• Sonuç bulunamadı

2.3. İklim Değişikliğinin Kısa ve Uzun Vadeli Sonuçları

2.3.4. Ekosistem Üzerindeki Etkiler ve Biyo-çeşitliliğin Azalması

Görece çok kısa süre içerisinde kendini gösteren antropojenik iklim değişikliği sonuçlarının, çok daha uzun zaman dilimlerinde oluşmuş dengelere sahip olan ekosistemler ve biyo-çeşitlilik üzerinde de köklü değişikliklere neden olan etkileri mevcuttur. Önceki bölümlerde de değinildiği üzere antropojenik iklim değişikliğinin sonuçları arasında yer alan aşırı soğuk, aşırı sıcak, sel veya kuraklık gibi aşırı uç hava olaylarının şiddetinin ve meydana gelme sıklığının artması ekosistemleri tehdit eden unsurların başında gelmektedir. Bununla beraber bölgeler arası farklılıkların giderek artması ekosistemi ve biyolojik eşitliliği olumsuz etkilemektedir.

İklim değişikliğinin etkilerini elle tutulur bir biçimde göstermeye başladığı son birkaç on yıllık dönemde kara ekosistemlerinin de bundan payını aldığı görülmektedir. Bilindiği üzere canlılar içinde bulundukları yaşam şartlarının değişmesi durumunda ya bu değişime adapte olmaya çalışırlar ya da şartların daha uygun olduğu yerlere göç ederler. Uyum sağlama yahut göç etme kapasitesi olmayan veya görece zor olanlar ise yok olma tehlikesiyle yüzleşirler. Bu noktada antropojenik iklim değişikliğinin hızı ve etki alanı büyük önem taşımaktadır. Örneğin Denhez’in (2007: 58) ifade ettiği üzere, uzmanlar, ılıman alanda, biyo-coğrafi kuşağın her 1oC’lik artış için 100 ila 170 km’lik bir ritimle kuzeye doğru yer değiştirmesini bekleseler de aslında bitki türlerinin çoğunun kutuplara doğru yer değiştirme hızının her 1oC için 4 ila 200

km arasında olması nedeniyle göç kapasitesi düşük olan türler yok olacaktır. İklim değişiminin en belirgin özelliği olan sıcaklık artışına bağlı olarak yüksek enlemlerde ve kuzey bölgelerinde yaşayan türlerin göç etmesi oldukça zor olduğu için ciddi bir tehlikeyle karşı karşıyadırlar (Demir, 2009: 45).

Antropojenik iklim değişikliği nedeniyle yüzyılın sonuna kadar karasal habitatların %35 oranında tahrip olması, birçok bitki ve hayvan türünün tükenmesi; sıcaklık artışının ve buna bağlı doğal hayat kaybının en yüksek olacağı Kanada, Rusya ve İskandinavya gibi yüksek kuzey enlemlerinde ise habitat kaybının %70’lere ulaşabileceği tahmin edilmektedir (Godrej, 2003: 83 akt. Oğuz, 2009: 48). Benzer şekilde yüzyılın sonuna kadar İber yarım adasının güneyi, Yunanistan’ın doğusu ve Kafkaslar ısı artışına bağlı kuraklıklar nedeniyle çöl ekosistemlerini andırır hale gelebilir (Denhez, 2007: 59 akt. Oğuz, 2009: 48).

Yağışlarda meydana gelmesi beklenen azalmalar, orman yangınlarının daha sık ortaya çıkması, toprak erozyonunun artması ve nesli tükenen türlerin yerini alabilecek türlerin bulunmaması sebebiyle, Akdeniz bölgesindeki mevcut bitki türlerinin zenginliği yirmi birinci yüz yılda azalabilir (Demir, 2009: 46).

İklim değişikliği ormanların sağlığını ve verimliliğini de büyük oranda etkilemektedir. Zira çalışmalar iklim değişiminin ormanların kompozisyonunu ve fonksiyonunu etkileyebileceğini göstermekte olup 2050 yılına kadar iklim değişimi ile dünyadaki ormanların 1/3’nün tür kompozisyonunun değişeceği öngörülmektedir (Demir, 2009: 47). İklim değişikliğinin neden olduğu yüksek sıcaklık ve kuraklıklar nedeniyle ormanlık alanlar orman yangınlarına karşı çok daha duyarlı hale gelmektedir. “Son yıllarda, aralarında İspanya, Yunanistan, Portekiz ve Türkiye’nin de bulunduğu Akdeniz Havzası ülkelerinden çoğu büyük çaplı tahribata yol açan ve kontrol edilebilmesi uzun zaman alan orman yangınları ile karşı karşıya kalmaktadır” (Oğuz, 2009: 61).

