• Sonuç bulunamadı

Tarihsel süreç içerisinde üç dalga halinde çerçevelendirilen feminizm bazı araştırmacılara göre çok daha geniş kapsamlıdır. Proto-feminizm ya da ploroter feminizm olarak bahsedilen ayrımda ise ilk üç dalga ile beraber olmakla beraber kendine has bir dönemi ifade etmesi bu ayrımın hem ilk üç dalga ile anılmasını hem de ayrı bir şekilde adlandırılmasını sağlamıştır.

Feminist geleneğin çekirdek yapısını, birinci ve ikinci dalga feminist hareket içinde ortaya çıkmış, liberal feminizm, sosyalist/Marksist feminizm ve radikal feminizm oluşturmaktadır. Üçüncü Dalga (Yeni akım) feminist hareket içinde açığa çıkan post-modern feminizm, psikanalisttik feminizm, siyahi feminizm ve lezbiyen feminizm ve diğerleri sonradan bu geleneklere eklemlenmiştir (Heywood, 2009: 247).

5.1. Liberal Feminizm

Liberal yaşam, feminizmi de derinden etkileyen bir yaşayış biçimi olmuştur. Liberalizm akımının ortaya çıkması, insana ve bireye önem veren yapıların birbirleri ile etkileşime girmesi sonucu liberal bakış, feminizmi de etkilemiştir. Kadınların da erkek gibi bir insan olduğu fikri ile yola çıkan liberal bakış, insana verilen önem ve bireysel hakların gelişmesini talep etmesi neticesiyle liberal feminizm akımını yaratmıştır. Bu akım daha çok mevcut duruma kadını dâhil etmiş ve bu durumun yönelimini etkinleştirmiştir.

Liberal feminizm denilince akla gelen ilk isimlerden olan Abigail Adams ve Mary Wollstonecraft yaptıkları araştırmalarda kadınların erkekler ile eşit şartlarda çalışmasına önem verilmesini istemişlerdir. Kadınların insani yönünü ön plana çıkarmış ve erkeklerden daha fazla hak ve ayrıcalıklara sahip olması gerektiğini savunmuşlardır. Yapmış oldukları araştırmalarda gerekli eğitimi alan kadınların erkekler kadar başarılı olduklarını gözlemlemişlerdir. Bunun sonucunda toplumdaki kadına bakış açısının değişmesi gerektiğini savunmuşlardır. Kadınlara verilmesi gereken hakların daha da genişletilmesi gerektiğini düşünerek, erkeklerle eşit haklara, hatta bazı özel durumlarda erkeklerden daha da fazla haklara sahip olması gerektiğini söylemişlerdir. Tüm Liberal Feministler özgülünde gelişen düşünüşe göre cinsiyet ayrımına dayalı bir siyasi ve sosyal hayat, kadını ikincil ve mağdur konuma sokmaktadır (Yayla, 1998: 17).

“Aydınlanmacı Liberal Feministler ise aşağıdaki temel düşünceleri paylaşmaktadırlar;

 Akla inanç: Wollstonecraft gibi düşünürlere göre, Akıl ve Tanrı neredeyse eş anlamlıdır. Birey, aklı içinde tanrısal bir kıvılcım barındırır; bu kişinin vicdanıdır. Frances Wright ve Sarah Grimke gibi feministler, gerçeğin en güvenilir kaynağının herhangi bir yerleşik kurum ve gelenek değil, bireysel vicdan olduğunun göz önünde tutulması gerektiğini belirtirler. Massachusettes Kolonisi’nde Anne Hutchinson (1591-1643) tarafından ifade edilen benzer bir çatışkı (antinomi) sapkın düşünce olarak damgalanmıştı.

 Kadının ve erkeğin ruhları ile akılcı yeteneklerinin aynı olduğu inancı. Başka bir deyişle kadınların ve erkeklerin ontolojik olarak özdeş oldukları inancı.

 Toplumsal değişime ve toplumun dönüşümüne etki etmenin en iyi yolunun eğitim -özellikle eleştirel düşünebilmek için eğitilmek- olduğuna inanç.

 Bireyin diğer bireylerden ayrı olarak gerçeği arayan, akılcı ve bağımsız bir aktör olarak hareket eden ve onuru bu bağımsızlığa bağlı olan özerk bir varlık olduğu görüşü.

Sonuç olarak, aydınlanma kuramcıları, doğal haklar doktrinine bağlı kalmışlardır. Önemli birçok kuramcı kendilerini siyasi haklarla ilgili taleplerle sınırlandırmamaktadır. Fakat 19. yüzyıl kadın hareketi esas olarak bu talepler üzerinde, özellikle de oy verme hakkı talebi üzerinde durmuştur” (Donovan, 2014: 22).

