• Sonuç bulunamadı

65

SAY I: 0 5 / O CA K - M A R T 2 0 13

gelen harç, 2010’da %38 olmuştur. Bu sürdürüleme- yen bir durum meydana getirerek, kredi kuruluşları- na öğrenci borç toplamı 1 trilyon ABD dolarını (~ 1.8 trilyon TL) bulmuş ve bu konu politik tartışmanın merkezine oturmuştur. ABD’de eyaletlerin eski yıl- larda yaptıkları bonkör üniversite destekleri ise gide- rek azalmaktadır.

Öğrenci harçları artışları ile ilgili olarak Jeff Denneen (Bain Consultant), “Yükseköğretim ek değer verme- diğine göre ek maliyet neden?” sorusunu sormakta- dır. Orta seviye bir öğrenci eskiye göre daha az saat çalışmakta ve daha az öğrenmekte, not enflasyonu ise bu durumu örtmektedir.

Cornell (özel üniversite) finansal problemi 2009’dan itibaren çözmeye çalışmakta olup, yönetim masra- fını 70 milyon ABD Doları (~ 125 milyon TL) kadar düşürmüştür. Öğretim üyeleri daha mesleğine odaklı alanlara yönelmişler, kampüs kapatma, birleştirme, bölüm ve derslerin kaldırılması, yıldız profesörlerin sayısının azaltılması gibi uygulanmalara gidilmekte- dir.

ABD Üniversitelerinde yıllık %12’yi bulan uzun va- deli borçlanma artışını, %9’luk faiz ödemeleri artışı, %6’lık laboratuvar, tesis ve ekipman yatırımı artışı ve %5’lik öğretim gider artışı izlemektedir.

ABD üniversiteleri bağımsızdır (özerktir), iç yönetim ve öğrenci harçlarını belirleme gibi konularda devlet kontrolü yoktur. Özel-Özerk üniversite anlayışı ve harçların üniversitelerce belirlenmesi, ABD üniver- sitelerini zenginlerin yoğun olarak gittiği yerler yap- mamıştır. Lisans öğrencilerinin; 1/3’ü azınlıklardan, 1/4’ü fakirlik sınırının altında kalan aile üyelerinden oluşmuştur. Öğrencilerin 1/2’si yarı-zamanlı olup %80’i okurken çalışmaktadır. Dünya liginin birincisi olan Harvard (özel üniversite) yılda 40 bin ABD dola- rın (~ 72 bin TL) altında gelire sahip aile bireylerinden harç almamaya karar vermiştir. Lisans eğitimindeki öğrencilerin %5’ i ve lisansüstü öğrencilerin yarısına

çok azı (dörtte biri) üniversiteye girememektedir. İngiltere’de devlet üniversitelerinde kapanma riski yoktur, ancak bazı bölümler öğrenci bulamamakta- dır. İngiltere’de özel üniversitelerin sayısı artmakta ve yayılmaktadır. Bu üniversitelerde de ücret ve öğ- renci bulma yönüyle sıkıntı yoktur. Hükümet, özel üniversiteleri öğrencilerine borç para vererek dolaylı şekilde desteklemektedir. Destek üniversite harcı- na bağlı olarak 6 bin sterlin/yıl’a (~ 17 bin 500 TL/ yıl) kadar çıkmaktadır. Birçok öğrenci, özel üniversi- telerin erişilmez yükseklikte ücret talep ettiklerini düşünmektedir. Bu yanlıştır, Örneğin, İngiltere’deki Buckingham Üniversitesi (özel) AB öğrencilerinden 11 bin 250 sterlin/yıl (~ 33 bin TL/yıl) ücret almaktadır. AB öğrencileri İngiliz gibi sayılırlar. Özel üniversiteler esnek uygulamalar ile öğrencilerin programları bir yıl erken bitirmesine olanak sağlamaktadır. İngiltere’de özel üniversitelerde yabancı öğrenci ücretleri daha yüksektir. Özel üniversiteler dışarıdan çok öğrenci alırlar. Buckingham Üniversitesi öğrencilerinin ya- rısından fazlası yabancıdır. Sadece geçen yıl ülke sınırları içerisine 216 bin göçmen kabul edilmiş ve bunların %40’lık dilimini öğrenciler oluşturmuştur. Hükümet raporlarına göre, bir yıl içerisinde yabancı öğrencilerden elde edilen gelir 7 milyar Sterlin (~ 20,3 milyar TL) civarındadır. Bu rakamın 2025 yılına kadar ikiye katlanması planlanmaktadır.