Küresel ısınma ve iklim değişikliğinin etkilediği bir diğer alan ise su ekosistemleridir. Dahası, “…bu olumsuz etkinin özellikle su ekosistemlerinde, kara ekosistemlerine göre daha hızlı ortaya çıkacağı öngörülmektedir” (Demir, 2009: 44). Daha önce de ifade edildiği üzere veriler iklim değişikliğinin yağış rejimlerini olumsuz etkileyerek bazı bölgelerde sellere neden olurken bazı bölgelerde kuraklıkların yaşanmasına neden olmaktadır. Diğer bir ifadeyle yerkürenin sıcaklığının insan faaliyetlerinden ötürü artması sonucu iklim değiştikçe, su sistemleri büyük ölçüde düzensiz hale gelerek değişmekte ve bu da su rejiminin değişmesini beraberinde getirmektedir (Talu, 2015: 34-35). Birçok bölgede, değişen yağış rejimleri veya eriyen karlar ve buzullar, hidrolojik sistemleri değiştirmekte ve su kaynaklarını nicelik ve kalite yönünden etkilemekteyken, buzullar ise iklim değişikliği nedeniyle neredeyse tüm dünyada küçülmeye devam etmekte ve su kaynaklarının akışlarını etkilemektedir (IPCC, 2014b: 51).

Isınmayla birlikte artan buharlaşmaya bağlı olarak yağışların artmasının su kaynaklarını artıracağı öngörüsünün teoride doğru olsa da pratikte bölgesel farklılıklar nedeniyle oldukça farklı sonuçlara yol açacağından daha önce bahsetmiştik. Bu bağlamda, kar yağışlarının giderek yağmura dönüşmesi sonucu kar ve buzulların çok daha çabuk erimesi yahut hiç oluşamaması gibi nedenlere bağlı olarak bazı bölgelerde ciddi sıkıntılar yaşanacaktır. Gautier bu etkileri şu şekilde ifade etmektedir:

Birleşik Devletleri’nin batısı veya Himalayalar’ın eteklerindeki ülkeler gibi su kaynakları karların erimesine bağlı olan bölgelerde güçlü bir etkiye sahip olacaktır. Deniz seviyesindeki yükselmenin yaşamı tehdit etmeye başlamasında çok önce, okyanus suyu tatlı su kaynaklarını kirleteceği ve sonuç itibariyle insan yaşamına zarar vereceği için Pasifik Adası ülkeleri ve aşağı kısımlardaki sahil şeridi yaşam için elverişsiz yerleşim alanları haline gelebilir. Aşırı güçlü rüzgârların hâkim olduğu şiddetli ve uzun süreli kasırgalar, geniş alanlara yayılan fırtınalar ve şiddetli yağışlar bölgesel su kaynaklarına ve insan yaşamına büyük zararlar verebilir. Şiddetli ve daha sık gerçekleşmesi beklenen El Nino olayları uzun vadede yağış biçimlerini değiştirerek Pasifik’in batısındaki geniş topraklarda şiddetli kuraklığa ve aylar sürecek susuzluğa neden olabilir (Gautier: 2014: 4).

Benzer şekilde Oğuz’un (2009: 51) aktadığı üzere İklim Değişikliği ve Su Raporu’na (IPCC, 2008) göre, ortalama nehir debisinin ve su varlığının yüksek enlemlerde ve yağış alan tropik bölgelerde artabileceği, Akdeniz Havzası, ABD’nin batısı, Güney Afrika gibi birçok kurak ve yarı kurak bölgenin su kaynaklarının azalacağı, aşırı yağış olaylarının sıklığındaki artışın yine birçok bölgede yağmur kaynaklı sel baskınları riskini de artıracağı, yaz aylarında sub-tropik bölgeler ile orta ve alçak enlemlerde aşırı kuraklığa maruz kalacak toprak miktarının da artacağı, buzullar ve kar örtülerindeki azalmaya bağlı olarak ılık ve kuru mevsimlerde su varlığının azalacağı öngörülmektedir. Dahası hâlihazırda yaşanan su sıkıntılarına ve su kaynaklarının paylaşılmasına bağlı çatışmalar ve gerginlikler iklim değişikliğinin etkileri sonucunda daha da artacak, su savaşları görünür hale gelecektir. Oğuz’un (2009: 53) aktardığı üzere “iklim değişikliğinin su kaynakları üzerinde yaratacağı baskı, Türkiye, Suriye ve Irak arasında, Hindistan’da, Mısır’da, İsrail ve Arap ülkeleri arasında devam eden su kaynaklı anlaşmazlıkları şiddetlendirebilecektir (Harris, 2001: 16; Ohlsson, 1995: 13)”.

