• Sonuç bulunamadı

DENEMELER

ANEKTODLAR

B

ir sözcüğün iki farklı dilde/lehçede imlâ ve telaffuz bakımından aynı olduğu hâlde anlamları tamamen veya kısmen farklı olmasına “yalancı eşdeğer” denir. Fransızca faux amis (İngilizce false friends) kav- ramının karşılığı olan bu terim için Türkçede sahte karşılıklar, sözde denkteşler, tam yalancı eşdeğer kelimeler, sahte tanış, biçimdeş sözcükler, biçimsel eşteş sözcükler, yalancı eşteş, yanıltıcı eşteş, yalan- cı eşdeğerlik, yanlış arkadaş ve aldatıcı kelimeler gibi karşılıklar da kullanılır.

Yalancı eşdeğerli kelimeler akraba diller ve aynı dilin lehçeleri arasında eş seslilik, çok anlamlılık, anlam de- ğişmeleri gibi dilbilimsel etkilerle ve alıntı kelimelerle ortaya çıkabilir. Toplumun dünya görüşündeki deği- şimler kavramların başkalaşmasına, kavramla onu yansıtan gösterge arasındaki ilişkilerin değişmesine ve yeni bağıntıların kurulmasına yol açmaktadır. Yeni anlamlar, bir kelimenin anlamlarının zaman içinde asıl anlamlarından ayrılmalarıyla oluşabileceği gibi bu an-

lamlar, bir kelimenin bir süre başka nesnelerle kurdu- ğu benzer ve yakın ilişkiler neticesinde de oluşabilir. Anlam değişmelerinde ve yan anlamların gelişme- sinde, deyim aktarması (metaphor), ad aktarması (metonomy), çok anlamlılık (polysemy), eş anlamlılık (synonomy), eş seslilik (homonymy), anlam daralma- sı (semantic restriction), özelleşme (specialisation), anlam genişlemesi (semantic extension), genelleşme (generalization), anlam iyileşmesi (meliorative), an- lam kötüleşmesi (pejorative) gibi çeşitli anlam olay- ları rol oynamaktadır.

Türk dili uzun tarihî tekâmül sürecinde çeşitli kolla- ra ayrılmış; bu ayrılık neticesinde toplumların yaşam coğrafyalarının aynı olmaması, farklı kültürlerle etki- leşme, siyasî, idarî ve dinî farklılıklar, her dile/lehçeye giren çeşitli yabancı kelimeler yalancı eşdeğerlik du- rumunu beslemiştir.

Yalancı eşdeğerlik durumu özellikle dil öğretiminde diller/lehçeler arası metin aktarımında karşılaşılan güçlüklerden/tuzaklardandır. Eğer hassaten dikkat edilmezse bu durum trajik/komik çevirilere sebep olmaktadır. Biz de bu yazımızda bu komik farklılıklar üzerinde durmak istiyoruz.

İnsanın anadilini başka birisine öğretmesi ilginç açı- lımlara sebep olabiliyor. Bu öğretim sürecinde kişi, koşulsuz şartsız kabul ettiği dilinin kelimeleri üzeri- ne tekrar tekrar düşünme ihtiyacı hissediyor. İsim ve onun delalet ettiği anlam arasındaki bağ; fiil ve onun sınırları içine almaya çalıştığı hareket kavramının mantık sistemi bir milletin genetik kodlarını da ele veriyor.

60

1. Dünyanın En Pahalı Suyu Bir öğrencimiz bir alışveriş mer- kezine gidiyor. Genelde alışveriş merkezlerinin giriş katında bulu- nan çikolata şelâlesinin başında meyveli kokteyl hazırlayan satıcı- dan bir “muzlu su” istiyor. Satıcı bu kelimeyi “muzlu su” anlıyor, si- parişi hazırlıyor ve öğrencimizden 18 lira alıyor. Aslında öğrencinin istediği şey “muzlu su” yani b>m değişimiyle “buzlu su”, yani soğuk su.

Ne diyelim pahalı bir öğrenme ol- muş.

