• Sonuç bulunamadı

Frankfurt Okulu: Horkheimer, Adorno, Habermas

3. BÖLÜM

5.1. Batının Kendi İçinden İtirazlar

5.1.3. Frankfurt Okulu: Horkheimer, Adorno, Habermas

Bu bölümde Batılı sosyolojiye karşı özellikle pozitivizm eleştirisinde ortak bir duruş sergileyen Frankfurt düşünce geleneğinin temsilcileri olan Horkjeimer, Adorno ve Habermas incelenecektir.

1920’li yıllarda Almanya’da kurulmuş olan Eleştirel Teori ya da Frankfurt Okulu Frankfurt Üniversitesinde Toplumsal Araştırmalar Enstitüsü etrafında bir araya gelen farklı sosyal bilimcilerin oluşturmuş olduğu bir topluluk olarak sosyal bilimler dünyasında yerini almıştır.

Bir grup entelektüeli belirtmek için kullanılan Frankfurt Okulu’nun düşünceleri genel olarak “eleştirel teori” başlığı altında özgül bir toplum teorisinin belirtmek için kullanılır. Önemli temsilcileri, M. Horkheimer, T. W. Adorno, Herbert Marcuse, Erich Fromm, Walter Benjamin, Leo Löwenthal, F. Pollock ve günümüzde Okulun en önemli temsilcisi durumunda bulunan J. Habermas’tır. Her ne kadar fraklı sosyal bilimcilerden oluşsa da Frankfurt Okulu düşünürlerini birleştiren temel izlek esas olarak Hegelci Marksizmi ve Freud’un pisikanalizini sentezleyen girişimler paralelinde mutli-disipliner bir yaklaşımla başta aydınlanma ve aydınlanma düşüncesinin bir ürünü olan pozitivizm olmak üzere toplumsala yönelik geleneksel bilgi sağlayan teorileri eleştirmeleridir.

Frankfurt Okulu özellikle pozitivizmi eleştirmişleridir. Çünkü pozitivizm yalnızca maddi öğelere odaklanan sığ bir yöntem olduğu için toplumsal olguları açıklamada yetersizdir. Bu bağlamda Frankfurt Okulu düşünürleri pozitivizm konusunda özellikle pozitivizmin sosyal bilimlerin bütününde doğa bilimlerine ait metodolojiyi temel almasını, sosyal yaşamı metafizikten tamamen koparıp doğa bilimlerine ait ölçüm mantığına tabi tutmasını şiddetle eleştirmişlerdir

Bottomore göre; eleştirel eeorinin pozitivizm eleştirisinin üç boyutu bulunmaktadır: İlk olarak pozitivizmin toplumsal hayatın doğru bir şekilde kavramsallaştırılması ve anlaşılmasını sağlamayan ve sağlayamayan, yetersiz ve yanlış yönlendirici bir yaklaşımdır, ikinci olarak pozitivizm yalnızca var olana katılmakla var olan siyasal düzeni kutsallaştırarak radikal herhangi bir değişikliği engeller ve siyasal bir dinginliğe sürükler, üçüncü ve son boyut pozitivizm, içsel olarak yeni bir egemenlik biçimini yani teknokratik egemenliği desteklemeye ve üretmeye bağımlıdır ve bu süreçlerde temel bir etmen olmaktadır (Bottomore, 1989: 29).

İlk ele alacağımız isim olan Horkheimer Geleneksel Teori ve Eleştirel Teori başlıklı makalesinde pozitivist epistemolojiye yaslanan geleneksel teorinin eleştirisi bağlamında eleştirel teori ile olan yöntemsel farklılıklarını oraya koymuştur. Geleneksel teoriden yola çıkarak eleştirel teoriyi açıklayan Horkheimer’a göre Geleneksel Teori özünde toplumda var olan ve öznelerin maruz kaldığı çelişkileri dondurmakta ve sürdürmekteyken, Eleştirel Teori ise özenleri, varoluşlarında örtük bir şekilde bulunan çelişkiler hakkında bilinçlendirir (Çiğdem, 2008:41). Praksisten ya da eylemden çok saf bilgiye odaklanan geleneksel teori pozitivist epistemoloji bağlamında Bacon’cu bir yol izleyip, praxisten tamamen ayrı, dünya üzerinde teknolojik bir egemenliği kurmak için her zaman ve durumda düşünce ile eylem arasına kesin bir sınır ve ayrım koymuştur (Jay, 2014:123).