Yüzey sularının ısınması sonucu en büyük endişe kaynaklarından biri de deniz seviyesi yükselmesiyle birlikte karaların içlerine doğru ilerleyerek yeraltı sularına, tatlı su havzalarına karışması olasılığıdır. Kıyı ekosistemleri, sulak alanlar, su bitkileri ve hayvanları, hatta insanlar için tehlike oluşturan bu durum, canlı türlerin üretkenliğini yitirmesi ya da göç etmesiyle sonuçlanacaktır (Demir, 2009: 44; Gautier, 2014: 205). Yüzey sularının ısınması sonucu oluşan bir diğer sıkıntı ise tüm deniz canlılarının besin ağının temelini oluşturan planktonlara olan etkileriyle ilgilidir. Örneğin, Kuzey Denizi ve Kuzey Atlantik’teki fito-plankton biyo- kütlesinde bir artış ve mevsimsel büyüme süresinde de bir uzama olduğu gözlenmiş, 1990’larda, zoo-planktonların mevsimsel gelişimi, uzun dönem ortalamalarıyla karşılaştırıldığında yaklaşık 4–5 hafta daha erken bir tarihte gerçekleşmiş ve de son 30 yılda, zoo-plankton türlerinin yaklaşık olarak 1000 km kadar kuzeye doğru kaydığı ve plankton ekosistemlerinin yeniden organize olduğu saptanmıştır (Demir, 2009: 45).

“Şu andaki koşullarda dahi kutup ayıları, foklar ve deniz ayılarının besin sıkıntısı yaşadığı, kutup ayılarının vücut ağırlıklarının %10’nu kaybettiği, buzul alanlarının küçülmesi ve incelmesine bağlı olarak bu canlıların doğal habitatlarında daralma olduğu ifade edilmektedir” (Rothrock vd.., 1999; Edwards vd.., 2001; Çepel ve Ergun, 2002 akt. Demir, 2009: 44). IPCC raporuna göre, mercan resifleri, mangrovlar, öteki kıyı bataklıkları, dağlık bölgelerin üst 200-300 metresinde bulunan dağ ekosistemleri, çayır bataklıkları, permafrost ekosistemler ve kutup ayılarıyla penguenlerin habitatını oluşturan buz kenarı ekosistemleri tehdit altındaki doğal habitatların başlıcalarıdır (Maslin, 2011: 132). Son zamanlarda meydana gelen birkaç türün yok oluşu iklim değişikliğine atfedilirken, antropojenik iklim değişikliğinden

daha yavaş oranlardaki doğal küresel iklim değişikliği, milyonlarca yıl boyunca önemli ekosistem kaymalarına ve türlerin yok olmasına neden olmuştur. İklim değişikliğine bağlı olarak artan ağaç ölüm oranı, birçok yerde gözlemlenmektedir. Kuraklıklar, rüzgâr fırtınaları, yangınlar ve zararlı salgınlar gibi ekosistem sorunlarının sıklığı veya yoğunluğundaki artışlar, dünyanın birçok yerinde tespit edilmiş ve bazı durumlarda iklim değişikliğine atfedilmiştir (IPCC, 2014b: 51).