Türkiye’de üniversiteler

Kıta Avrupası’nda ve bizde yükseköğretim büyük öl- çüde devlet desteği ile yürütülür. Geçtiğimiz yıllarda devlet üniversitelerinde giderin %80-85’lik kısmı hazine, %15-20’ye yakın kısmı ise öğrenci harçları ile karşılanmakta idi. 2012-2013 eğitim-öğretim yılı itibariyle devlet üniversitelerinde öğrenci harçla- rı hükümet kararnamesi ile kaldırılmıştır. Harçların kaldırılması, zor durumda olan öğrenciler ve ailele- ri için çok iyi, varlıklı bireyler için ise ödül olmuştur. Devlet üniversitelerinde öğrenci harçlarının tümüyle kaldırılması, bize “ücretlendirilmemiş hizmetin kıy- meti bilinmez” özdeyişini hatırlatmaktadır. Harç- ların tümden kaldırılması yerine, ödeme gücü zayıf öğrencilerin burs, kredi ve borçlandırma gibi enstrü- manlarla korunması daha doğru olurdu. Önemli bir gerçek burada da dillendirilmelidir: Alman Hükümeti, üniversitelere öğrenci harcı konusunda serbestlik ta- nımıştır ve bu ülkedeki birçok üniversitede harç mik- tarı önemsiz sayılacak kadar düşüktür. Avrupa’daki akademi çevreleri, dünya üniversite liginde Alman üniversitelerinin önde olmamalarını bir şekilde bu- nunla ilişkilendirmektedir.

66

Vakıf üniversitelerimiz, devletin yükünü alarak yük- seköğretim sistemimize çok önemli katkı yapmakta- dır. Vakıf üniversiteleri çalışanları YÖK, MEB ve TÜBİ- TAK fon ve burslarından diğer üniversite mensupları gibi yararlandırılmalıdır. Öğrencilerimize, talep etme- leri halinde harç, burs ve kredi desteği verilmelidir. Borç para verme alternatifi de yukarda verilen İngil- tere örneği dikkate alınarak çalıştırılmalıdır. Ülkemizde devlet üniversitelerinde araştırmanın fi- nansmanı da büyük ölçüde devlet (TÜBİTAK, DPT ve KOSGEB vb.) tarafından üstlenilir. Vakıf üniversi- telerimiz ise devletten çok az destek almakta olup öğrenci harç kaynaklı gelir yapısına sahiptirler. Vakıf üniversitelerine de araştırmanın finansmanı ve öğre- tim elemanlarının yetiştirilmeleri konularında destek verilmelidir.

Sonuç

Yükseköğretim artık uluslararası bir sektör olmuştur ve rekabet artmıştır. Birçok üniversiteler bu gidişi bir rüzgâra benzetmekte ve rüzgârın durmasını bekle- mektedir. Fakat rüzgâr hiç durmayacaktır. Yükse- köğretim kurumları bir seçim yapma durumundadır. Ya hızlı değişen dünyaya uyum sağlanacak ya da dı- şarıda kalınacaktır.

ABD ve İngiltere’de örgün yükseköğretim kurumları halkın ödeme kapasitesinin üstünde seyreden harç artışlarını - çok ucuz uzaktan öğretim alternatifleri varken - sürdüremezler. Bu ülkelerin üniversiteleri bu gerçeğin ışığında öğretim ve araştırmanın finans- manını gözden geçirmekte, bağışlar ve dış kaynak- ları (yabancı öğrenci, proje gibi) önemseyerek yarışta önde kalmayı sürdürmektedirler.

Ülkemizde yükseköğretimin finansmanı büyük ölçü- de devlet tarafından karşılanmaktadır. Sayıları hızla artan vakıf üniversiteleri yükseköğretim sistemimi- ze dinamizm katmış, üniversitelerimizde öğretim ve araştırmanın finansmanında farklı enstrümanlar öne çıkmaya başlamıştır. Eğer üniversitelerimiz dünya li- ginde önlerde yer alacaklarsa mutlaka finansal yapı- larını güçlendirmelidirler. Bugün itibariyle %1’in altın-

da olan üniversitelerimizdeki yabancı öğrenci oranı da arttırılmalıdır. İdari özerklik kadar mali özerklik de önemlidir. Üniversitelerimiz, eğitim ve araştırmaya bağış kültürünü tabana yaymalı ve değişmelidir. Öğ- rencilerimizden alınan / alınmayan öğretim harçları gerçekçi modellerle tüm yükseköğretim sistemi için yapılandırılmalıdır. Bu bağlamda, ABD ve İngiltere gerçekleri iyi analiz edilmelidir.

