• Sonuç bulunamadı

2.2 Medyanın İşlevlerine Eleştirel Yaklaşım

2.2.2 Kültürel Yaklaşım

2.2.2.1 Frankfurt Okulu

Eleştirel akımın kültürel yaklaşımlar kanadı, 1923'te Frankfurt'ta Toplumsal Araştırmalar Enstitüsü adıyla kurulan "Frankfurt Okulu"nun kültür endüstrilerini incelemesiyle başlar. Frankfurt Okulu Max Horkheimer, Theodor W. Adorna, Jürgen Habermas ve Herbert Marcuse gibi eleştirel düşünürler tarafından kurulmuştur.

Frankfurt Okulu kurmacılarının görüşü, önemli tarihsel deney ve gözlemlerden etkilenerek şekillenmiştir. Örneğin, Marks'ın öngördüğü sosyalist devrimin sanayileşmiş Avrupa ülkelerinde gerçekleşmeyip, tam tersi bu ülkelerde faşist yönetimlerin iktidara gelmesinden hareketle araştırmalarını kültür ve ideolojinin toplumsal etkileri üzerine yoğunlaştırmışlardır (Erdoğan ve Korkmaz, 2005, s.329). Sanayi toplumlarında beklenen

toplumsal dönüşümün gerçekleşmemiş olması bu düşünürleri, toplumsal dönüşümü engelleyen koşulları incelemeye yöneltmiştir.

Kültür endüstrisi ifadesi ilk kez, Horkheimer ile Adorno'nun 1947 yılında yayınlanan "Aydınlanmanın Diyalektiği" kitabında kullanılmıştır. Kitlenin içinden adeta kendiliğinden yükselen bir külürü, halk sanatının günümüzdeki biçimi söz konusuymuş gibi, konuyu savunanların hoşuna gidecek bir yorumu en baştan olanaksızlaştırmak için "kitle kültürü" ifadesini "kültür endüstrisi" kavramıyla değiştirmişlerdir. Kültür endüstrisi bildik şeyleri yeni bir nitelikte birleştirerek, kitleler tarafından tüketilmeye uygun hale getirir ve kitleleri bu yola kendine uyarlar (Adorno, 2009, s.109).

Frankfurt Okulu'nun, geliştirdiği "Kültür Endüstrisi" kuramı günümüz medya çalışmalarını da ışık tutmaktadır. Kapitalizm, kültürü endüstrinin bir parçası haline getirerek toplumsal bilincini şekillendirmektedir. Frankfurt Okulu, egemen düşüncenin nasıl egemen hale geldiği, yeniden üretildiği, nasıl yayıldığı ve doğallaştırıldığı konularında araştırmalar yapmıştır.

Frankfurt Okulu, toplumsal değişimin nihai belirleyicisi olarak ekonomi teorisini kabul etse bile, kültürün bir dönemi hem destekleyen hem de aşan güçleri içeren bir fenomen olduğunu vurgulamıştır (Krogh, 2005, s.238). Geleneksel Marksizmdeki altyapı-üstyapı belirlemesine yani kültürün ekonomi tarafından belirlenmesi yaklaşımına karşı kültürün edilgen olmadığını ileri sürmüşlerdir. Bu bağlamda da, medyanın kültürel ve ideolojik işlevlerine dikkat çekmişlerdir.

Kültürel varlıklar (kültürel ürünler, filmler, radyo programları, magazinler gibi), tüm metaların yapımındaki örgütlenme, planlama şemasına ait teknik mantığa uygun olarak üretilmektedirler. "Kültür Endüstrisi Kuramı"na göre, kitle iletişim araçlarının ortaya çıkması ve yaygınlaşmasıyla birlikte, kültürün kendisi de bir endüstri haline gelmiştir. Kültürel eylemin değere dönüştürülmesi ise onun eleştirel gücünü ve ondaki özgün yaşantının izlerini ortadan kaldırır (A. Mattellart ve M. Mattellart, 2010, s.61-62). Kültür ürünlerinin üretimi, diğer ürünler gibi metalaşır ve doğallaştırılırken, farklılıklar marjinalleştirilmektedir.

Horkheimer (1998, s.114), kültürel ürünlerin doğallaştırılıp, farklı düşüncelerin marjinalleştirlmesinden modern aydınları sorumlu tutar. Modern aydınların topluma karşı suçu, toplumdan uzak durmaları değil, düşüncenin çelişki ve karmaşıklıklarını sözde sağduyunun kaprislerine veda etmelerinden kaynaklanmaktadır. Bu yüzyılın uzmanca işlenen ve üretilen düşücesi, mağra adamlarının yabancıya karşı düşmanlığını sürdürmektedir. Bugün düşünce kendini doğruluğuyla değil, belli bir kurumlaşmış gruba yararlı oluşuyla meşrulaştırmak zorunda kalmaktadır.

Adorno ve Horkheimer göre, aydınlanma akıllı ve eleşitirel bir toplum yerine, dar, pragmatik bir rasyonalite biçimi ile belirlenen bir dünya yaratmıştır. Bürokratik, teknolojik ve ideolojik güçler insan özgürlüğünü sınırlandırmış, pasif, tek tip tüketicilerden oluşan bir "kitle toplumu" yaratmıştır. Kültür endüstrisi, eleştirel duyumdan yoksun, kendi insiyatifini yavaş yavaş kaybeden, ne yaptığını bilmeyen ve durmaksızın tüketen bir kitle toplumu yaratmanın yanı sıra kapitalizm yanlısı ideolojileride aktif olarak yayar. Kültür endüstrisinin uyum sağlama, bireysel başarma ve sıkı çalışma mesajları kolektif eylemi engelerken, kapitalizmin yeniden üretiminde büyük rol oynar (Smith, 2007, s.71-72).