Türlerin büyük bir kesimi, özellikle iklim değişikliği diğer stres faktörleriyle etkileşime girmesi sonucu, 21. yüzyılda ve sonrasında iklim değişikliği nedeniyle artan yok olma riskiyle yüz yüzedir. Yapılan gözlemler dünyadaki kuş türlerinin 1/8'ini oluşturan 1211 kuş türünün, iklim değişikliği nedeni ile toptan yok olma tehdidiyle karşı karşıya olduğunu göstermekte olup, sadece İngiltere’de son 25 yılda 22 milyon çift kuşun, 17 milyon çifti yok olmuştur (Demir, 2009: 47). Çoğu bitki türü, çoğu bölgede mevcut ve yüksek olduğu tahmin edilen iklim değişikliği oranlarına yetişmek için doğal olarak coğrafi aralıklarını yeterince hızlı şekilde değiştirememektedir örneğin; küçük memelilerin çoğu ve tatlı su yumuşakçaları, bu yüzyılda orta derece ve üstündeki senaryolara göre düz arazilerde öngörülen değişimlere yetişemeyeceklerdir. Deniz organizmaları giderek daha düşük oksijen seviyeleri ve daha yüksek oranda ve büyüklükte okyanus asitleşmesi ile karşı karşıya kalacak ve aşırı yükselen okyanus sıcaklığı ile ilişkili riskler artacaktır. Mercan resifleri ve kutup ekosistemleri oldukça savunmasızdır. Kıyı sistemleri ve alçak alanlar, küresel ortalama sıcaklık istikrara kavuşsa bile yüzyıllar boyunca devam edecek olan deniz seviyesi yükselişinden dolayı risk altındadır (IPCC, 2014a: 13).

Türkiye’de de benzer kaygılar yaşanmakta ekosistem ve biyo-çeşitlilikte yaşanan bozulmalar gün geçtikçe artmaktadır. Tuz Gölü’nün yüzölçümünde 1987 yılı ile 2005 yılı arasında %35’lik bir azalma, Beyşehir Gölü’nün su potansiyelinde yaklaşık %23’lük, Eğirdir Gölü’nün su seviyesinde 56 cm’lik ve Manyas Gölü’nün su derinliğinde yaklaşık 0,4 metrelik bir düşüş, İznik Gölü kıyılarının bazı bölümlerinde 10 metrelik bir çekiliş yaşandığı ve Van Gölü’nde 2 metrelik seviye düşüşünün göl suyunun tuzluluk ve soda oranının yükselmesiyle sonuçlandığı bilinmektedir (Yüksel, Sandalcı, Çeribaşı ve Yüksek, 2011 akt. Türkiye İklim Değişikliği 6. Bildirimi, 2016: 198).

Türkiye’de iklim değişikliğinden kaynaklanan yaz sıcaklıklarının artması, kış yağışlarının azalması (özellikle batı illerinde), yüzey sularının kaybı, kuraklıkların sıklaşması, toprağın bozulması, kıyılarda erozyon ve su baskınları gibi etkiler doğrudan su kaynaklarının varlığını tehdit etmektedir (İklim Değişikliği Stratejisi, 2012: 55).

Su stresinin artması ile birlikte şehir ve ülke sınırlarını aşan akarsuların kullanımı gibi birçok uluslararası, ulusal ve yerel su kaynağının paylaşımı noktasında sıkıntıların yaşanacağı

öngörülmektedir (Kadıoğlu, 2009: 23-24). Kırılgan ve risklere açık bir diğer alan ise iç su ekosistemleridir. İklim değişimi iç su ekosistemleri üzerinde, kara içi su kütlelerinin alan ve hacim kayıpları, tatlı su kaynaklarında azalma, akım ve debi azalmaları gibi etkiler olup, bu etkiler çoraklaşma, su kıtlığı ve yetersizliği, biyolojik çeşitlilik ve habitatlarda bozulma, tarımda verim düşüşleri ve gıda yetersizliği gibi sonuçlara neden olurken; karasal tatlı su sulak alanları, yağışlardaki değişikliklerden ve daha sık ve daha şiddetli kuraklık, fırtına, sel ve baskınlarından etkilenecektir (Türkiye İklim Değişikliği 6. Bildirimi, 2016: 198).

Benzer şekilde Akdeniz ekosistemi de deniz suyunun ısınması, su seviyesinin yükselmesi, tuzluluk ve yoğunluğa bağlı olarak akıntılardaki değişimlerden payını almaktadır. İklimsel modellemelerin Akdeniz’in küresel ısınma trendinden en çok etkilenecek bölgelerden biri olacağı iddiası son 20 yıllık uydu verilerinin Ege Denizi’nde 1,8 ºC’lik bir ısınma trendini göstermesi gibi çalışmalarla doğrulanmaktadır (Theocharis, 2008 akt. Türkiye İklim Değişikliği 6. Bildirimi, 2016: 202). Türkiye’de nüfusun %54,7’sini barındıran 28 kıyı şehri bulunmakla birlikte tarım üretiminin yüksek olduğu kıyı deltaları ve sulak alanların varlığı bilinmektedir (Türkiye İklim Değişikliği 6. Bildirimi, 2016: 23). “Bu yüzden, gelecekteki yağış değişiklikleri ile rüzgâr hız ve yönündeki değişikliklerin, gelecekteki kıyı kullanımları ve planlamaları açısından önemli düzeyde ek bir sorun yaratacağına ilişkin bir öngörüde bulunmak yanlış olmayacaktır” (Türkeş, 2008: 50).

