• Sonuç bulunamadı

“Anadolu’nun 10.000 yıllık yerleşme tarihinde, Anadolu toprakları çok zengin ve nitelikleri çok farklı göç deneyimleri yaşamış ve bugünkü kültürel çeşitliliğini bu süreçler sonrasında kazanmıştır” (Tekeli, 2008: 42). Konumu itibariyle göç yolları üzerinde bir kavşak durumunda olan bu toprakların binlerce yıllık göç tarihinin burada, Osmanlı Devleti’nin kuruluşundan modern Türkiye’nin 21. yüzyılına kadar olan bölümü kısaca özetlenmeye çalışılacaktır. Osmanlı İmparatorluğu göç ve iskân politikaları aracılığıyla her zaman topraklarındaki demografik yapıyı devlet eliyle planlama ve kontrol etme çabasında olmuş, işgal sonrası nüfus dönüşümüne önem veren politikalar uygulamıştır. Bu nedenle, Osmanlı İmparatorluğu’nda görülen başlıca göç tarzı, ele geçirilen topraklardaki yerleşim birimlerinin yeniden canlandırılması amacıyla buralara yapılan nüfus hareketleridir (Yalçın, 2004: 106).

Tekeli (2008: 142), 16. yüzyıldaki klasik Osmanlı düzeninin zorunlu yer değiştirme hareketlerinin biçimini belirleyen özellikleri, merkezi otokratik bir ülke olma, gaza ilkesi etrafında sürekli büyüme içinde bulunma, topraktaki tımar sisteminin hem artı ürünün denetlenme biçimini hem de imparatorluğun askeri gücünü belirlemesi, millet sistemi içinde örgütleyerek değişik din gruplarının imparatorluğun bütünlüğünü tehlikeye düşürmeden bir arada yaşamasına olanak vermesi olarak ifade etmektedir. Birey haklarının kurumsallaşmadığı bu dönemde, imparatorluk insanların zorunlu yer değiştirmesini “sürgün” sistemiyle kurumsallaştırmıştır (Tekeli, 2008: 144). 17. ve 18. yüzyıllarda iskân politikalarında da değişimler yaşanmış bu dönemde konargöçer toplulukların iskânı ağırlık kazanmıştır. Anadolu’da batıdan doğuya doğru Yörük, Türkmen ve Kürt aşiretleri, güneyinde ise Arap aşiretlerinin iskânıyla hedeflenen hem tarımsal üretimi artırmak hem de imparatorluk sınırları içindeki asayişi sağlamaktır. 18. yüzyılda ekonomide ve dış ticarette yaşanan gelişmelere bağlı olarak gerçekleşen gönüllü yer değiştirmeler ve aşiretlerin iskânına bağlı zorunlu yer değiştirmelerin öne çıktığı görülmektedir. 19. yüzyılda ise İmparatorluktan kopan topraklardan gelen kitlesel Müslüman-Türk akımlarının yanı sıra, özel mülkiyet hakları, artan kapitalist ilişkiler, sultanın mutlak otoritesine getirilen sınırlamalar, mal, kapital ve beşerî sermaye akımını kolaylaştıran düzenlemeler gibi gelişmeler nüfus hareketlerinin gönüllü hale gelmesi

ve devletin rolünün azalması bakımından önem arz ederken İmparatorluğun uyguladığı iskân politikalarında da önemli değişimler gerektirmekteydi (Tekeli, 2008: 146-149).

