahsettiği bir okuldur.

Halide Edib, Galatasaray Lisesi’ni “garba açılan bir pencere” olarak görür. Bu okuldan yetişenler, yabancı dilleri öğrenirler ve iş hayatında da başarılı olurlar:

“1838’den sonra Türkiye’de ilk ve orta mekteplerin sayısı artmıştı. Galatasaray Lisesi Tanzimat devrinde mühim bir rol oynamış, Bulgaristan’ın bir hayli tanınmış şahıslarının bu mektebin mahsulü olduğuna bu satırları yazan da şahit olmuştur. Bu mektep sivil hizmetlerde de faydalı oldu. Adeta Garba açılan bir pencere vazifesini gördü. Bundan başka da her hangi bölgeye gidecek memurlar ora halkının en fazla

konuştukları dilleri de öğrenirlerdi. İmparatorlukta konuşulan başlıca dilleri bilen bir hayli memur yetişmişti. Mahdut sahalarda dahi olsa verimli neticeler alındı.”

(Türkiye’de Şark, Garp ve Amerikan Tesirleri, s. 68)

Halide Edib, eğitimi olumsuz etkileyen şahısların başında Abdülhamid’i görür.

Abdülhamid, Tanzimat edebiyatının en önemli kısımlarını okullardan kaldırmıştır.

Kendisi için tehlikeli gördüğü kavramları ifade eden kelimeleri sözlüklerden çıkarttırır.

Abdülhamid hem öğretmenlere hem de eğitim programlarına müdahale etmiştir. Ders programları değiştirilmiş, dini içerikli dersler arttırılmış, hikmet (felsefe) ve tabiiye (fen bilgisi) dersleri programdan çıkartılmış, diğer müspet bilim derslerinin saatleri azaltılmıştır. Ayrıca Mülkiye Mektebi, Galatasaray Lisesi ve idadîlerin idareci ve öğretmenlerinin nasıl davranacakları da bir kararname ile belirlenmiştir.242

Halide Edib’e göre kolejlere giden Müslüman Türk öğrencilerin sayısının çok az olmasının nedeni, Abdülhamid yönetiminin buna engel olmasıdır. Yazar, Abdülhamid’i sevmez ve Sinekli Bakkal romanında olduğu gibi hatıralarında da ondan olumsuz bahseder.

242 Abdülhamid dönemindeki eğitim sistemi hakkında Yahya Akyüz şu bilgileri vermektedir: “Sarayın bu müdahaleleri üzerine Mülkiye Nizamnamesi ve ders cetvelleri değiştirilmiş, dinî dersler arttırılmış, Hikmet (Felsefe), Tabiiye programdançıkarılarak diğer müspet bilimlerin de saatleri azaltılmıştır. Tarih-i Umumî Tarih-ile Osmanlı TarTarih-ihTarih-i bTarih-irleştTarih-irTarih-ilmTarih-iş ve programda az yer alabTarih-ilmTarih-işlerdTarih-ir. 1899’da Methal-Tarih-i Hukuk (Hukuka Giriş) ile Tarih ve 1895’te Edebiyat ve bazı dersler tamamen kaldırılarak boşalan saatler dinî derslere ayrılmıştır.

Ayrıca, 1891’de Mülkiye Mektebi, Galatasaray Lisesi ve idadilerin müdür ve öğretmenlerinin hareket tarzını belirleyen bir kararname hazırlanmıştır. Buna göre müdür ve öğretmenler “sadakat ve istikamet erbabı” arasından seçilecek, öğretmenler derslerde çeşitli vesilelerle öğrencilerine, Devlete

“sadakat ve istikamet” telkin edecekler, dinî bilimleri öğretmekte özel çaba gösterecekler, dersin dışında hiçbir konuya değinmeyeceklerdir. Bütün bu hususları Maarif Nezareti sürekli denetleyecektir. Nitekim Nezaret Mülkiyeye özel bir müfettiş atamıştır.

Program değişiklikleri her düzeydeki okullarda da yapılmış, öğretmenlerin davranışları sıkı bir gözetim altına alınmıştır. Bir arşiv belgesinden 1899’da sekizi ulemâdan, dördü memurîn-i mülkiyeden on iki kişilik bir “teftiş heyeti” kurulduğu biliniyor. Görevleri şöyle gösteriliyor: Maarife bağlı tüm okullarda öğretmenlerin durumlarını ve programları, gereksiz ve ahlâksızlığa neden olabilecek derslerin okutulup okutulmadığını denetlemek; Osmanlı Tarihinin okutulmasını denetlemek. “Hikmete müteallik (Felsefe grubuna ilişkin) dersler ekseriya Felsefe kısmının tâliminden ibaret kalarak, bu ise kütüb-i diniyenin tetebbuu ile ikmâl-i tahsil edemeyenlerce (dinî kitaplar da okuyup öğrenimlerini tamamlayamayanlar için) bazı mertebe muzır (zararlı) olacağı derkâr (ortada, açık) olduğundan bu derste bazı cihâtın (yönlerin) nazar-ı dikkate alınıp alınmadığının tahkiki.” 1895’lerde yayınlanan İstanbul İlkokulları Talimatnamesinde, öğretmenlerden çocuklara “sürekli dinî öğütlerde bulunmaları, onları Padişaha, Devlete sadık ve iyi Müslümanlar olarak yetiştirmeleri” istenmektedir.