Horkheimer’in Geleneksel Teoride hedef aldığı nokta geleneksel teorinin metodolojik alt yapısını oluşturan pozitivizm ve ampirisizmdir. Pozitivist ve ampirisist metodolojik perspektifler birçok açıdan paralellik gösteren ve modern doğa bilimlerinin açık ya da gizli ideolojilerini savunan metodolojilerdir (Bottomore, 1989:14).

Horkheimer için pozitivizm epistemolojik anlamının dışında burjuva ideolojisinin bir sözcülüğünü yapmaktadır. Bu anlamda Horkheimer’e göre; pozitivistler için modern bilim, en temelde olgularla ilgili önermelerle uğraşır ve bu nedenle de genel olarak yaşamın, özel olarak da algılamanın şeyleştiğini varsayarak dünyaya bir olgular ve şeyler dünyası olarak bakar ve dünyanın olgulara ve şeylere dönüşmesinin toplumsal süreçle olan ilişkisini görmez (Horkeimer,2016:111).

Pozitivist epistemolojiye yönelik eleştirilerini pozitivizmin toplumsal olguları incelerken başvurduğu deney ve gözlemin yetersizliği tezi üzerine geliştirmiştir. Çünkü pozitivist epistemoloji kendi bilim anlayışını rasyonalize edip, diğer bilgi türlerini dışlayan ve geçersiz sayan tekçi anlayış geliştirmiştir. Oysa Horkheimer’e göre toplumsal olguları anlamak ve doğru değerlendirebilmek için tarihsel, kültürel, psikolojik ve felsefi yönlerini de incelemek gerekmektedir..

Sosyal bilim anlayışında tek başına, olgularla sınırlı bir yönteme karşı çıkan Horkheimer’ın temel amacı kendi içerisinde geçişliliğe izin veren fakat determinist verilerle genellemeye gidilmeyen bir sosyal bilim geliştirmektir. Böyle bir sosyal bilim diyalektik bir nitelikte toplumsal problemleri, siyasal yapıyı ve özneyi anlayıp problemlere çözümler üretecektir. Toplumsal problemlere her zaman çözüm

amaca yönlendirerek toplumun dikkatini belirli yönlere çekecektir. Olan veya olası tehlikelere ve risklere karşı önceden yapılacak bu belirlemeler de daha özgür, totaliteryan öğelerin olmadığı bir toplumun amacının gerçekleşmesine hizmet edecektir.

Horkheimer’den sonra ele alacağımız bir diğer isim olan Adorno’ya göre, pozitivist epistemolojiyi yöntemsel yaklaşım olarak benimseyen sosyal bilimler, kendisine model olarak doğa bilimlerini almıştır. Bunun sonucunda sosyal bilimler öznelerin subjektif kanaatlerini temel alarak sosyal gerçeklik hakkında genellemeler oluşturma amacındadır. Oysa subjektif değerlendirmeler sosyal gerçekliğe ilişkin içinde yanlış imajlar barındırabileceğinden dolayı öznelerin yaşadıkları toplumsal koşullara ilişkin yaptıkları subjektif değerlendirmeler, sosyal gerçekliğin analizi için temel alınamaz. Adorno, bu noktada, empirik sosyal araştırmaların, kamuoyuna mutlak bir statü atfetmesi dolayısıyla ideolojik bir fonksiyon yerine getirdiklerini iddia eder ve bu eğilimin, özellikle Amerikan sosyolojisinde çok belirgin olduğuna dikkat çeker (Adorno,2016:257). Bazı eleştirel teorisyenler ise, empirik araştırmaların, kapitalist sanayi toplumlarının problemlerine teknik çözümler bulmak amacıyla bir sosyal mühendislik aracı olarak geliştirildiklerini ileri sürerler (Pollock, 1976:225).