Göç ya da göçmen denince akla ilk gelen toplumlardan biri olan Romanların sürekli bir göç halinde oldukları vurgusu yapılırken, onların “kök saldıkları” pek çok mekânın olduğu gerçeğinin ise güncel tartışmalarda çoğu kez göz ardı edildiğini dile getiren Gökçen (2015: 37) Anadolu ve Trakya’nın, Romanların ilk göç dalgalarından bu yana, “ev” edindikleri ve kültürlerinin şekillenmesinde önemli rol oynayan coğrafyalar olduğunu ifade etmektedir. Roman grupların Hindistan’dan ayrılarak bugünün İran ve Ermenistan topraklarından geçerek Bizans etkisi altındaki Anadolu’ya göçünün önemi büyük olmakla beraber devamında Balkanlar, Romanlara dört ila altı yüzyıl süresinde ev sahipliği yapmış, Osmanlı’da ise Romanlar saray çevresi ve orduda zanaat ve becerileriyle karşılık bulmuşlardır (Gökçen, 2015: 39-43). Romanlar bugün de Anadolu kültürel mozaiğinin ayrılmaz bir parçasıdırlar. Her dönem Anadolu’yu uğrak yer olarak kullanan ve uzun dönemler yurt edinen bir diğer grup ise Yahudiler olmuştur. Anadolu’daki Yahudi varlığının Roma İmparatorluğu dönemine kadar dayandığı bilinse de tarihte Türkler ile Yahudilerin ilk en belirgin teması Selçuklular döneminde Bizans baskısından kaçan Yahudilere vergi karşılığında tanınan din ve vicdan özgürlüğü ile oluşmuş ve o günden bugüne Osmanlı İmparatorluğu döneminde 14. ve 15. yüzyıllarda Avrupa’dan Aşkenaz Yahudilerinin göçleri, İspanya ve Portekiz’den Sefarad Yahudilerinin göçleri, 16. Yüzyılda Avrupa’dan, Apulya, Bohemya, Hollanda ve Padolya’dan (Lehistan) göçler, Güneydoğu Avrupa ve Balkanlar’dan göçler, Orta Avrupa’dan ve Rusya’dan göçler ve son olarak modern Türkiye zamanında ve İkinci Dünya Savaşı yıllarında yaşanan göçler göz önüne alındığında Türkiye Yahudiler için çoğu zaman güven duyulan ülke olagelmiştir (bknz: Güleryüz, 2015: 50-70). Durugönül’ün (2013: 415) de belirttiği üzere özellikle 1933 yılında Almanya’da Nazi rejiminin başlaması üzerine Türkiye’ye sığınan aralarında bilim insanlarının, sanatçıların ve filozofların da bulunduğu çoğunluğu Yahudi olan mültecilerin, Türk sanat ve bilim anlayışı üzerinde olduğu kadar Türk üniversite sisteminin yeniden düzenlenmesinde oynadıkları büyük rol Türk bilim ve sanat tarihi açısından oldukça önemlidir.

Afrika’dan Türkiye’ye yönelen göçlere baktığımızda 16. yüzyıl ile Birinci Dünya Savaşı arasında dört yüz yıllık dönemde büyük oranda kölelik kurumu üzerinden gerçekleşen zorunlu göçler sonralarda yerini 1990’lara kadar yaşanan bir boşluğun ardından ve özellikle 2000 yılından sonra hızla yoğunlaşan gönüllü Afrikalı göçmenlere bırakmıştır (Şaul, 2015: 77-78). 1787 ve 1828-29 yıllarında yaşanan Osmanlı-Rus Savaşlarını takiben Osmanlıların Kafkasya’da sınırlarının daralması ve Rusların yayılmacılığı sonucunda 1 milyonun üzerinde

Çerkez’in anavatanlarını terk etmek ve Osmanlı’ya sığınmak zorunda kalması 1864 Çerkez sürgünü olarak da bilinen bir başka zorunlu göç deneyimi olarak yerini almaktadır (Kaya, 2015: 140-141). Aynı dönemde Kırım Savaşı’nın ardından kitlesel boyutlara ulaşan Kırım Tatarları’nın ve Nogaylar’ın göçü dalgalar halinde iki yüz yıla yakın sürmüş, Osmanlı yönetimi göç eden diğer gruplara olduğu gibi Kırım Tatarı ve Nogaylara da arazi tahsisi, vergi muafiyeti vb. uygulamalardan faydalandırmıştır (Yakut, 2015: 122-130-131).

Osmanlı’nın parçalanması ile birlikte ayrılan ve ulus devlet kuran ülkelerde ortaya çıkan kitlesel göçler bazı askeri, politik, ekonomik ve sosyal kaygılar nedeniyle Osmanlı topraklarına yönelmiştir. Bu gelişmelerin 19. yüzyılda ulus-devletleşme süreci, sosyal, ekonomik ve kültürel reformlar gerektiren modernleşme süreciyle de paralellik gösterdiği unutulmamalıdır:

Sosyal ve politik yapılar değişirken, kitle göçlerinin de aynı döneme denk gelmesi bu değişimleri daha da hızlandırmış ve toplumun sosyal yapısını dönüştürmüştür. …Bu göçmenler sadece demografik yapıyı değiştirmekle kalmamış aynı zamanda sosyal, politik, ideolojik ve ekonomik değişimlere yol açmışlardır. Bu nedenle, zorunlu ya da değil, göçün Osmanlı’nın değişiminde ve sonrasında günümüz Türkiye’sinin oluşumundaki rolü yadsınamaz (Kale, 2015: 167).