2. Kayısı; Kaysı? Aaaa aynı…! Bu sefer de bir hocamız yalancı eş- değerliğin azizliğine uğruyor: Hocamız derste meyve isimlerini öğretirken öğrencilere google gör- seller kısmından gösterdiği kayısı- yı işaret ediyor ve “Bu meyveye ne diyorsunuz?” diye soruyor. Ekran- da birçok meyve resmi gören Uy- gur öğrenciler “kaysı” diye cevap veriyor. Hoca da “Aaa aynıymış!” diyor.

Kaysı Uygurca “hangisi” demek. Yani öğrenciler “Hangi meyveyi soruyorsunuz?” demek istiyorlar… 3. Hızlı Dönüş

Bir öğrencimiz defalarca üzerinde durduğum ve onun da çok iyi bil- diğini bildiğim bir kelimeyi sınavda yanlış yazmış. Ona “Bu kelimeyi senin bildiğini biliyorum neden yanlış yaptın?” diye sordum. O da “Şaştım” dedi. Ben de nasıl şaşırır- sın diyecekken kelimenin Uygurca “Acele ettim” anlamını hatırladım ve “Bir dahaki sefere daha dikkatli olursun” diye toparladım.

4. O Yandı!

Yine bir öğrencimiz uzun zaman derslere gelmedi. Merak edip du- ruyordum. Bunun üzerine arka- daşlarına sordum, arkadaşınız

nerede diye. Öğrenciler “Bilmiyor musunuz hocam o yandı.” dedi- ler. “Ne oldu, nasıl yandı, neresi yandı, durumu ciddi mi, kaçıncı de- receden bir yanık?!” diye sordum. “Türkiye’ye alışamamış, Şincan’a yandı.” dediler.

“Yanmak”, Uygurca “geri dönmek” demek.

5. Ben Daha Büyüğüm

Öğrenciler başka bir hocayla be- nim yaş durumumuzu sordular, ben de o daha “küçük” dedim. Hep beraber gülmeye başladılar. Küçük Uygurca “köpek yavrusu” demek- miş.

6. Uzaktan Kardeş mi?

Bir gün derste öğrencilere “İçi- nizde Türkiye’ye gelmeden önce birbirini tanıyanlar var mı?” diye sordum. Bir erkek öğrenci bir kız öğrenci için “Onun annesi ile be- nim babam ‘yatak arkadaşı’” dedi. “Kardeş misiniz?” diye sordum. “Hayır” dediler. “O zaman nasıl oluyor?” dedim…

Sonra anlaşıldı ki Uygurca “yatak arkadaşı”, Türkçe “yurt arkadaşı” demek. İkisinin anne-babası ta- nışıkmış, vakti zamanında aynı yurtta kalmışlar.

7. Hasta mısın?

Bir gün bir öğrenci yanıma geldi ve memleketine geri dönmek istedi- ğini söyledi. “Neden geri dönmek istiyorsun?” diye sordum. “İlacım kalmadı, artık duramıyorum.” dedi. “Ne ilacı kullanıyorsun, ben sana alırım.” dedim. Anlamsız an- lamsız yüzüme baktı.

Sonra anladım ki “çarem kalmadı” demek istiyor.

8. Sıra Onda.

Sürekli beraber gezmelerine alışık olduğum iki öğrencim vardı. Bir- gün baktım biri yok. Diğerine “Ar-

kadaşın nerede?” diye sordum. O da “Ömrüm onu “gütmek”le geç- ti, artık onu gütmekten bıktım” dedi…

Biraz sorgulayınca “gütmek” ke- limesiyle anlatmak istediği şeyin Türkçe “gütmek” değil de Uygurca “kütmek” (k>g) yani beklemek ol- duğunu anladım.

9. Kerhâneci

Meslek türleri ve meslek sahiple- rinin sahip olması gereken yeter- likliler konusunu işlerken öğrenci- lere mesleklerini veya sahip olmak istedikleri meslekleri sordum. Bir erkek öğrenci “Ben dünya çapında bir kerhâne sahibi olmak istiyo- rum.” dedi.

