• Sonuç bulunamadı

Feminizm, kökeninde Latince’de kadın manasına gelen “femine” kelimesinden türemiştir. Feminizm yaklaşımı, kadınların sadece kadın oldukları için karşı karşıya kaldıkları zorlukları, baskı ve ezilmişlikle ilişkisini inceleyen, sınıf, ırk, ulus, din, dil vs. unsurlarda kadınların yaşadığı sorunları ele alan bir bilim alanı olarak değerlendirilmektedir. Daha önceki bölümde de bahsettiğimiz üzere feminizm algısı, ilk olarak 18. yüzyılda İngiltere’de ortaya çıkmış ve 1792’de yayınlanan Mary Wollstonecraft’ın “A Vindication of the Rights of Women” adlı eseriyle de ilk kez akademik alan içerisine girmiştir (Sevim, 2005: 7-8).

Genel olarak Feminizm kadınların daha özgür bir ortamda yaşamaları, baskı altında olmamaları, haklarının meşru bir zeminde olması, kamusal veya özel alanda yapmış oldukları eylemlerinde ve faaliyetlerinde erkekler ile eşit haklara sahip olmaları gerektiğini düşünen bir yaklaşım olarak karşımıza çıkmaktadır. Başka bir bakış açısı ile feminizm kavramı kadınların meşru hakları olan baskıya maruz kalmamaları ve eşit statüye sahip olmalarını talep etmeleri olarak ifade edilebilir. Genellikle temel hedef, kadının özgürlüğü ve haklarının savunulmasıdır. Fakat bunun yanı sıra ataerkil yapıların ortadan kaldırılması gibi temel bir konuda feminizmin değindiği olgulardan biridir. Feminizmin temel objeleri ise; iş, eğitim, çocuk bakımı vb. konularda erkeklerle eşit hak ve konumda olma isteğidir. Bunun yanı sıra kadın sağlığı üzerinde gerçekleşen ilerlemeleri, sosyal olarak da kadına yönelik şiddetin önlenmesini, tecavüz ve tacizin ortadan kaldırılmasını ve lezbiyenlik haklarına kadar uzanan farklı alanlardaki konuları da kapsamaktadır (Taş, 2016: 165).

Kadınların toplumsal hayattaki yerinin sadece cinsiyet veya toplumsal cinsiyet ile belirlenen rollere göre tanımlanmaması gerektiğini savunan feminizm, bu konuda ki en önemli düşünce akımı olarak karşımıza çıkmaktadır. Kadının erkek ile eşit olması düşüncesi değil eşit fırsatlara ve eşit şartlara hatta eşit hayat standartlarında eşit yarışma koşullarına sahip olması gerektiğini savunmaktadır. Bu standartların yaratılması içinse belirli eylemler ortaya konması gerektiğini düşünen bir yapıdır. Mitcel feminizmi tanımlarken: “kadınların, kendi aralarında bir dayanışma yaratarak, erkek egemen dünyanın norm ve değerlerine, cinsiyetçi politikalarına karşı başlatmış olduğu mücadele” olarak bahseder (Güngör, 2018: 16).

Bell Hooks “Feminism is for Every body Passionate Politics” adlı eserinde, kadın sorununu detaylandırmış ve sorunun, içinde birçok öğeyi barındıran ekonomik, politik, psikolojik, sosyolojik yönleriyle karmaşık bir olgu olduğunu ifade etmiştir. Hooks, feminizmi genel olarak, kadın-erkek ayrımcılığına her anlamda net olarak karşı çıkan, cinsler arasında siyasal, ekonomik ve toplumsal eşitliği savunan özgürlükçü bir görüş olarak tanımlamaktadır. Feminizm, cinsiyetçiliği, cinsiyetçi sömürü ve baskıyı sona erdirmeye çalışan bir hareket olarak ortaya çıkmıştır. Hooks’a göre sorun erkek düşmanlığı değil, tamamen cinsiyetçiliktir (Hooks, 2000: 3). Feministler, kadınların

evde ve toplumda kendilerine yüklenen görevleri, her zaman en güzel şekilde yaptıklarına inanmaktadır. Feministlere göre, kadınların olmadığı yerlerde eşitsizlik kaçınılmazdır.