Peş peşe yaşanan Balkan Savaşları, Birinci Dünya Savaşı ve Ulusal Kurtuluş Savaşı sonucunda Osmanlı’dan kopan her toprak parçasından Anadolu’ya ve Anadolu’dan başta Balkanlar olmak üzere oluşan yeni ulus devletlere göçler gerçekleşmiş, sular durulduğunda Anadolu’nun nüfus kompozisyonu ve etnik yapısı önemli ölçüde değişmiştir (Tekeli, 2008: 155-158).

“Cumhuriyetin ilanından sonra, ülkemizde görülen önemli göç hareketlerinden en ilginç olanı, Lozan’da 30 Ocak 1923’te imzalanan ve resmi adı ‘Yunan ve Türk Halklarının Mübadelesine İlişkin Sözleşme ve Protokol’ sonucunda ortaya çıkan göçtür” (Yalçın, 2004: 107). Ulus devletleşme sürecinde homojen toplumlar yaratmak amacıyla en sık başvurulan yöntemlerden biri olan nüfus mübadelesi sonucunda farklı etnik yahut dini kimliğe sahip olan gruplar değiş tokuş edilmektedir. Yunanistan ile Türkiye arasında yapılan nüfus mübadelesi bunun en tipik örneklerindendir. Ne var ki bu yöntemin ne derece işlevsel olduğu tartışma konusudur.

Farklı bir toplumsal ve ulusal sınıflandırma sistemine alışmış olan bir Batılı gözlemci, bunun hiçbir şekilde bir vatana iade olmadığı, iki sürgüne gönderme –Hıristiyan Türklerin Yunanistan’a, Müslüman Yunanlıların da Türkiye’ye- olduğu sonucuna bile varabilir (Lewis, 1984: 352 akt. Macar, 2015: 185). Sürgün, mübadele veya geri gönderme her ne şekilde adlandırılırsa adlandırılsın nüfus mübadelesinin dünyaya bıraktığı kötü miraslardan birisi, devletlerin nüfuslarını kovulabilir, değiş-tokuş edilebilir bir mal olarak görmeleri fikrinin ortaya çıkması olmuştur (Macar, 2015: 188). Diğer bir deyişle bazı devletlerin sürgün olarak nitelendirdikleri göçler, diğerleri tarafından iradi göç olarak nitelendirilmiş, özünde büyük insanlık trajedilerini ve devlet

zafiyetlerini barındıran göçler de barış adına mübadele adı altında meşrulaştırılmaya çalışılmıştır (Özgür Baklacıoğlu, 2015: 193).

Sanayileşme öncesinde insanların toprağa bağlı olmaları nedeniyle yaşanan yer değiştirme hareketlerinin insanların kendi rızasıyla gerçekleşmeyeceğini yani gönüllü olmadığını dolayısıyla bunun ancak sanayileşmiş modern toplumlarda söz konusu olabileceğini ifade eden Tekeli (2008) göçün temelde modernitenin bir kavramı olduğu sonucuna varmaktadır. Bu nedenle göç olgusunun modernleşme süreciyle yakından ilgili olduğu ön kabulünden hareketle utangaç Osmanlı modernitesinin gelişmeye başladığı 19. yüzyılın ortalarından bugüne geçen yüz elli yıllık dönemi niteliksel olarak dört göç kategorisi altında incelemektedir: Bu kategorilerden ilki 1860-1927 yılları arasında imparatorluğun ulus- devletlere parçalanması sırasında siyasal nedenlerle ortaya çıkan, kaybedilen topraklarda barınamayan Müslüman nüfusun büyük kitleler halinde Anadolu topraklarına sığınmasını kapsayan balkanlaşma göçleridir. Bu göçlerin İmparatorluğun ulus-devletlere parçalanması sürecinde yaşanması nedeniyle hem dış göç, savaş ve şiddet ortamında meydana gelmeleri nedeniyle hem de zorunlu göç kategorisinde ele almak gerektiğini dile getirmektedir. İkincisi, 1954-1980 yılları arasında geç sanayileşme ile birlikte gelen ve Türkiye’de hâkim göç türü olan kırdan kente göçü içeren kentleşme sürecidir. Kentleşmeyi her ulusun sanayileşme sürecinde yaşaması gereken yapısal ve sancılı bir dönüşüm olarak nitelendiren düşünür kentleşme ile tek yönlü bir yer değiştirme ve aynı zamanda toplumsal bir dönüşümden bahsetmektedir. Yapısal bir dönüşümün ortaya çıkardığı göçlerden değil, ekonomik fırsatların mekânsal dağılımının eşitsiz olmasından kaynaklanan bir göç türü olan ve 1975’lerden sonra hâkim hale gelen kentler