Günümüzde üniversitelerde devlet desteği ve kont- rolü giderek azalmaktadır. Modern üniversitelerde akademik küreselleşme söz konusudur. Üniversi- teler; öğrenciler, öğretim üyeleri ve diğer çalışanlar için küresel pazar olmuştur. Olabildiğince fazla ya- bancı öğrenciyi üniversiteye kaydetmek, uzun süreli yabancı-ziyaretçi profesör istihdamı sağlamak, çok sayıda yerli-yabancı şirket ve üniversitelerle işbirliği yapmak esas hedef olmuştur.

İş hayatı, sosyal hayat, politik hayat veya sivil top- lum örgütlerinde önemli ve anlamlı noktalara gelebil- mek için üniversite eğitimi vazgeçilmez bir gereklilik- tir. Üniversitelerin yalnızca diploma dağıtması yeterli değildir. Dünyamızda problemler ülkelerin sınırlarını aştığından, üniversiteler de insanlara sınırları aşma- yı öğretmelidir. Üniversiteler; küresel terörü önleme projeleri, fakirliği alt etme projeleri vb. üretmeli ve paydaşları yönlendirmelidir. Günümüzde üniversi- teler, toplumsal ve insani sorunlardan ve krizlerden izole olarak işlevlerini yerine getiremezler.

Dünyaca ünlü bilim insanlarını bünyelerine katan üni- versiteler, dünyayı biçimlendirirler. Öğretim üyeleri; öğrencilere ve eğitim alan her kademedeki bireylere girişimci olma kültürü vermelidir; inanılmaz merak- lı ve kapasiteli kişileri yetiştirmelidir. Üniversiteler; iç ve dış yapılanmada ve ilişkilerde şeffaflığa önem vermeli, etik değerleri öne çıkarmalıdır. Üniversitele- rin görevleri daha geniş alanlara yayılmalı ve yeniden tanımlanmalıdır. Yeni gerçeklik; üniversitelerin kendi kaynaklarını ve itibarını üretebilir ve koruyabilir ol- ması üzerine oturmuştur.

67

SAY I: 0 5 / O CA K - M A R T 2 0 13 gün boyunca ka- dınlar ve kadının gözüyle öyküyü görmeye çalışanlar. Her ne kadar ilmeklerim düzgün sıraların arasından eğri büğrü hissedilse de örgüye merak salanların o ilk hevesleriyle, iki sıra dokuyu- verdim, o ince tülden.

Fatma Barbarosoğlu: “Neden kadınlar bir Kafka ola- madı bilir misiniz? Hiçbir zaman Lavrens olmalarına izin verilmediği için” dediğinde, “haklı” diye düşün- düm. Bizim buralarda erkekleri şanslı bulur kadınlar, askerlik bahanesiyle de olsa başka bir dünyanın kapı- sını aralayabildikleri için!

Naime Erkovan, “Bugün milyonları ardından sürük- leyen fantastiğin, belki de her türlü öykülemenin temelinde Şehrazat vardır” diye not düştüğünde ise hemen bir başka pencere açıldı, yepyeni bir dünya serildi gözlerimin önüne. Hatice Meryem’in sözleriyle anlam kazandı bu dünyanın nesneleri: “Kadının aynı deneyimler içinde doğup aynı deneyimler içinde öl- mesi onu nesnelerle daha yakın bağlar kurmaya belki de mecbur kılıyor. Ama bu onu içsel yolculuklara çıka- rıp, inanılmaz öyküler anlattırıyor.”