Geçmişten günümüze kadın için, yaşanılan ortamın daha güzel bir hale gelmesi ve toplumun daha iyi yönetilmesi rolü her zaman mevcuttur. Gerekli rolleri üstlenen kadın bu tecrübelerden elde ettiği bilgi ve birikimleri genellikle tek boyutludur. Çağdaş feministler ise bu konuda kadın bakış açısını daha anlamlı bir hale getirmeye çalışmaktadır. Feminizm kadının taraftarlığını, elde edilen bu deneyimler sayesinde ortaya çıkmış bir yapı olarak kabul etmektedir. Feminizme göre deneyimler her zaman kadın aleyhinedir. Kadın ezilen taraf ve her zaman boyunduruk altına alınmak istenen taraf olmuştur. Bu durum da feminizmin doğmasına ve gelişmesine neden olmuştur (Ali, 1997: 18).

İnsan haklarına ilişkin egemen tanımlar, ilk olarak erkekler tarafından ortaya atılmıştır. Kadınlar insan hakları konusunda ortaya atılan bu tanımlardan dışlanmış ve deneyimlerinden faydalanılmamıştır. Fakat insan hakları kavramı, durağan olmadığı gibi tek bir grup ya da düşünce yapısının da tekelinde değildir. İnsan haklarına sahip çıkan bireylerin giderek artması ve yeni ihtiyaç ve beklentileri de içine alacak şekilde genişlemekte olması insan hakları kavramının ve teorisinin dinamik niteliğine işaret etmektedir. Konu bu açıdan ele alındığında kadınların insanlık onurunu zedeleyen ve yaşantılarında, özgürlüklerinde ve güvenliklerinde meydana gelebilecek her türlü ihlallere karşı durulması ve aşağılamaların giderilmesini kapsayacak şekilde dönüştürülmesi gerekmektedir (Berktay, 1995: 46).

Uluslararası arenada kadın hakları ve söylemleri her zaman daha geçerli olmaktadır. Bunun en önemli nedeni olarak uluslararası hukukta kadın ve kadına yönelik cinsiyet temelli tüm ayrımcılıkların yasaklanmış olması gösterilmektedir. Kadın hakları için son derece önemli olan bu düşünce yapısına göre uluslararası hukuk, kadınları aile içinde ya da toplum içinde korumaktadır. Gerek barış gerekse savaş zamanlarında kadına karşı yapılan her türlü fiziksel ve ahlaki şiddete karşı çıkılmıştır. Bu açıdan, “kamusal” ile “özel” alanlar arasında yapay olarak çizilmiş sınırların ortadan kaldırılması ve kültürel, dinsel ya da geleneksel önyargıların aşılması

gerekmektedir. Böylece kadına yönelik aile içinde ve dışındaki dayağın, tecavüzün, kadın sünneti gibi cinsel amaçlı sakatlamaların, vb. açıkça insan hakları ihlalleri olarak tanımlanması ve cezalandırılması yönünde atılan adımlar büyük bir önem taşımaktadır. Birleşmiş Milletler’in 1979’da “Kadınlara Karşı Her Türlü Ayrımcılığın Önlenmesi Sözleşmesi- CEDAW” ile “kadınların insan haklarının özgüllüğünü tanımış olması, bu önemli adımlardan biri olarak sayılabilir” (İngün, 2005: 6).

Başka bir ifade de ise; kadınların özgürleşmesi, belirli koşullarda baskı altında olmalarının önüne geçilmesi ve haklarının meşrulaştırılması olarak anlamlandırılan feminizm, kamusal ve özel alanda hemen hemen her faaliyette erkeklerle eşit haklara sahip olunması olarak karşımıza çıkmaktadır. Diğer bir ifade ile bu kavram, içine kadınların meşru hakları ile baskıya maruz kalmalarıyla, eşit statüde tutulmalarıyla veya özgürleşmeleriyle, gündelik siyasetle ilgili her şey katılabilir.