arası göç ise üçüncü kategoriyi oluşturmaktadır. Yazar, bu kategoriyi kentten kente göç eden

bireyle ilgili bir dönüşüm beklentisi artık taşınmaması ve bu göçlerin salt bir yaşam yeri değiştirmesi olarak öne çıkması nedeniyle bir önceki kategoriden ayrı bir biçimde ele almaktadır. Dördüncü kategoride ise, günümüzde insanların çok kez yer değiştirdikleri yani yaşamları boyunca bir güzergâh üzerinde mobil halde bulunduklarından hareketle, insan mekân ilişkisinin değişimi bağlamında göç kavramının yetersizliği üzerinde durmakta ve alternatif olarak yaşam güzergâhları kavramını ele almanın önemini vurgulamaktadır (Tekeli, 2008: 43- 44).

Nasıl ki dünya tarihi ve de medeniyetler tarihi temelde bir göç tarihi ise Türkiye Cumhuriyeti tarihi de bir göç tarihidir. Cumhuriyetin inşası, endüstrileşme ve kalkınmanın tabii gereği olan göç toplumsal hareketliliğin bir aracı olarak toplumsal değişme sürecini her dönemin değişen şartlarına özgün bir biçimde etkilemiştir. Özellikle 1950’li yıllardan itibaren; “yeni teknolojilerin girmesi, entansif tarım, toprak yetersizliği, toprağın mirasla parçalanması,

hızlı nüfus artışı ve yaşam biçiminin sınırlılığı, kentlerdeki sosyal ve kültürel olanaklardan yararlanma isteği, kentlerin iş bakımından daha cazip olması, haberleşme ve ulaşım imkânlarındaki gelişmeler ve çeşitli düzeylerde verilen yönetimle ilgili kararlar ve uygulamaya konulan politikalar”(Şen, 2014: 233) vb. gelişmeler nedeniyle gerçekleşen iç göçler sonucunda Türkiye’nin demografik yapısında ciddi dönüşümler meydana gelmiştir.

Yalçın (2004: 115-117) Türkiye’de yaşanan iç göçleri açıklamaya yönelik düşünceleri; kırsal yapıdaki teknolojik dönüşüm, bazı kentlerdeki sanayinin hızla gelişmesi, hızlı nüfus artışı, köyün itici ve çekici nedenleri, kırsal kesimdeki kan davaları ve terör olayları şeklinde özetlemektedir. Bu süreçte tarımsal makineleşmenin üretime dâhil olması ile birlikte meydana gelen işgücü fazlasının kentlere yönelmesi, plansız sanayileşme sonucu kentleşmenin belirli bölgelerdeki kentlerde kümelenmesi, nüfus artışının getirdiği işgücü arzı fazlalığı, kentlerdeki yaşam standardı ve imkânların boyutunun köydekiler tarafından bilinir hale gelmesi gibi gelişmeler sonucu oluşan kentleşme hareketleri Güçlü’nün de (2002: 27) belirttiği üzere birçok gelişmekte olan ülkede olduğu gibi Türkiye’de de 1950’li yıllardan sonra görünür hale gelen çağdaş bir olgudur. Bu ve benzeri nedenler üretim dışı kalan işgücünün yeni geçim kaynakları elde etmek için büyük kentlere göç etmesine yol açmıştır (Durugönül, 1997: 97). Devletin niteliğinin değişmesiyle beraber refah devleti anlayışı içerisinde nüfus yer değiştirmelerinin temelini kalkınma ve halkın refahı oluşturmuş, kentleşmenin hızlanması ile beraber kentlere iskânın önemi artmıştır (Tekeli, 2008: 160-163). Cumhuriyetin kurulduğu günden bugüne Türkiye nüfusu yaklaşık 6 kat artış göstermiş bu artış 1950’lere kadar kır ve kentte oransal olarak benzerken tarımda makineleşme ve kentleşme ile birlikte 1950’lerden sonra kırdan kente göç ile birlikte dengeler kentten yana oldukça değişmiştir. 1945 yılında kent nüfusunun toplam nüfus içerisindeki payı %25.04 iken 2012 yılında bu oran %77,30 olmuştur (Şen, 2014: 252).