Hatice Meryem’in anlattıkları; anneannemi, baba- annemi, bazı günler sobalı evlerde büyük halala- rın yatıya kaldığı günleri hatırlattı bana. “Korkma, gökte melekler at koşturuyor” demişti, Bahtiyar Vahapzade’ye annesi ve mutlaka hayal kapılarını ona sonuna kadar açmıştı. O büyük yazarın annesi için mümkün olsaydı, o günlerde kalemi alıp eline yazmak, Jane Austen misali, acaba yazar mıydı ka- pağına: “Bahtiyar Vahapzade’nin Annesinden” diye? Hayıflandım şimdi, keşke sorsaydım Ali Ural’a… Bahtiyar Aslan konuşmaya başladığında artık anlaşı- lamamaktan şikâyet etmenin çok anlamsız kaldığını anladım. Diyordu ki: “Erkeğin bilincinde kusursuzlu- ğu düzenleyen kadındır. Bir elmanın iki yarısı misal yaratılmış bu iki eşref-i mahlûkat aslında ne kadar didişse de birbirini tamamlamak için yaşar. Ve kadın erkeğin aradığı kusursuzluğu yakalamak için hep ko- şar, öyle ki unutur dünyada kusursuzluk diye bir şey olmadığını, bulamadığı kusursuzluk için hep suçlu hisseder kendini.”

Beyhan Kanter, “Sınıflandıran ya da sınırlandıran ke- limelerin dışında bir kadın kimliği”ni isimlendirirken “mütedeyyin kadınlar”ı çok güzel bulmuştu. Çünkü maalesef kadın özellikle 28 Şubat’tan sonra “inan- cın görünen yüzü” olarak sınıflandırılmış; hatta artık kendilerinin dışında varlıklara işaret eder hale gele- rek onların üzerinden eşleri, çocukları yargılanmış ya da yüceltilmişti. Görünenin ardında ne olduğunu anlamadan!

zihni ve zihniyeti besleyen, çoğu zaman da değiştiren bir olgudur. Bu nedenle sürekli kadın mağduriyetinin kullanılarak kadına toplumsal yaşamda bir yer açmak fikri beni çok incitiyor. Kadın, mağduriyetleri ile değil ortaya koydukları ile başı dik, kendinden emin çıkma- lı toplumun önüne.” Onu, Doç. Dr. Ülkü Eliuz tamam- ladı: “Kadın kendi değerlerini fark ederse yaşar.” Akademisyen bakış açısı, realist bakış açısı ve bence de en doğru bakış açısı: “Ayinesi iştir kişinin…” Edebiyatın ciddi bir meta haline geldiği, kendini iyi pazarlayanın rağbet gördüğü, dizilerin hazır görsel- liğinin kitaplara yansıdığı, kitapların insanı yücelten düşünme eylemine yönlendirmek yerine lezzetli bir elmalı şeker misali yenilip yutulduğu günümüzde sözü “geleneğin imhasına değil, geleneğin ihyasına” adanmış bir isme getirdi Özlem Fedai. Bir kez daha şükran duyduk onun anlattıklarıyla geleneği doğru kanaldan takip edip, onun bereketli havuzlarını kir- letmeyen kalemlere.

Nihayet beklediğim bir yüz, öykülerinde bir bahar gü- nünün serin akşamüstlerinde ardına kadar açılmış bir pencerenin önünde hayatın filmini canlı canlı izledi- ğim bir ses aldı mikrofonu eline. Değerli yazar Sevinç Çokum: “Yazarlar da günü gelir ne yazdığını unutur” dediğinde beni hep hırpalayan içimdeki “ben”e karşı bir savaşı kazanmış gibi hissettim kendimi, bir avuç su serpildi yüreğime. Hep bir başka ağızdan dinledi- ğimde: “Evet, gerçekten böyle yazıyordu, ben bunu nasıl atladım, nasıl oldu da unuttum” diye bir ağla- madığı kalan ben, “Senden edebiyatçı olmaz!” diyen içimdeki sesin mağrur tonunu bastırıverdi.

Kalemin başkenti olmaya geleneği ile hazır bir mem- leketimin bir başka kıymetli sesi Yıldız Ramazanoğ- lu, Virginia Woolf’un o evrensel ifadelerini getirip koydu önümüze: “Kadın yazmak istiyorsa evdeki meleği öldürmek zorunda kalır. Hani sofrada tavuk varsa derisini yiyen, bir koltuk cereyandaysa kimse oturmasın diye oraya oturan, utangaçlığı en büyük cazibesi olan evin meleğini…”

Doğruydu, bunlar dünyanın neresine giderseniz böy- leydi; ama benim ülkemde kalem erbabı kadınların bir ip cambazı misali koruduğu dengelere bakınca topraklarımın bir başka sesi ses verdi, yüreğimden:

“Kadınlar bilirim ülkeme ait

Yürekleri Akdeniz gibi geniş, soluğu Afrika gibi sıcak Göğüsleri Çukurova gibi münbit

Dağ gibi otururlar evlerinde Limanlar gemileri nasıl beklerse Öyle beklerler erkeklerini

Yaslandın mı çınar gibidir onlar sardın mı umut gibi.”