Önce şaşıran ben sonradan çocu- ğun büyük bir fabrikatör olmak istediğini anlayıp cahilliğime lev- mettim.

10. Karaköy’de Azmak

Bir öğrencim elektronik cihaz al- mak istediğini ve İstanbul’da ne- reden bulabileceğini sordu. Ben de onu Sirkeci civarına yönlendir- dim. Bir cuma günü telefonum çaldı, Sirkeci’yi soran öğrenciy- di, “Buyur” dedim. “Hocam ben Karaköy’de azdım.” dedi.

Bu kelimenin Uygurca anlamının “kaybolmak” anlamına geldiğini bildiğim için işi muzipliğe vurdum. “Ne işin var orada, azarsın tabi.” dedim. O da “Siz gönderdiniz ya!” dedi. Ben de “Sen tramvayla biraz fazla gitmişsin, geri dön.” dedim… O gün çok güldüm. Dana sonra cuma vakti geldi. Hoca Efendi hut- beden inerken son okuduğu ayeti şöyle tercüme etti: “Şüphesiz ki Allah iyilik yapmayı, yakınlara bak- mayı emreder; hayâsızlık, fenalık ve “azgınlığı” yasaklar o tutasınız diye sizlere öğüt verir.”

Amenna… Ne diyelim Allah azdır- masın…

Konunun ilmî zeminini teşkil eden bu genel giriş- ten sonra asıl meselemiz olan Türk Dili tasnifinde (coğrafî) Güneydoğu Türk Lehçeleri arasında yer alan Uygur Türkçesini anadil olarak konuşan Fatih Sultan Mehmet Vakıf Üniversitesi TÖMER öğrencilerine

Türkçe öğretirken karşılaştığım on yalancı eşdeğerli kelimenin hikâyesine dönmek istiyorum. (Durumu ve olayı kişiselleştirmemek için kişi adlarını zikretme- meyi uygun görüyorum.)

61

SAY I: 0 5 / O CA K - M A R T 2 0 13

sultan tarafından İstanbul´a kazandırılır. Peki kimdir bu hanım sultan?

Caminin bânisi Hatice Turhan Sultan, IV. Mehmed´in annesi, Sultan İbrahim´in baş hasekisidir. 1627 yılında doğduğu, Rus asıllı olduğu ve İstanbul´a ve oradan saraya getirildiği bilinir. Haremde Müslüman olup dini bilgilerin yanı sıra saray eğitiminin bir parçası olan âdab-ı muaşeret gibi pek çok önemli hususu öğrenir. Kendisine Hz. Muhammed´in ilk eşi Hz. Hatice´nin ismi verilir. Asıl ismi ise bilinmez. Dönemi anlatan kaynaklarda ismi Turhan Sultan, Hatice Turhan Sul- tan, valide sultan olarak geçse de daha çok Turhan Sultan olarak tanınır.

Kaynaklarda anlatıldığına göre Hatice Turhan Sul- tan beyaz tenli, koyu kahverengi saçlı, mavi gözlü, çok güzel bir kızdı. Boylu poslu, narince idi. Sultan İb- rahim tarafından çok beğenildiği rivayet edilir. Hatice Turhan Sultan, 2 Ocak 1642´de oğlu Mehmed´i dün- yaya getirdi (Sultan IV. Mehmed). Padişaha ilk oğul veren hanımdı. Böylelikle, başhaseki unvanını kazan- dı. Sultan İbrahim´in 8 Ağustos 1648´de tahttan in- dirilip yerine oğlu IV. Mehmed´in yedi yaşında tahta çıkmasıyla valide sultan oldu. Valide Sultan olduğun- da yirmili yaşların başında çok genç bir hanımdı. Esas varlık gücünü Valide Sultan olan kayınvalidesi Kösem Sultan´ın 1651´de ölümüyle gösterdi. Hatice Turhan Sultan, haremin başı oldu ve maaşı iki bin akçeden üç bin akçeye yükseltildi. Topkapı Sarayı´nda Cariye- ler Taşlığı´na bitişik Valide Taşlığı´ndaki Valide Sultan Dairesi´ne yerleşti.