“Programdakilerin dışında hiç bir kitap okutulmayacak, okutan öğretmenler azledilecektir.” (Akyüz, Türk Eğitim Tarihi, s. 231, 232.)

3.1.4. Üniversite

Tanzimat’la birlikte pek çok alanda değişimler yaşanmış, bunun sonucunda bir üniversite açma isteği ortaya çıkmıştır. 1848 yılında, Geçici Maarif Meclisi’nde, üniversite açılması için çareler araştırılmış ve Ayasofya civarında Darülfünun binası yaptırılmaya başlanmıştır. Bu bina, ancak on sekiz yılda tamamlanmış ve 12 Ocak 1863’ten itibaren, bazı odalarında serbest dersler verilmiştir.

Bu kurumun en önemli tarafı, dört bin ciltlik bir kitaplığa, mükemmel denilebilecek bir fizik ve kimya laboratuarına sahip olmasıdır. Devrin sadrazamı Fuat Paşa’nın emri ile ilk dersi, Kimyager Derviş Paşa vermiştir. Bunu, Salih Efendi’nin verdiği Biyoloji, Ahmet Vefik Paşa’nın verdiği tarih, Cevdet Paşa’nın verdiği coğrafya ve Osman Efendi’nin verdiği Astronomi dersleri izler. Belirli bir programı ve öğretim kadrosu olmayan bu Darülfünun, konferansları verenlerin devlet işlerini aksattıkları gerekçesiyle bir yıl sonra kapatılmıştır.243

Halide Edib, üniversitede hocalık yapmış bir eğitimci olarak eserlerinde üniversiteden bahsetmiş, üniversitede okuyan ve burada çalışan kahramanlara yer vermiştir. Halide Edib, müstakil yazılarında da üniversite konusunu çeşitli cepheleriyle ele almış, bu konuda sık sık yabancı bilim adamlarının görüşlerinden yararlanmıştır.

Yazar, “Üniversite İdeali” başlıklı yazısında, Profesör Blackstone ile İngiliz üniversiteleri hakkında yaptığı mülâkattan bahseder. Halide Edib, kitaplarını okuduğu bu profesörün düşüncelerine değer verir. Üstelik bu profesörün İngiliz üniversiteleri hakkındaki fikirleri ile Türkiye’deki üniversitelerin durumu benzeşmektedir.

Blackstone’a göre, geçici modalar, üniversitelerin fikrî seviyesini düşürmektedir.

Hükümetin üniversite öğrencisi sayısını arttırma isteği, üniversitelerde eğitim kalitesini düşürmüştür. Sayıyı arttırma isteği yüzünden, mizaç ve kabiliyet olarak üniversite eğitimine uygun olmayan gençler üniversiteye girmişlerdir. Blackstone, İngiliz üniversitelerinin asırlardan beri maddî menfaatten uzak bir bilim ideali taşıdığını belirtir. Ancak modern ve yeni üniversitelerde bu ideali görmemektedir. Halide Edib, bu profesörün sözlerinden yola çıkarak, bir kez daha bizde üniversite öğrencisinin sayısını arttırmak isteyenlere bunun yanlış olduğunu hatırlatır. Blackstone, kalabalık sınıflarda

243 Koçer, Türkiye’de Modern Eğitimin Doğuşu ve Gelişimi (1773–1923), s. 74.

sadece kâtipler sürüsü yetişebileceğini, hocaların bu kalabalıkların içinden yetenekli öğrencileri seçemeyeceğini belirtir. Bu sistemde, başarılı öğrenciyle meşgul olmak imkânsızdır ve öğrenciden beklenen şey, sınıfta öğrendiklerini tekrardan ibarettir.

Hocalar, bir sürü sınav kâğıdını okuma meşguliyeti arasında bu kâğıtlardaki yetenekli öğrencileri de ayırt edemeyeceklerdir.