*Günümüz Türk Öyküsünde Kadının Sesi Sempozyumu’na dinleyici olarak katılan Türk Dili ve Edebiyatı Öğretmeni Mine Kılıç’ın izlenim yazısıdır.

68

Müge İplikçi, ne mi anlattı, bilmiyorum(!): ben, o ko- nuşurken serin sularda kulaç atıyordum, gözlerim berrak suyun derinliklerinde rengârenk varlıkların büyüsüne kapılmıştı, her kelime kulağıma tatlı nağ- meler gibi kanat açarak geliyordu. Çok doğru şeyler söyledi, çok önemli tespitlerde bulundu, ama bunu sanatın inanılmaz büyüsünü doğal dilin içine öylesine yerleştirerek anlattı ki “edebiyatçı olunmaz edebiyat- çı doğulur” deyip kenara çekilmek düştü bize. O oturum, gerçekten muhteşemdi. Köklü bir üniversi- tenin, kimlere kimlere verdiği kürsüler, masalar tarihe bir çentik daha atıyordu, bence. “Ben yazarken, yazar olurken bütün kimliklerden bağımsız olmayı sevdim” diyen Karin Karakaşlı bir yerlerde kırılan, daralan, tı- kanan o günlerden sonra da hep aradığımız “ses ve nefes” oldu, kadına has bir hassasiyetin tonunu yer- leştirdiği sesiyle.

Neler yoktu ki bu sempozyumda…

“Deli Kadın Hikâyeleri”ni anlattı Mehmet Narlı, bir ki- tabın müjdesini verdi, bu kitabı heyecanla beklemeye aldı zihinler. Bu insanlara, 1950’li yıllara kadar ermiş gözüyle bakan bir nesilden 1950’lerden sonra parça- lanmış bir bilincin çarptığı zavallılar olarak bakan bir nesile, kurmaca neleri almıştı sayfaları arasına, o kur- macayı okuyanlar neler anlamıştı, bu anlatılanlardan? “Bir eserde tasvirlerdeki detaylar kadınsılığı ele ve- rir” diyordu, Yakup Çelik; küçük küçük, ince ince de- taylar bütünde güzelliğin esasıydı, bence. Öykülerin isimleri bile bu güzelliğin ince ayrıntılarıydı, tıpkı İsa Kocakaplan’ın Al Çiçeğin Moru adına dair tespitleri gibi.

Naime Erkovan’ın konuşmasından: “İnsan ruhu ger- çekten olmamış bir hiçbir şeyi hayal edememiştir” cümlesi de sempozyumun ardından defalarca kafam- da seslendirilen cümlelerden biri oldu.

Meral Demiryürek’in tebliği, bilimsel yaklaşımı ve su- numu ile beni etkileyen bir başka çalışma oldu.

Bu iki günlük yolculuğun sonunda Hüseyin Su, değer- lendirmesinde gayet güzel özetledi bütün anlatılan- ları. Anladık ki “kadın niçin yazar ile insan niçin yazar sorularının cevapları arasında hiçbir fark yokmuş.” Ve yeniden başa döndü M. Fatih Andı: “Hikâyesi olma- mak yaratana mahsustur; hikâyesi olmak ise yaratıl- mışa…”

Büyük öykücü Sait Faik’in: “Yazmasaydım ölecektim” sözlerini sempozyum boyunca zaman zaman çalındı kulağıma.