Hatice Turhan Sultan, 1656´ya kadar vezir-i azam atamaları da dâhil tek yetkili kişi konumundaydı. 1656´da Köprülü Mehmed Paşa´yı olağanüstü yet- kilerle donatıp sadrazam olarak atadı. Muktedir bir Valide Sultandı. Resmî bir notta Eski Saray´ı ihmal ettiği için sadrazamı azarlıyordu: “Eski Saray´da çor- ba kaynatacak odun yok! Bunun sebebi nedir? Burası Sultan Sarayı değil midir?” Sultan, 1660´a doğru IV. Mehmed´in saltanat işlerini yürütecek yaşa gelmiş olması nedeniyle siyasetle ilgisini kesmeye başladı.

Hatice Turhan Sultan, oğlunun yalnızca çocukluğunda değil yetişkinliğinde de yönetimde çok önemli ve etkili bir rol oy- nadı. 1664 kışında 22 yaşını dolduran Mehmed, artık ataları gibi iktidarın dizginlerini ele alacak ve sorumluluklarını üst- lenecek yaştaydı. Ama av tutkusu nedeniyle, zamanının çoğunu Edirne´de geçiriyordu.

Hatice Turhan Sultan bir süre de olsa imparatorluğu siyasî karmaşanın ve ekonomik çalkantının eşiğinden döndürmeyi başardı. Sadaret makamını yaşlı fakat dirayetli Köprülü Mehmed Paşa´ya teslim etti. Köp-

Hatice Turhan Sultan da pek çok Osmanlı hanım sultanı gibi gelirlerini büyük bir vakıf kurmak için sarf etti. Eminönü´ndeki Yeni Cami Külliyesi´nin inşa hikâyesi, saray kadınlarının hayırsever faaliyetlerine çarpıcı bir örnektir. Padişah III. Mehmed´in annesi Safiye Sultan inşaatı 1597 yılında başlatmıştı. Ancak oğlu 1603´te ölüp kendisi de Eski Saray´a taşınınca eli- ni bu işten çekmek zorunda kaldı. Elli yıl kadar sonra hükümdar IV. Mehmed´in annesi Hatice Turhan Sul- tan tarafından inşaat tamamlandı. Bu abidevî külliye, sultanın gücünü imparatorluk başkentinde görünür hâle getirdi. 17. yüzyılda yapılan tek büyük camidir. Caminin açılış töreni 31 Ekim 1665 Cuma günü yapıl- dı. Açılış törenine Valide Sultan olan Hatice Turhan, Padişah IV. Mehmed ve vezirler katıldı. Merasime ka- tılan devlet erkânına samur kürkler, hilatler ve hedi- yeler verildi. Valide Sultan saraya giderken etrafa çil akçeler dağıttı ve bu şekilde fukara da nasiplendirildi.

İnşa edilen bu bü- yük külliyenin ayakta kalıp kendi- ni finanse etmesi için Hatice Turhan Sultan´a ait gelir getiren mülkler bu külliyeye vakfedildi. Yeni Cami Külliyesi cami, türbe, sıbyan mektebi, sebilhane ve çarşı ol- mak üzere beş ana unsurdan müteşekkildir. Sultan bu devasa yapının yanı sıra Çanakkale Boğazı´nın girişinde iki yeni kale yaptırdı. İlaveten Fatih Sultan Mehmed´in 15. yüzyılın ortalarında boğazın en dar yerinde yaptırmış olduğu Kilitbahir´de geniş çaplı bir onarım başlattı.

Hayırsever Sultanın 1680´lerde sağlığı giderek bozuldu ve 1683´te, genç dene- bilecek ellili yaşlar- da hayata veda etti. IV. Mehmed´den başka Atike isimli bir de kızı olan Sul- tanın vefatından sonra imparatorluk felaket senelerini yaşadı. Sultan, Eminönü´nde kendi yaptırdığı Yeni Cami Külliyesi´nin bir parçası olan Havâtîn Türbesi´nde medfundur.