Türkiye’ye yönelik ve Türkiye’den başka ülkelere yönelik göç akışlarını tarihsel olarak incelerken ortaya konabilecek bir dönemselleştirme pratiği ise 1923-1960, 1960-1980 ve 1980’ler sonrası şeklindedir (Eder, 2000; İçduygu, 2008 akt. İçduygu ve Biehl, 2012: 9-10). İçduygu ve Biehl’e göre ulus devlet kuruluşunun ilk aşamalarını kapsayan 1923-1960 arası dönemde devletin kültürel, dilsel ve dini olarak homojen bir “Türk” toplumu yaratmak amacıyla yürüttüğü “Türkleştirme” politikalarının sonuçlarını görmekteyiz. 1914’te yüzde 19 olan gayrimüslim azınlıkların oranı 2005 yılına gelindiğinde sadece binde iki olarak hesaplanmıştır (İçduygu ve Biehl, 2012: 10-11). 1960-1980 arası dönemde her ne kadar ulus-devletlerin nüfuslarını homojenleştirmeleri sonucu oluşan göçler devam etse de bu dönemi karakterize eden gelişmeler artan kentleşme ile birlikte kırsal kesimden kentlere ve yurtdışına yönelik işgücü göçü olduğunu söylemek mümkündür. Yurtdışına yönelik işgücü göçünün ardından

gerçekleşen aile birleşimleri ve iltica başvuruları nedeniyle Türkiye uzun süre göç veren ülke konumunu korumuştur. Ancak 1980’lerden sonra Türkiye etnik yahut dini kimliği Türk olmayan göçmenlerin de uğrak noktası haline gelmeye başlamış ve Türkiye, Türkiye’ye gelen veya oradan geçen “yabancılar” olgusuyla tanışmıştır (İçduygu, 2004; 2008 akt. İçduygu ve Biehl, 2012: 13).

Sirkeci ve arkadaşları (2012: 380); şiddetli çatışma (örneğin: silahlı çatışmalar, zorunlu yer değiştirme, faili meçhul cinayetler), sosyo-ekonomik yoksunluk (örneğin: işsizlik ve yoksulluk), siyasi yoksunluk (örneğin: siyasi parti yasakları) ve kültürel ve toplumsal ayrımcılık ile Türkiye’de kendini gösteren insani güvensizliklerin Türkiye’den göçün anahtar faktörleri olduğunu ifade etmektedir. Bu anahtar faktörlerden biri olan sosyo-ekonomik yoksunluk sonucunda 1950’li yılların ikinci yarısında Almanya’nın da işgücüne olan talebi ile birlikte Türkiye göç literatürünün büyük bir bölümünü oluşturacak olan konuk işçiler, başta Almanya olmak üzere Avrupa’nın farklı yerlerine göç etmeye başlamışlardır. O yıllarda bu hareketliliğin uzun soluklu bir göç ağı oluşturacağı bilinmemektedir çünkü planlanan, Türk işçilerinin 1 yıl süre ile Almanya’da çalışmasının ardından yurda dönecekleri ve Türkiye’nin endüstrileşmesi için ihtiyaç duyduğu nitelikli işgücünü oluşturacakları yönündedir, lakin bu hiçbir zaman gerçekleşmemiştir. 1973’te patlak veren enerji krizi ile birlikte Avrupa genelinde işçi alımları durdurulmuştur. Önceki dönemlerde bir tür çifte standart uygulamasıyla İtalya, İspanya ve Yunanistan gibi ülkelerden gelen işçilere tanınan ancak Türk işçilere tanınmayan aile birleşimi hakkı nihayetinde aynı yılın sonlarına doğru tanınmış ve Türkiye’den Almanya’ya göç bu yolla devam etmiştir (Abadan-Unat, 2015: 264-265). Yabancı işgücüne olan ihtiyacın azalması pek çok Türk vatandaşının giriş izni almasını zorlaştırırken, bu süreçte birçok hareketlinin (göçmenin) sonraki otuz yıl boyunca kayıt dışı göçmen haline dönüşmesine neden olmuştur (Sirkeci vd., 2012: 376). Türkiye’de göç sürecinin belli bir üniversiteye bağlı bir şekilde yahut özerk bir araştırma merkezi tarafından belirli aralıklarla sistematik bir biçimde takip edilmemiş olması nedeniyle verilerin niteliği ve yıllara göre dağılımı önemli farklılıklar göstermektedir (Abadan-Unat, 2015: 263). İlk kez 1958 yılında az sayıda işçinin Federal Almanya’ya gitmesiyle başlayan Türk işgücü göçünün (Yalçın, 2004: 121) geçtiği belli başlı beş aşamayı Abadan-Unat (2002: 38) şu şekilde özetlemiştir:

1) 1950’li yıllar: Bireysel Girişimler ve Özel Aracılar

2) 1960’lı yıllar: İkili Anlaşmalara Dayanılarak Devlet Eliyle Düzenlenen “Artan İşgücü İhracı”

3) 1970’li yıllar: Ekonomik kriz, Yabancı İşçi Alımının Durdurulması, “Turist” (illegal) Göçmenlere Yasal Bir Statü Kazandırılması, Ailelerin Birleşmesi, Çocuk Paraları

4) 1980’li yıllar: Çocukların Eğitim Sorunları, Getto Yaşamı, Dernekleşme Hareketleri, Sığınma İsteklerinin Artması, Vize Zorunluluğu, Dönüşü Özendiren Yasalar

5) 1990’lı yıllar: Yabancılar Yasası, Yabancıların Kimlik Kazanması, Artan Yabancı Düşmanlığı, Etnik İşletmelerin Yaygınlaşması, Etnik ve Dinsel Derneklerin Yaygınlık Kazanması, Siyasal Hakların İstenmesi (Abadan-Unat, 2002: 38).

1960’lar Türkiye göç tarihinde her ne kadar uluslararası işçi göçü ile öne çıkmış olsa bu tarihler aynı zamanda beyin göçünün de görünür hale geldiği zamanlardır. Nitelikli işgücünün ve profesyonellerin çalışmak için Avrupa’yı tercih etmesinin yanı sıra yüksek öğretim için giden öğrencilerin birçoğunun da geri dönmemesinin altında Türkiye’deki istihdam piyasasında mevcut sıkıntılar, siyasi ve ekonomik istikrarsızlıklar, bilgi ve becerilerini verimli bir biçimde kullanamamak gibi birçok sorunun yattığı aşikârdır. Bakırtaş ve Kandemir’in de (2010: 966) belirttiği üzere uzun yıllar nitelikli işgücünün Avrupa ülkeleri başta olmak üzere yurtdışına yönelmesi ekonomik çıktıları olumsuz etkilemiş ve önemli ölçüde nitelikli işgücü açığı ortaya çıkarmıştır. Yurt dışında çalışan Türk vatandaşlarının büyük bir çoğunluğunu Avrupa’dakiler oluştursa da 1973 yılında Avrupa’nın yabancı işgücü istihdamına son vermesi beraberinde petrol ihraç eden ülkelere yönelik yeni dış göç akımını da beraberinde getirmiş, Ortadoğu’ya yönelik Türk işgücü akımı Türkiye’nin işgücü ihracatının önemli bir bölümünü oluşturmuştur.