Adorno, ampirik temelli yapılan araştırmaların önemini göz ardı etmez aksine Adorno ampirik temelli yapılan araştırmalardan elde edilecek olan verileri bu eleştirel bir toplum analizinde kullanılabileceğini ileri sürer. Adorno’ya göre yanlış olan amprik temelli araştırmalar olmayıp yanlış bu tür araştırmaların mutlak geçerliliğe sahip hakikatler olarak sunulmasıdır. Ampirist bir metodolojiye yaslanan araştırmalar kendisini bir hakikat olarak olgulara dayalı gerçekliğin betimlemesi ile sınırlandırarak olgular arasındaki gözlenebilir nedensel ilişkileri evrensel geçerliliğe sahip “yasalar” olarak ilan eder. Bu noktada Adorno araştırmanın kendisini değil fakat dayandığı ampirik metodolojiyi eleştirir. Çünkü ampirist metodoloji gözlemlenebilir olguyu öne çıkartarak aklı olgulara bağımlı kılar.

Pozitivist metodolojiye bağlı olan klasik sosyoloji tarihsel, toplumsal ve kültürel gerçekliği doğa bilimlerinin tümevarım ve tümdengelim yöntemlerinden hareketle açıklar. Böylece klasik pozitivist sosyoloji mevut gerçekliği açıklamak ve analiz etmek yerine sadece yansıtmak ve betimlemekle yetinir. Çünkü Adorno’ya göre doğa bilimlerine ait bir yöntemsel yaklaşım olan pozitivist metodoloji tarihsel, kültürel ve toplumsal gerçekliği doğa benzeri bir gerçeklik olarak içsel karakterini göz ardı eder ve dışsallaştırır. Bu durumda klasik sosyolojide Durkheim’da olduğu gibi toplumsal olguları şeyleştirerek mevcut gerçekliği aşamaz.

Doğa bilimlerinin doğanın incelenmesinde temel aldığı metodolojik bir kural, yani özne-nesne ayrımı, pozitivist sosyolojinin metodolojik bir kuralı haline gelir. Durkheim’ın ‘sosyal olguların şeyler gibi incelenmesi gerektiği’ şeklindeki metodolojik talimatı, aslında bu kuralı ifade etmektedir. Adorno’ya göre, sosyal dünyanın incelenmesi söz konusu olduğunda özne nesne ayrımı, statükonun mutlaklaştırılması ve dolayısıyla meşrulaştırılması sonucunu doğurur. O, buradan giderek, doğa bilimlerinin yöntem kurallarıyla çalışan pozitivist sosyolojiyi politik bir ideoloji olarak nitelendirir (Adorno, 2016: 257).

Frankfurt Okulu’nun ikinci dönem temsilcilerinde olan Jurgen Habermas kendisinde önceki dönemin pozitivizm eleştirisini devam ettirmektedir. Fakat Habermas’ın ayırıcı özelliği dizgeci ve yeniden yapılandırıcı niteliğidir ve bu nedenle Habermas, Comte ve Popper üzerine daha çok eğilmiştir (Dellaloğlu, 1998:19).

Pozitivizmin değerlerden arındırılmış nesnel bilgi anlayışı kendisini an açık haliyle Comte’un yapmış olduğu teolojik, metafizik ve pozitivist aşamaları temel alan sınıflandırmasında üçüncü ve son aşaması olan pozitif dönemdeki bilimsellik anlayışında kendisini gösterir. Bu bağlamda Habermas, pozitivizmin değerlerden arınmış, objektif ve tarafsızlığa dayanan nesnel tek bilim idealini eleştirmiştir. Çünkü Comte’un sınıflandırmasında pozitif dönemin ürün olan sosyal bilimleri ile doğa bilimleri ile aynı kefeye konulmuştur. Bu anlayışa göre sosyal bilimlerin özellikle sosyolojinin inceleme nesnesi olan toplumsal olanın tanımına giren şeyleri kapsadığı ölçüde, araştırmacının, toplumsal alana sosyal bilim açısından sıradan biri gibi yaklaşmaktan başka yolu yoktur. İnceleme yapmak istediği toplumsal alan bir şekilde dâhil olmak zorundadır. Çünkü bu alanı betimleyebilmesi için, onu anlayabilmesi gerekir; onu anlayabilmek için esas olarak, onun üretilişine katılması gerekir ve katılma da dâhil olmayı gerektirir (Habermas, 1998:570).