62

F

ırsat maliyeti, kısıtlı kaynaklar karşısında tüm ihti- yaç ve arzularını elde etmesi mümkün olmayan insa- noğlunun, bu kısıtlı kaynakların rasyonel kullanımında tercih yapmak zorunda kalması sonucu ortaya çıkar. Yapılan her seçimin, alternatifleri arasında en yüksek kazanç sağlayacak ve seçilmemiş olmakla vazgeçilmiş bulunan bir maliyeti bulunur ki, neo klasik iktisat teo- risyenleri buna alternatif maliyet, fırsat ya da vazgeç- me maliyeti ismini verir. Üretici ve tüketici açısından alternatif maliyetler ayrı ayrı ele alınması gereken ko- nular olup, bu maliyetin hesaplanması sırasında kontrol dışında ve telafisi mümkün olmayacak bazı sonuçlar da karşımıza çıkar ki, bu da alternatif maliyetin “dışsallık” özelliği olarak bilinmektedir. Buraya kadar anlatılanla- rın malumun ilanı olduğundan şüphe yok, ancak konu- yu mimarlık düşüncemizi işletecek bir kavram olarak tasarım ve planlama sürecinin terimleri ile ele almaya ve üzerinde biraz daha düşünmeye çalışacağım.

İktisadi açıdan ikinci alternatifin getirisi olarak düşü- nülen bu miktar, ekonomistlere bakarsanız tuttuğunuz yolda elde ettiğiniz kazanç ile yetinmenize izin verme- yecek, hatta daha kârlı ihtimaller karşısında zararda ol- duğunuzu söyleyecektir. Bu örneği vermemdeki amaç şu; tercihlerimizin salt ekonomik sebep ve sonuçları yoktur ve daha genel bir bakışla, daha tümel yaklaşım- lar gerektirdiğinin hepimiz farkındayızdır. Bu anlaşılabi- lir olsa da, tercihimize etkiyen diğer parametreler sayı- sal/niceliksek sonuçlar kadar kıyaslanabilir midir? Peki bu faktörler karar verme süreçlerine nasıl dahil olurlar ve hiyerarşik olarak bir önem sıralamasından bahsedi- lebilir mi?

Mimarlık mesleğinin eğitimle kazanılan, fakat dışarı- dan farkedilmesi zor ve saygı duyulduğu nadir görülen bir yönü üzerinde bu soruların ışığında ilerleyelim. Yan- lış anlaşılmaları önlemek adına baştan belirtmekte fay- da olabilir; burada kastedilen örneğin stüdyo ya da dub- leks gibi konut tipolojilerinden hangilerinin seçilmesi ile aynı inşaat alanından daha çok kâr elde edilebileceği, veya arazinin imar durumunu değiştirmek için girişilen zahmet ve maliyetlerin neticede fayda verip vermeye- ceği değil. Zaten böyle bir uzmanlığımızın olmadığı da açık. Nitekim bahsedeceklerimiz biraz da bu kararlara hapsolmuş mimarlık camiası ve yapı endüstrisinin mü- zakere sürecinde yaşanan baskılara, ve daha kazançlı görünen tercihlerden neden uzak durmamız gerektiği gibi sorulara cevap vermekte zorlanıyor oluşumuza ge- tirilen bir öz eleştiri olacaktır.

Mimari tasarımda tercihlerin sonsuz sayıda kombi- nasyonu karşısında mimar, bu seçimlerin hesap verile- bilir bir sonuca ulaşmak adına bir araya getirilmesi gibi çetin bir sınav ve sorumlulukla karşı karşıyadır. İnsan hayatını ve faaliyetlerini kuşatan tüm fiziksel yapılı çevrenin düzenlenmesi işinin bu mesleğe tevdi edilmiş olması ve aynı mesleğin toplumsal mutabakatla daha birçok entelektüel konuyu sahiplenmesinin meşruiyeti tartışılabilir, ki seçtiğimiz başlık da biraz bunu yapmaya yöneliktir.