Almanya’dan Türkiye’ye göç, Türkiye’den Almanya’ya göçü sayısal olarak 2006 yılı itibariyle aşmış ve sonraki beş yıl boyunca negatifte kalmıştır (Sirkeci vd. 2012: 377-378). Bu istatistiğin ortaya çıkmasında Türk kökenli Avrupa vatandaşlarının geriye göçü büyük rol oynamış olsa da Avrupa vatandaşlarının da Türkiye’ye göçü artan bir oranda devam etmektedir. Balkır ve Kaiser, Suzan Erbaş’ın (1998) Alman göçmenlerden hareketle yapmış olduğu çalışmayı, AB’nin diğer ülke vatandaşlarını da kapsayacak şekilde genişleterek tamamlayıcı nitelikte bir sınıflandırma ortaya koymuştur. Bu çalışmaya göre Türkiye’de yaşayan gruplar şu şekildedir: a) AB menşeli ya da yabancı şirket veya kurumların görevli ve temsilcileri, b) Eşi Türk vatandaşı olan AB vatandaşları, c) Karma evliliklerle kurulan AB-Türk ailelerinin çocukları, d) Emekli AB vatandaşları, e) Alternatif bir yaşam tarzı arayan AB vatandaşları, f) Türk kökenli AB vatandaşları, g) “İstanbul Boğazı Almanları” h) Mülteciler (özellikle Nazi rejimi çerçevesinde Almanya’dan gelenler) (Balkır ve Kaiser, 2015: 225-226). Anadolu topraklarında Avrupalıların varlığına baktığımızda tarihsel açıdan Osmanlı dönemine eğilmekte fayda vardır. Zira bu dönemde o dönemden beri “Levanten” olarak adlandırılan bu grubun sahip olduğu imtiyazlar -dahası kendilerine tanınan kapitülasyonlar- sayesinde ticari faaliyetlerini serbest bir biçimde yürütmüş böylece Anadolu topraklarındaki varlıklarını uzun yıllar sürdürmüşlerdir. 1980’lerden itibaren uygulamaya konulan liberal ekonomi

politikalarıyla birlikte Türkiye’nin yabancı sermaye için cazip hale gelmesi sonucu oluşan ticari ilişkiler beraberinde “ulusaşırı seçkinler” olarak da anılan yüksek nitelikli göçmenleri de getirmiştir. Avrupa’dan Türkiye’ye göçler bağlamında bu grubun yanı sıra Özbek (2010: 161) iki grubun varlığından daha söz etmektedir: Birinci grubu ucuz geçim masrafları, yumuşak iklim ve çekici doğayı gerekçe göstererek “yaşamlarının sonbaharını” burada geçirmek isteyen emekliler ve ikinci grubu Almanya’da var olduğunu iddia ettikleri soğukluk ve maddiyatçılık gibi yaşam koşullarına eleştirel yaklaşan kültür pesimistleri (medeniyet eleştirmenleri) oluşturmaktadır. Literatürde uluslararası emekli göçü (international retirement migration) veya emeklilik sonrası göç (post-retirement migration) olarak geçmekte olan göç türü için geleneksel olarak tercih edilen İspanya, Portekiz, İtalya gibi ülkelere 2000’li yıllarda Yunanistan ve Hırvatistan gibi ülkelerin yanı sıra Türkiye de eklenmiştir (Özerim, 2012: 4767). Diğer birçok ülkede olduğu gibi Türkiye’de de emekli göçleri daha çok tercih edilen iklim şartlarına sahip olan turistik yerleşim yerlerini seçmiştir. Bugün Akdeniz ve Ege sahillerinde bulunan kasaba ve ilçeler hatırı sayılır ölçüde emekli Avrupa vatandaşı nüfusuna sahiptir.

“Türkiye, göç hareketlerinin hemen her biçiminden etkilenen bir coğrafyada bulunmanın sonuçları ile karşı karşıyadır (Ünver, 2009: 86).” Türkiye’nin düzensiz göç tarihini dönemselleştirirsek, özellikle İran devrimi sonrası oluşan akınlardan etkilenen ve 1979-1987 yıllarını kapsayan ortaya çıkış dönemi; sığınma, transit göç ve döngüsel göç gibi farklı göç türlerini ortaya çıkaran ve 1988-1993 yıllarını kapsayan olgunlaşma dönemi; artan düzensiz göç miktarıyla birlikte ulusal düzenlemelerin uluslararası düzenlemeler ile uyumlu hale