Doğa bilimlerinin değerlerden arındırılmış nesnelliğinin sosyal bilimlerde mümkün ve olanaklı olmadığını ifade eden Habermas’a göre “sosyal bilimler yorum öncesi bir toplumsal inşa süreci ile deneyim kategorilerinin toplumun bir üyesi olan insan öznelerin anlamlı eylemleri tarafından inşa edilen ve bu eylemlerin de içinde oluşturulduğu bir toplumsal dünya ile ilgilenir” (Habermas,1998:575).

Habermas’ın pozitivist metodolojik yaklaşımda eleştirdiği diğer bir nokta pozitivizmin “bilimcilik” ilkesidir. Bilimcilik ilkesi bilimi gözlemlenebilir olgulara dayanan mutlak bilgi ile eş tutarak muhtemel bilginin bir çeşidi olmaktan çıkarır.

kendisi olmayıp, bilimin pozitivist metodolojide aldığı monist biçimdir. Habermas’a göre bilimciliğin kendisini ortaya koyuşu çelişkili bir durumdur. Bilimcilik, “olguların bütünselliğini bilimlerin nesne alanı olarak açıklayarak ve bilimi olguların tekrarına indirgeyip metafizikten kopararak, bilimin ötesine giden hiçbir düşünümü doğrulayamaz ki, buna kendisi de dâhildir” (Dellaloğlu, 1998:21).

Doğa bilimlerinin yöntemsel yaklaşımı olan pozitivist metodolojinin doğa bilimlerinde geçerli ola yöntem ve teknikleri bağlamında gelişen ilkelerinden olan bilimcilik, değer yargısızlık, nesnellik iddiaları Habermas’a göre sosyal bilimlerin doğasına aykırıdır. Bu bağlamda inceleme nesnesi sosyal ilişkiler ve sosyal yaşam olan sosyal bilimlerin araştırma metodolojisi pozitivizm olamaz. Çünkü pozitivist metodoloji maddi olguların bilgisine doğa bilimlerinin yöntemidir ve sosyal olan sürekli bir içsel değişim ve farklılığı barındırdığı için pozitivist metodoloji sosyal bilimlerin doğasına aykırıdır. Habermas’ın pozitivist metodoloji mutlak ve monist bilim anlayışı eleştirisi Frankfurt Okulu’nun ilk kuşağı teorisyenlerinin pozitivizm eleştirisi ile örtüşmektedir. Horkheimer ve Adorno da pozitivist metodolojinin maddi olguların ötesini geçemeyen, kendisi dışında bütün bilme biçimlerini dışlayan, yüzeysel, metafiziği reddeden ve toplumsal gerçeklik ile toplumsal olgular arasındaki ilişkileri göremeyen niteliklerini eleştirmişlerdir.

Habermas’a göre sosyal bilimler self-refleksif yani öz dönüşümsel bir nitelikte olmalıdır. Pozitivist metodolojide bulunmayan self-refleksif anlayış hermeneutik metodolojide bulunduğu için Habermas metodolojik olarak hermenutik yönteme yakın durmaktadır. Habermas, hermeneütiğe büyük bir hayranlık duyduğunu belirterek sosyal bilimler için yararlı olduğunu söyler (Hekman, 1999: 173). Fakat Habermas sosyal bilimlerin yönteminin tek başına pozitivist metodoloji olamayacağı gibi hermeneutik yöntemin de olamayacağını belirtir.

Habermas yorum temelli hermeneütik metodolojik yaklaşımı, sosyal bilimlerin karakteristik anlama ve yorumlama yöntemi için vazgeçilmez ilk adım olarak görür. Fakat hermeneutik metodolojik yaklaşımın insani anlamanın temel yapısının incelenmesi olduğunu iddia etmekle, hermeneütik metodolojinin sosyal bilimler için elverişli birçok yöntemden biri olduğunu öne sürmek arasında önemli bir fark vardır. Habermas’a göre sosyolojik metodolojinin amacı gelenekten kurtuluş tarihsel, toplumsal ve kültürel belirlenmişlikten ayrılan bir özgürleşmedir (Hekman,1999: 181). İşte bu noktada Habermas yeniden yapılandırıcı yaklaşımını devreye sokarak pozitivizm ile hermeneütiği belirli yönleriyle ele alarak eleştirel bir bilim inşa etmeye, senteze ulaşmaya çalışır.