Ancak hemen farkedileceği gibi bu teslim edilme hali yalnızca bir görünümden ibarettir. Çünkü çetrefilli meseleler karşısında kendinden menkul bir bilme ile kuşanmış karar vericiler aslında bilimsel bilgi ile değil kararları tartışılmaz olan, ve çoğu bir defaya özgü bir- çok etkenin bileşke vektörü olarak ortaya çıkan uzlaşı / sonuçların kontrol edilemez / bir defalık olmasından faydalanarak risk almayıp, çıkarları ile ters düşmeyen, kaçınılmaz(!), pragmatik neticelere varırlar. Alternatif maliyetlerin “mega” projelerde bir karşılığı olamayaca- ğı gibi, toplumsal maliyetlerinin tahmin edilemez olu- şununda ötesinde aslında bu derece belirsizlik taşıma- ları, onların proje değil “meydan okuma” olduklarını da gösterir. Burada açıkça mimarlık meslek alanının sahip- leri tarafından savunulamamış ve terkedilmiş olduğunu kabul etmemiz gerekmektedir.

Meslek alanının dışarıdan kimseler tarafından işgal edilmesi tüm meslekler için rahatsız edicidir. Mesleğin kazanç, teknoloji ya da ihtisaslaşma açısından korunup o amaçla yapılanmış olduğu kimilerinde, mesleki te- rimlerinin bariyerleri dışarıdan kişilere alanın kapılarını kolayca açmaz. Ancak mimarlık böyle değildir. Tüm za- manını içinde geçirdiği “mekan”, onun düzenlenmesi ve üretilmesi hakkında her birey, asgari düzeyde bir yet- kinlikle konuştuğuna inanmaktadır. Peki, meslek alanı- nı topluma karşı temsil etme görev ve sorumluluğunda olan mimarın hiç mi suçu yoktur? Elbette olmadığını iddia etmek mümkün değildir. Ancak bu konuda yapı- lacak birşeyler olduğu pek düşünülmez. Bunun yerine dışarıdan bastırılan tanımlar ve biçilen kimlikler içinde bir dizi hesaplaşma, yakınma ve yalnızlık içinde meslek yaşantısını sürdürmek durumunda kalınır. Kanaatimiz- ce, meslek alanının saygınlığının geri kazanılmasına giden yol mimarlık bilgisinin sınırlarının ve nitelikleri- nin tartışılarak, tabiri caizse mimarlık için varlık/bilgi- bilim’in yeniden kurulmasıyla mümkündür. Deneysel ve teorik çalışmaların ağırlıkta olduğu disiplinlerde meslek adamlarının onay vermeyeceği hareket tarzı kabul edi- lemez görülürken, fiziksel çevrenin kurulması konusu- nun bu derece keyfekeder uygulamalara sahne olması, disiplinin üzerine kurulduğu iddia edilen bilgi birikiminin nesnelliğini ve geçerliliğini topluma anlatamadığımız içindir. Daha basite indirgeyerek, binaların taşıma gücü konusunda basma-çekme deneyleri ile tartışmasız hü- kümlere varabilirken, hayatımızın aynı nitelikte ve ke- sinlikte olmayan, belki sosyal ve ruhî yaşantımızla ilgili olmaları bakımından daha önemli, buna karşın ölçeme- diğimiz, ve üzerinde konuşabilmek için yeterli kavram- sal çerçeveleri de üretemediğimiz diğer birçok katman ile çevrili olduğu gerçeği gözardı edilmektedir.

Meslek alanının dışarıdan kimseler tarafından işgal edilmesi tüm meslekler için rahatsız edicidir. Mesleğin kazanç, teknoloji ya da ihtisaslaşma açısından korunup o amaçla yapılanmış olduğu kimilerinde, mesleki terim- lerinin bariyerleri dışarıdan kişilere alanın kapılarını ko- layca açmaz.

Benzer Belgeler