Birçok farklı düşünür feminizm konusunda kendi fikirlerini öne sürmüşlerdir. J. Miltchel yapmış olduğu araştırmalar sonucunda feminizmin sadece biyolojik bir bakış açısı ile değerlendirilmemesi gerektiğini ve asıl ele alınması gereken konunun kadın ve erkek arasında var olan toplumsal ilişkilerdeki çatışma olduğunu savunmuştur. L.H. Steeves ise feminizm konusunda ataerkil yapının kadın erkek ilişkilerinde değişim yapması gerektiğini savunmaktadır (Steeves, 1994: 107). G. Marshall ise feminizmi, on sekizinci yüzyılda İngiltere’de doğan, cinsler arası eşitliğin, kadın haklarının genişletilmesiyle sağlamaya çalışan bir toplumsal hareket olarak tanımlamıştır. N. Arat ise feminizmi, “cinslerin eşitliği kuramına dayanan, kadınlara eşit haklar isteyen, temelde kadın-erkek arasındaki iktidar ilişkisini değiştirmeyi amaçlayan bir siyasal akım” olarak tanımlamaktadır (Taş, 2016: 165).

Feminizm konusunda net ve kesin bir tanım yapmak oldukça zordur. Belirli yaklaşımlar veya teoriler farklı feminizm tanımları meydana getirmektedir. Birçok araştırmacı ve akademisyen birbirinden bağımsız birçok feminizm tanımı yapabilmektedir. Ama Mitchel’in feminizm tanımı en çok kabul gören tanım olarak karşımıza çıkmaktadır. Mitchel’e göre feminizm, "...kadınların kendi aralarında bir dayanışma yaratarak, erkek egemen dünyanın norm ve değerlerine, cinsiyetçi

politikalarına karşı başlatmış olduğu mücadele” olarak tanımlamaktadır (Mitchel, 1995: 7).

“Bir ideoloji olarak “feminizm” kadınların sistem içindeki konumlarının analizi, kadınlık bilincinin hangi sosyolojik temellere dayandırılması gerektiği, kadının sistem içinde maruz kaldığı baskının incelenmesi vb. konularda teoriler üreten, bir duygu paylaşımı üzerinden de kadınların her alanda desteklenmesine işaret eden bir akımdır. Hem kamusal alan hem özel alanla ilgili bir kavram olan feminizm iktisadi, hukuki, siyasi ve toplumsal araçlar ve düzenlemeler üzerinden kadınların dışlanmışlığını ve ezilmişliğini hedef almaktadır” (David, 2000: 102).

Bu genel tanımlar ele alındığında feminizm hakkında şu şekilde bir sonuç karşımıza çıkmaktadır. En basit ifadesi ile feminizm, kadın ve erkek arasında meydana gelmiş olan iktidar ilişkisini değiştirmeyi amaç edinen bir disiplin olarak karşımıza çıkar. Feminizm; aile, eğitim, iş dünyası, siyasi hayat, kültür ve tarih gibi birçok konuyu derinden etkileyen ve çeşitli parametreler çerçevesinde sorgulayan siyasi bir hareket olarak karşımıza çıkmaktadır. Kadın haklarının savunulması olarak genel bir bakış açısı ile de ele alınabilir (Tür, 2010: 14).

Feminizm denildiğinde bu iki temel durum göz önünde bulundurulmaktadır. Kadınlar, toplumsal yapılardan dolayı dezavantajlı durumda bulunmaktadır. Bu dezavantajı ortadan kaldırmak ya da en azından azaltabilmek feminizmin temel hedeflerinden biridir. Bu amaçla feminizm hareketi cinsiyetler arasında var olan bu erkek egemen faktörün siyasi ilişkiler bağlamında ele alındığını savunmaktadır. Tüm bu açılımlar etrafında diyebiliriz ki; feminizm, aynı zamanda siyasi bir anlamı da içeriğinde muhafaza etmektedir (Baykan, 1999: 149).

Tarihsel açıdan ele alındığında feminizmin özellikle toplumsal refahın sağlandığı toplumlarda daha çabuk gelişme gösterdiği ve toplumun gelişmesine paralel olarak kadını daha modern bir bakış açısı ile ele aldığı görülmektedir. Özellikle son 30-40 yıllık süreçte toplumun düşünce biçiminden inanç sistemine kadar geniş bir alanda farklı bakış açısı meydana getirmiştir (Aslan, 2016: 15).