Halide Edib, hoca sayısının arttırılmasının bu sorunu çözüp çözmeyeceğini Blackstone’a sorar. Blackstone’a göre, üniversitenin fikir inzibatına girmemiş, birçoğu bir makineden çıkmış izlenimi veren pedagog ve teknisyenleriyle bu sorunun çözülmesi mümkün değildir. Hız ve sayıya önem verilerek, kalite göz ardı edilmektedir. Bunlar son derece doğru tespitlerdir. Üniversitelerin bilim merkezi olmaktan çıkıp sadece diploma veren müesseselere dönüşmesi yanlıştır. Halide Edib de Blackstone’un görüşlerine katılmaktadır. Halide Edib, eğitimde kalitenin şartlarından birinin, hem öğrenci, hem de hoca sayısının sınırlandırılması olduğunu vurgulamaktadır.

Üniversitelerde çok özel bir eğitim verilmelidir. Herkes üniversiteyi merkez alırsa üniversitenin anlamı kalmaz. Halide Edib, bu düşünceleriyle, yıllar sonra eğitim sisteminde düşülecek bir yanılgıyı adeta önceden görmüş gibidir.

Blackstone, Oxford ve Cambridge üniversitelerini beğenir. Buradaki hocalar sadece bilim peşinde koşarlar, öğrenciler de çok çalışkandır. Bu üniversitelerde hoca bir yol göstericidir. Bu sistem sayesinde dünyanın en büyük ilim kafaları yetişmiştir. Bu başarılı sistemi, yeni açılan üniversiteler uygulamamışlardır. “Sözde demokrasi” sistemi ile üniversitelerin ahengi bozulmuştur. Üniversitelere, bilimden çok siyaseti hedefleyen öğrenci grupları hâkim olmuştur. Bu öğrenciler, bilimle uğraşmak yerine, tenkid ve mücadeleyi seçmişlerdir. Blackstone, bu yeni üniversitelerdeki “sözde demokrasi”

sisteminin Amerika’dan alındığını, ancak bu sistemin İngiltere’de başarılı olma şansının bulunmadığını belirtir. Halide Edib, burada bir açıklama yapmak ihtiyacı hissetmiş ve İngiliz profesörün bu sözleriyle öğrencilerin siyasetle uğraşmasına karşı olmadığını ifade etmiştir. Çünkü köklü İngiliz üniversitelerinde de öğrencilerin bir siyasî görüşü vardır. Profesörün endişesi, üniversitelerin ilmî yanının siyaset endişesi içinde arka planda kalmasıdır. Halide Edib, bunun İngiltere gibi bir ülke için tehlike oluşturmadığını, bu tehlikenin daha çok Batı medeniyetinden uzak kalmış ve demokrasinin olmadığı ülkeler için söz konusu olduğunu belirtir. Yazar, Blackstone’un

bütün tespitlerine katılır. Bizde, muhtariyetini henüz elde eden üniversitelerde, hocaların ilmî çalışmalarını siyasî yorumlardan ve baskılardan uzak tutmalarını temenni ederek yazısını bitirir.

Yazarın üniversite ortamından, özlediği üniversite hayatından, üniversite eğitiminin özelliklerinden bahseden diğer bir yazısı da Tanin’de yayınlanan ve “Vatan’ı Oynayacak Sanatkârlara” başlığını taşıyan konferans metnidir. Konuşmanın alt başlığı,

“Üniversite Kafası ve Tenkit”tir. Halide Edib konuşmasına, “üniversite kafası”nın ne anlama geldiğini açıklayarak başlar. Yazara göre “üniversite kafası” mutlaka üniversiteden yetişen kişi demek değildir. Edebiyat, sanat ve bilim dallarında kendini yetiştiren, alanında bilgilerin esaslarını kavramış, bunlar arasında münasebetler kurabilen insanlar, akademik kafaya sahiptir. Bu özelliklere sahip insanlar çoğunlukla üniversitelerden yetişir. Hatta üniversiteler böyle insanlar yetiştirmek için vardır.

“Üniversite kafası” deyimi de bu tür insanlar daha çok üniversiteden yetiştiği için kullanılmaktadır. Her üniversite eğitimi alan kişi “üniversite kafasına” sahiptir denilemez. Bilgilerini üniversiteden alan bir insanın bilgileri düzensiz bir yığın halindeyse, bu bilgiler arasında terkipler oluşturamıyorsa, ne kendisine ne de başkasına faydası dokunur. Böyle birinde “üniversite kafasından” da söz edilemez:

“İstitrat kabilinden burasını da ilâve edeyim ki, her üniversite tahsili yapmış adam, mutlak üniversite kafası sayılmaz. Hattâ bilgilerini üniversiteden almış olduğu halde bunlardan kendisi de istifade edemeyen ve kimseye faydası dokunmayan kafalar mevcuttur. Bu kafaların bilgileri tertipsiz bir yığın halindedir, yani bilgileri birbirine örülmüş, terkip haline gelmiş değildir. Malumatları kadınların parça bohçasına benzer.”244 Bilginin varolması tek başına yeterli değildir. Bilgiler arasında sentezlere ulaşmak şarttır.