Evet, Müge İplikçi’nin ifadesiyle “40 yaşın bilgeliği”nde bir kadın ve yaratanın kadına verdiği o inanılmaz yete- neği nesillere yansıtmaya çalışan bir öğretmen olarak bu sempozyumu düzenleyen genç neslin heyecanını ve performansına hayran kaldığımı mutlaka burada yazmak gerektiğini düşünüyorum. Türkiye’de yükse- köğrenim için çok önemli açılımlara vesile olacağını düşündüğüm vakıf üniversitelerinin bu heyecan dolu gençlerine, onları yönlendiren kıymetli büyüklerine sonsuz teşekkürlerimi sunuyorum; bu ülkenin gele- ceğine dair umutlarımızı köksüz olmaktan kurtarıp derinlere kol atmış ağaçlar haline getirdikleri için… Kahramanmaraş- İstanbul uçağından inerek ikinci oturumundan itibaren izleyebildiğim bu sempoz- yumda Ömer Lekesiz’i, Cihan Aktaş’ı, Zeynep Kevser Şerefoğlu’nu ve Nalan Barbarosoğlu’nu dinleyeme- diğime üzülürken, aslında kendime bir yol bulmuş oluyorum bir dahaki İstanbul seferim için. Belki Cihan Aktaş’ın yakın zamanda çıkacak olan Ayak İzlerinde Uğultu’suyla ilgili bir söyleşide, belki Kebikeç’te -Şerif Eskin’in refakatinde- Ömer Lekesiz’le bir sohbette, belki Nalan Barbarosoğlu’nun başkaca satırlarında, yine öykülerde buluşuruz, kim bilir…

Bunları kâğıda döküp, birilerine duyurmasaydım, her- halde ben de ölecektim.

Hep böyle güzel hikâyelerin içinde olmak dileğiyle…

Avucumda bir cümleyle erdim bu akşama: “Yazıdan, sözden önce hırıltı, fısıltı halinde ses vardır; ondan önce nefes... Hayatın özü olan nefes...”

Sesini duyurmak ister insan nefes alıp verdiği süre- ce. İster kadın, ister erkek. Anlatır... Ardından kalemi buluverir elinde. Bu dünyadan sesler toplayan kadın- ların kalemlerinden süzülenleri dinledik, derledik iki gün boyunca.

“Birikmiş izlenimler ve sesler hazinesidir öykü” cüm- lesi ilk tespit olarak aklımda. Asla tamamlanamayan, düşüncede pürüz olarak kalan bir şey öykü...

Böylece sesler yükselmeye başlıyor kadın öykücüle- rimizden ve öyküler üzerine yapılan değerlendirme- lerden. “Anlatma bir şifa oluyor” kadın için; “öykü bir biriktirme... ” Kadın biriktiriyor, kadın kelimeler topluyor. Peki, ne zaman yazıyor? İlk kez Fatma Aliye Hanım’la değiyor bir kadının elleri öykünün efsunlu kapısına. Fakat önce kapıların en ağırını açması gere- kiyor kadının öyküye varabilmek için. Gözkapaklarını açabilmesi gerekiyor. “Yeryüzünün en ağır kapıları” çünkü gözkapakları… Gözkapaklarını açabilmiş her anne, masal anasıdır öyleyse. Doğan çocukları için hayal doğurmakla da görevli oluyor anneler. Ve on- dan sonra yolculuk başlıyor kadının zihnine, hayalle- rine, kelimelerine…

Nesneleri soyutlama yeteneğiyle, biriktirme arzu- suyla, kâinatın tamamını ayna olarak görüp, uyanık ve sabırlı şekilde kendini gözlemliyor. Seziyor, sonra sezdiriyor kadın. Dedikodular ve masallar ses kafi- leleri olup, kelimelere dönüşüp, düşüyorlar kalemin ucuna. Açılıveriyor önümde biri diğerine benzemez her biri birbirinden güzel ton ton bir sürü dünya... Ben bu iki günden sonra anladım ki yazmak, “susma- ya ramak kala”, kalpteki susmadan hemen sonra bir yerde başlıyor. Korkuları yenip kötülüğe karşı koyu- yor yazanlar. Ses ile suskunluğun arasında kendile- rini yazarken buluyor kadınlar da. İlk yazan kadın Hz. Asiye’den, kelimelerin annesi Hz. Meryem’den bugün bizi bir postmodern öykünün kollarına atan kadın ya- zarlara kadar “hayata müdahale etmek”, hatta belki bazen bu yolla mücadele etmek ama aslında hayata rağmen hayatın içinde var olmak için seslerini ve ne- feslerini bizden esirgemeyen bütün öykücülerimize ve bütün bu yazılanları bize farklı noktalardan görü- nür kılmak için uğraş veren araştırmacılarımıza te- şekkür ediyorum kendi adıma.

Benzer Belgeler