5.2. Sosyalist Feminizm

Sosyalist feminizm diğer örneklerine göre oldukça yeni bir kavram olarak karşımıza çıkmaktadır. 20. yüzyılın ikinci yarısından itibaren ön plana çıkan sosyalist feminizm kavramı liberal feminizm kavramını ilham alarak o kavramda yer alan bireysel bakış açısını toplumsal bir bakış açısına çevirmeye çalışmıştır. Kadın ile erkek arasındaki ilişkiyi bağımsız bir eşitlik ilkesi çerçevesinde ele alan sosyalist feminizm ilk olarak Charles Fourier tarafından ortaya atılmıştır.

“Engels’in, “The Origins Of The Family ve Private Property And The State” isimli eserlerinde, ortaya koyduğu “Burjuva Aile” tanımı, bu akım feministler için bir mihenk taşı olmuştur. Engels “Burjuva Aile” kavramının özel mülkiyet sonucunda ortaya çıktığını savunmuştur. Dolayısıyla bu kavram kapitalizmin bir yan ürünüdür. Kapitalist sistemin getirisi olan “Burjuva Aile”, kadını bir alt sıraya indirgemekten öteye geçmeyerek bu yönüyle diğer özel mülkiyet hukukunu temel alan sınıflı toplumlardan farklı olmayan bir tezahürü yinelemektedir. Engels’e göre sınıf istismarı, cinsel baskıdan çok daha derin ve önemli bir süreçtir. Kadınlar, erkekler tarafından değil, özel mülkiyet kurumu ve kapitalizm tarafından baskı altına alınmıştır. Kadının özgürleştirilmesi ancak kapitalizmin devrilip yerine gelecek sosyalizmin ardından gerçekleşecek sosyal bir devrimin ile mümkün olacaktır. Dolayısıyla özgürleşme

arayan kadınların “Sınıf Savaşı’nın “Cinsiyet Savaşı’ndan daha önemli olduğunu görmeleri gerekmektedir” (Tür, 2010: 5-7).

Bu açıdan bakıldığında sosyalist feministler genel olarak yeni bir arayış içinde olmaktan ziyade, direk sosyalizmi hedef alan ayrılıkçı kadın hareketlerini desteklemeye ve işçi hareketinin yanında yer almaya başlamışlardır. Bu tarz feminist düşünceye göre, kadınlar üretim sürecinde aktif olarak rol almalı ve sadece tüketici olmaktan kaçınmalıdır. Bu şekilde hem erkeklerin elinde olan üretici kimliğini paylaşacaklar hem de erkeklerin kendilerine atıfta bulunmuş olduğu sadece tüketim yönünde var oldukları söylemlerini azaltacaklardır. Sosyalist feministlere göre kadının emeğe yabancılaşması ortadan kalktıktan sonra sosyalist bir bakış açısı ile eşitlik her iki anlamda da gelecektir (Aslan, 2016: 26).

5.3. Radikal Feminizm

İkinci Dünya Savaşı’nın dünyada meydana getirdiği bazı değişiklikler, feminizminde bazı konulardaki bakış açılarının değişmesine neden olmuştur. Radikal Feminizm adı verilen ve sosyalist ya da liberal türden ayrılan bu yeni akım İkinci Dünya Savaşı sonucunda ortaya çıkmıştır. İlk olarak ataerkil değer ve inanç toplumunun kültür, felsefe, ahlak ve din üzerinde yarattığı köklü etkiye dikkat çekmeyi hedeflemişlerdir. Bununla birlikte kadınların özellikle kendi içlerinde, diğer kadınları erkeklerden daha aşağıda görmelerini eleştirmiş ve bunun sebebinin erkeklerin kadınlar üzerine kurmuş oldukları dayatmalar olduğunu vurgulamışlardır.

Feminist araştırmacıların büyük çoğunluğu 1980 ve sonrasında kadınların eve hapsedilmesi veya dışarıda erkeklerle mücadele halinde olmalarını tartışmışlardır. “güzellik tutkusunun kurbanı” olarak adlandırılan bu durumu Susan Borde açıklayarak, kadın bedeni üzerinde etkili olan reklamların dolaylı da olsa toplumsal cinsiyet eşitsizliğine katkı yaptığını savunmuştur. İktidarların kendi normlarını dayatmak için kadın ve kadın bedenini kullanmalarını eleştirmiştir. Bu baskıya örnek olarak bir “Reebok” reklamını ele almış ve “Hiçbir erkek, oyuncak ayı gibi yumuşak bir kadın bedeni istemez” mesajına dikkat çekmiştir. Aynı şekilde Afrikalı kadınların ilanlarda “vahşi hayvanlar” gibi tanıtıldıklarını söyleyerek, bunun kültüre sokulan ve

olağan sayılan bir şey olduğunu öne sürmüştür. Fakat durum Borde’ye göre hiçte sıradan değildir. Irk ayrımcılığı ile başlayan bu sürece tepki gösterememek zımni olarak kabul etmek anlamına gelmektedir. Borde, herkesin özgür iradesi olduğunu söylerken, politik olanları unutmamamız gerektiğini dile getirmektedir” (Borde, 1990: 296).