İklim değişikliği ile beraber Türkiye’deki karasal ekosistemler de tehdit altındadır. Son yirmi yıldır Göknar ve Ladin ormanlarında gözlenen böcek zararlarındaki artış bu kapsamda değerlendirilmektedir. Ayrıca yaşanan ısınma ile birlikte Türkiye ormanlarının %60’ı kadar olan yangına çok hassas bölgelerin alanı genişleyecektir. Ayrıca yağışların azalmasına bağlı olarak yaşanan kuraklıklara uyum sağlamak adına ağaçlar yapraklarını erken dökmeye başlamışlardır. Dahası özellikle Tuz Gölü’nü çevreleyen İç Anadolu Bölgesi’ndeki step ekosisteminin çok kolay bir biçimde çöl ekosistemine dönüşebileceğinden korkulmaktadır (Türkiye İklim Değişikliği 6. Bildirimi, 2016: 201).

Ekosistemlerin yanı sıra Türkiye’deki biyo-çeşitlilikte de ciddi değişimler söz konusudur. Çölleşme tehlikesiyle karşı karşıya olan İç Anadolu Bölgesi’nde kuraklığa karşı hassas olan türlerin yok olarak kuraklığa dayanıklı türlerin ortaya çıkmasıyla biyo-çeşitliliğin değişmesi çok olasıdır. Su sıcaklığında yaşanan artış Akdeniz suyunun tropikalleşmesine neden olmakta ve bu da Akdeniz’e giren yabancı türlerin sayısını artırmaktadır. Bugün Süveyş Kanalı’ndan Akdeniz’e giriş yapmış 600’ün üzerinde yeni tür yerli türlerle rekabete girerek biyolojik çeşitlilik üzerinde dönüşü olmayan değişimlere, balıkçılığın çökmesine, kültür

balıkçılığı ile ilgili stokların bozulmasına, üretim maliyetlerinin artmasına, insan sağlığının etkilemesine yol açabilir (Türkiye İklim Değişikliği 6. Bildirimi, 2016: 203).

İklim değişiminin sorun yarattığı alanlardan biri de endemik türlerdir. Bölgesel özellikler taşıyan dar yayılış alanlarına sahip olan endemik türler risk altındadır ve yok olma tehlikesiyle karşı karşıyadır. Örneğin, Göller bölgesi 900 endemik tür içermekte, bunun 48’i yok olma tehdidi altındadır (Demir, 2009: 50). Kızıldeniz’de yaşayan bazı yosun ve balık türlerine Türkiye denizlerinde rastlanmakta (Öztürk, 2002), Kızılcahamam Milli Parkı’nda yaşamları tamamen suyun ve nemin varlığına bağlı olan ciğerotlarından eskiden 20 tür varken şimdi 4 tür kaldığı görülmekte (Çetin, 2007), mercanlarda %25 oranında beyazlama Kaş ve Kemer’de açıkça görülmekte (akt. Demir, 2009: 51), gelecek yıllarda koruma altındaki kaplumbağa türleri olan Caretta Caretta ve Chelonia Mydas yumurtlama alanlarında kayıplar yaşanması, Akdeniz Foku’nun kıyı yaşam alanlarının yok olması beklenmektedir (Türkiye İklim Değişikliği 6. Bildirimi, 2016: 205).

Alansal ve hacimsel olarak giderek küçülen ve tamamen ortadan kalkma tehlikesiyle karşı karşıya olan dağ buzulları nedeniyle, tüm Alpin alanlarda olduğu gibi Türkiye’de de Alpin kuşaktaki fauna ve flora ile kış turizmi de bundan olumsuz olarak etkilenecektir (Türkeş, 2008: 51). Görüldüğü üzere, milyonlarca yılda oluşan ekolojik dengenin antropojenik faaliyetler sonucunda çok kısa sürede ciddi oranlarda müdahaleye maruz kalmasının sonuçlarının birçok canlı için hayati önem taşıdığı aşikârdır.