Adorno'ya göre (2009, s.50-51) kültür endüstrileri çelik, petrol, elektirik ve kimya endüstrilerine oranla daha güçsüz ve bağımlı sayılırlar. Kültür endüstrileri, kitle toplumu içindeki konumlarını bir dizi tasfiye eyleminin hedefi haline getirmemek için, gerçek iktidar sahiplerinin işlerinin aksamamasına dikkat etmek zorundadırlar. En güçlü yayın kuruluşunun elektrik endüstrisine olan ya da film şirketlerinin bankalara olan bağımlılığı, sektörlerin ekonomik olarak iç içe geçmiş kollarıyla tüm tabloyu gözler önüne sermektedir. Kültür endüstrisinin diğer sektörlerle olan bu katı işbirliği, siyasetin yükselen birliğine de tanıklık etmektedir.

Kültür endüstrisi toplumu, zamanın bir anlamda durduğu, yenin ortaya çıkmasına izin vermeyen, mekanik tekrarlardan oluşan bir toplumdur (Krogh, 2005, s.250). Modern toplum, eleştirel akıldan uzak, tüketici bir toplum yaratmıştır. Kapitalizmde standartlaşmış kültürel ürünler yeni egemenlik biçimleri oluşturmuştur.

Adorno'ya göre (2009, s.65), aynılığın sürekliliği geçmişle olan ilişkiyi düzenler. Kitle kültürü evresini liberalizmin geç evresinden ayıran yenilik, yenin dışlanmasıdır. Makine, hep aynı yerde döner durur ve henüz denenmemiş olan her şeyi riskli bularak eler. Sadece mekanik üretim ve yeniden üretimin yarattığı ritmin evrensel zaferi, hiçbir şeyin değişmeyeceğini ve sisteme uygun olmayan hiçbir şeyin gün yüzüne çıkmayacağını güvence altına alabilir. Uyum sağlamayan herkes, ekonomik yoksunluğa mahkum edilerek, sistemin dışına atılır. Kapitalist üretim, işçiden, memurdan, çiftçiden ve küçük burjuvadan oluşan tüketicilerin bedenlerini ve ruhlarını öyle bir kuşatmıştır ki, önlerine konulan her şeye direniş göstermeden kapılıverirler. Hükmedilenlerin, hükmedenlerce dayatılan ahlakı onlardan fazla ciddiye alması gibi, günümüzün aldatılan kitleleri de başarı mitine gerçekten başarılı olmuş kişilerden çok daha fazla kapılırlar. Halkın kendine yapılan kötülüğe beslediği tehlikeli sevgi, yetkili mercilerin kurnazlığını bile geride bırakır.

Jürgen Habermas'a göre, kapitalizm ve kitle iletişim araçları on sekizinci yüzyılın felsefe, iktisat, politika ve toplumsal örgütlenmelerine ilişkin tartışmaların ve fikir paylaşımlarının yapıldığı kamusal alanı yok etmiştir. Kapitalizm, devlet, büyük bürokratlar ve

kapitalist örgütlenmelerden oluşan sistem dünyası yüz yüze iletişim, aile, topluluk ve temel değerlerden oluşan yaşam dünyasını ele geçirmiştir. Habermas, iletişimsel rasyonalite kuramıyla bireylerin, iktidarın çarpıtıcı sınırlarından bağımsız, açık, dürüst bilgilendirmeler ile yaşam dünyasının yeniden canlandırılacağını savunmuştur (Smith, 2007, s.74-76). Kitle iletişim araçlarına sahipliğin son derece sınırlandırıldığı günümüz dünyasında bağımsız ve doğru bilgiye ulaşmak ve yaşam dünyasını canlandırmak ne denli mümkün olabilir, ayrı bir tartışma konusu olsa gerekir.

Herbert Marcuse (2010, s.27), kültür endüstrilerinin eleştirel düşünceyi ortadan kaldırdığını ileri sürmüştür. Tüketiciler, kitle iletişim araçları, konut, besin, giyisi türündeki metalar ve eğlenceye karşı çok fazla direnemezler. Bu ürünler kendileri ile birlikte buyrulan tutum ve alışkanlıkları, belli entellektüel ve duygusal tepkileri de iletirler ve bunlar tüketicileri az çok üreticilere ve bunlar aracılığıyla bütüne bağlar. Ürünler ideoloji ve yanlış bilinç aşılar ve manipule ederler. Tek boyutlu insan, bağımsız ve gerçek bakış açısından mahrum, sahte düşüncelerle çevrili, tüketime odaklı ve tüketiği ölçüde de sisteme bağlı bir insana dönüşmektedir.

Frankfurt Okulu, medya içeriklerine yönelik yaptığı çalışmalarda dil ile özneyi birlikte ele almıştır. Marcuse, haberin dilini ele alırken alımla konusuna yönelik çıkarsamalarla birleştirmiş ve dil ile düşünceyi aynı bakış açısından değerlendirmiştir (İnal, 1996, s.39). Frankfurt Okulu, medyanın sistemi yeniden üreten ve ayaktan tutan ideolojik rolüne aşırı vurgu yapmaktadır. Bu yaklaşımda, toplumu oluşturan bireyler "pasif" birer alıcıdan ibarettir. Kapitalist üretim ve tüketim döngüsünde olduğu gibi kültür endüstrisinde de hiçbir şeyin değişmeyeceği ve farklılıklara izin verilmeyeceği düşüncesi sürekli olarak vurgulanmaktadır. Ancak, kanımızca bu bakış açısı toplumdaki muhalif düşünceleri ve hareketleri açıklamada, kendi içinde bazı eksiklikler taşımaktadır.