Feminist akımın eleştirdiği diğer bir sorun ise edebiyat, sanat ve felsefe alanlarında, kadın tasvirlerinin genellikle erkekler tarafından ele alınmış olmasıdır. Güzellik, ideal kadın figürü, ahlaksal davranış ve erotizm hep erkek egemen dünyanın bakış açısı ile ele alınmaktadır. Öyle ki erkek bakış açısının bir uzantısı olarak güzelliğini bir koz haline getiren ve bunu erkeğe karşı bir silah olarak kullanan kadınlar meydana gelmiştir. Kadınların, cinselliği ve güzelliği erkeği kendine çeken öğeleriyle daha fazla kullanma çabaları erkekleri bu duruma bakmaya daha fazla itmiştir. Harmoniden uzaklaşarak çekicilikle maksimize edilen ve teşhire varan bir boyut kazanan güzellik olgusu, hegemonik iktidar alanı içinde zayıf cinsin silahı gibi gösterilmekte ve bu silahla güçlüyü ehlileştirme çabalarıyla birlikte hemcinsler arası rekabete dayanan bir kavram olarak sorunsallaşmaktadır (Güzel, 2013: 110).

“The second Sex” isimli kitabında Simone de Beuvoir bu durumu dile getirerek birçok çözüm önerisi sunmuştur. İlk olarak kadının cinselliğini kabullenmesini ve kendini özne olarak görmemesi gerektiğini dile getiren Simone de Beuvoir, radikal feminizm konusunda yapmış olduğu araştırmalar neticesinde bu konuda oldukça söz sahibi olmuştur. Diğer bir düşünür Eva Figes ise “Patriarchal Attitudes” adlı eserinde, radikal feminizmin ideolojik temellerini belirlemiş ve geniş bir şekilde bahsetmiştir. Yine Radikal feministlerden Greer, “Female Eunuch” isimli eserinde, kadınların cinsiyetsiz, pasif yaratıklara dönüştürülmesini eleştirmiştir. Greer’a göre kadınlar, pasif cinsel bir role şartlanmış, bu da gerçek cinselliklerinin ve kişiliklerinin, daha aktif ve maceracı taraflarını bastırmalarıyla sonuçlanmıştır (Beauvoir, 1993: 25).

Kate Millett, ataerkilliğe “Sexual Politics” isimli eserinde geniş yer vermektedir. Ona göre ataerkillik “sosyal bir değişmez” olarak bütün siyasi, sosyal ve ekonomik yapılarla günümüze kadar taşınmıştır. Tarihsel ve geçici tüm toplumlardan temel dinlere kadar tarihsel ve toplumsal bütün aktörlerde varlığını köklü bir biçimde

hissettirmektedir. Ataerkil sistem ve toplum “şartlanma” ile kadın ve erkeğe özgü farklı rolleri bireylere aktarmaktadır.

Bu durum hem kızların hem de erkeklerin çok erken dönemlerden itibaren toplumsal cinsiyet rollerini kabul ettiklerini göstermiştir. Radikal feminist düşünceye göre erken yaşlardan itibaren kızlar ve erkekler çok belirgin bir toplumsal cinsiyet kimliğine kavuşmaktadırlar. Bu süreç önemli ölçüde, ataerkil toplum temeli kabul edildiği için olmakta ve büyük ölçüde aile içerisinde yaşanmaktadır. Kate Milet ise yapmış olduğu araştırmalarda bu sonuca ulaşıp, bu durumun değişmesi ve ataerkil yapının ortadan kalkması için mücadele etmiştir. “Bilinç Yükseltme” adını verdiği öneride hem kızlara hem de erkeklere küçük yaşlardan itibaren eşitlik kavramının bilgilendirilmesini ve kadının daha özgür bir dünyada yaşamasının önünün açılmasını istemektedir. Ona göre kadın özgürleşirse medeniyet özgürleşir ve toplumsal ilerleme sağlanır (Millett, 1973: 337).

6. İslami Feminizm ve Türkiye’deki Yansımaları