Halide Edib daha sonra, eski ilmin yatağı olan medrese ile yeni ilmin merkezi olan üniversiteyi kıyaslar:

“Medrese kafasının yaptığı ilim teessüs etmiş, kabul edilmiş nazariyelere dayanır. Daima yanlış olmasa bile, medrese kafasının kendi hesabına doğruyu bulmak hürriyeti elinden alınmıştır. Ve medreseyi üniversiteye inkılâp ettiren garp, yaratıcı ilmin de, tıpkı yaratıcı sanat gibi, hürriyete dayanması lâzım geldiğini ispat etmiştir.

244 Adıvar, Halide Edib, “Üniversite Kafası ve Tenkit”, Tanin, nr. 20, 7 Ağustos 1324/ 20 Ağustos 1908.

Fakat bu ilk adımdır. Bundan sonraki ayırt etme ve terkip devresi de yine bir iç inzibatına dayanır ve bugün yüzümüzü çevirdiğimiz garp medeniyeti ancak içindeki hürriyet ihtiyacıyla inzibat ihtiyacını birbirine mezc edebildiği zaman doğmuştur.

Çünkü eski zamanlarda, yani medrese devrinde de güzeli çirkinden, iyiyi kötüden ayıran sanatkâr ve mütefekkir yetişmiştir. Fakat büyük ilim, insanları tabiata hâkim kılan ilim bilgisi, ancak ve ancak doğruyu yanlıştan ayırt edebilecek, hakikati tanıyacak bir yol tutulduğu zaman doğmuştur. Bugünkü üniversite kafası ve onun tenkitteki büyük rolü, âlimin doğruyu bulmak için hürriyetle iç inzibatını ölçü ile birbirine mezc edebilmesiyle başlamıştır.”245

Yazar daha sonra, “üniversite kafası”na sahip bir insanın özelliklerini maddeler halinde sıralar:

“l. İster eski, ister yeni, milletinin bütün fikir ve sanat hazinesine bir kül halinde bakan;

2. Bu hazinenin içindeki güzeli çirkinden, iyiyi kötüden, doğruyu yanlıştan ayırt eden;

3. Bu taramayı yaptıktan sonra, kendi millî meselelerimizi kendimize uygun bir şekilde va’z eden;

4. Millî meselelerle dünya meselelerinin münasebetini ölçen;

5. Hars sahasında en güzel ve en iyiyi, ilim sahasında en doğruyu nerede bulursa alıp millî hazinemize ilâve etmeğe gücü yettiği kadar çalışan;

Bu saydığımız şeylerin bazen birini, bazen birkaçını, nadiren de hepsini birden kavrayan üniversite kafası mevcuttur. Fakat bütün bu kafaların memlekette ahenkle çalıştıklarını, birbirlerini tamladıklarını gördüğümüz zaman, memlekete lâzım olan üniversite kafasını yetiştirdiğimize inanabiliriz.”246

Halide Edib sözlerini, tavsiyelerini sıralayarak bitirir:

“1. Millî harsımızı ve fikir hazinelerimizi bir kül halinde kavramağa çalışalım, bir devri ötekine bağlayan zinciri koparmayalım. Millî mirasımızda güzel, iyi ve doğruyu ayırt edip bunlardan bir terkip yapmağa gücümüz yettiği kadar çalışalım.

245 Adıvar, a.g.m.

246 Adıvar, a.g.m.

2. Bunu yapabilmek için aydınlık bir kafa ile düşünelim ve dünü bugünle korkmadan mukayese edelim.

3. En çok, en zayıf olduğumuz garp ilminin metodlarını da ruhunu da kendimize mal edelim. Üniversitemize nispeten geç girmiş olan ilim denilen şeyi ve ilmî görüşü bize verebilecek bütün vasıtaları Cumhuriyet rejimimize vermiştir. Hocasına da, talebesine de düşen vazife bu vasıtaları kullanmaktan ibarettir.”247

Halide Edib, “terkip” fikrinin yeni dünya düzeninin bir gereği olduğunu, edebiyatta ve fikir hayatında bu terkibi bulmanın da üniversite kafasının işi olduğunu

Halide Edib, “terkip” fikrinin yeni dünya düzeninin bir gereği olduğunu, edebiyatta ve fikir hayatında bu terkibi bulmanın da üniversite kafasının işi olduğunu