• Sonuç bulunamadı

Başkişi konumundaki kadın karakterlerin genel tutumu evlilik üzerinde de kendisini göstermektedir. Onlar için evlilik, kendisini adayan, sevecen, yetinmeyi bilen, çocuklarının başında bekleyen ve kocasının eve dönüşünü gözleyen kadın, anlayışından

oldukça uzaktır. Öncelikle evlilik toplumda statü sahibi olmanın yoludur.

Aleksandra'nın, Frederick ile gönül bağı olmasına rağmen Süleyman'ın tacını tahtını paylaşmak için yola çıkması, Nurbanu'nun Sebastiano'yu yakışıklı bulsa da kendisine layık görememesi, Nasya'nın Slobodan için 'seyis oğlu seyis' diyerek beğenisine rağmen bir türlü kabullenememesi, Ahmet'e karşı endişelerini " O padişah. Bir adam padişahsa yakışıklı olmuş olmamış ne fark eder? Ama ya onu sevmezsem?... Sevme. Ama o seni sevsin. Sana tapsın." (K.K.K., s.372) diyerek yatıştırması bu durma bağlıdır. Böylece evlilik sevgi içerip içermediği önemsenmeksizin, yalnızca çıkar temeline dayandırılır. Nurbanu'nun Mehmet'e yaklaşması ve duyduğu erkeksi kokudan hiç hoşlanmaması üzerine, "Kral olsundu da sürekli koklayacak değildi ya" (C.G.N., s. 426) düşüncesi ile aşkı değil gücü seçtiğini gösterir. Aynı şekilde Safiye’nin Murat’a karşı hislerinden çok düşünceleri on plandadır;

"Budalalık etme Baffo, diye içinden bağırdı bir şey. Erkeği yakışıklı yapan, zenginliği, ihtişamı, şanı şöhretidir. Çulsuz biri yakışıklı olsa ne olur, olmasa ne olur. Karşındaki adam dünyanın en yakışıklısı. Çünkü dünyada onun kadar kudretli ve zengin biri daha yok. Daha ne istiyorsun? " (A.C.S., s.307)

Evlilik için gerekli olan, evlenilecek erkeğin yakışıklılığı, sevecenliği değil statüsüdür. Başkişi konumundaki Hürrem, Nurbanu, Safiye, Kösem, hareme cariye olarak gelmelerinin hırsıyla statü arayışına girerler. Haseki olmak, gözde olmak onlar için yeterli değildir. Önemli olan hiç kaybetmeyecekleri bir güç ve konum elde etmeleridir. Bunun yolu da nikâhtır. Hürrem'in Müslüman olarak, Süleyman'ı nikâhlanmaya mecbur bırakması, Nurbanu'nun tek kadın olmak istemesi ve Selim'i buna zorlaması, Mahpeyker ve Safiye'nin nikahlanabilmek için istemeseler de dinilerinden dönmek zorunda kalmaları, karakterler için nikâhın arzulanan, kazanılmak istenen bir şey olduğunu göstermektedir.

Safiye, Nurbanu ve Mihrimah için evliliğin bir müddet sonra bitirildiği de görülmektedir. Evliliğini bir tür esaret gibi gören Mihrimah için hamilelik ilk fırsat olur. Odasını ayırması ve Rüstem'in başka kadınlara gittiğini öğrenmesinin üzerine "Bana dokunmasın da ne halt ederse etsin." (C.K.M., s. 742) diye düşünmesi, Nurbanu'nun, Selim'in 'kaçamakları' için; "Devamlı biri olmadığı sürece, gecelik kaçamakları tehlikeli" (C.G.N., s. 607) görmemesi ilerleyen yıllarda ise Eski Saray'a yerleşerek kocasından uzaklaşması, Safiye'nin ise kocasını başından atmak için Ester Kira'yı göndermesi, evliliğin yalnızca bir hayat dönemeci gibi kısa ve değersiz görüldüğünü

ortaya koymaktadır. Sonuç olarak "Bu metinlerde evlilik, kadının güç ve otoriteye duyduğu arzu" (Yakın, 1999: 1) olarak karşımıza çıkmaktadır. Çıkar odaklı evliliklerin aksine; "sevgi gibi evlilik de ancak özgür ve kendiliğinden olduğu zaman çiçeklenir, bir görev olarak düşünüldüğünde ölüp gider." (Russell, 1998: 91) Yazarın kurgu dünyasında, solan evlilikleri de aslında bu yönüyle kaçınılmazdır. Çünkü yazar anlatıcı kişilerini doğal bir sevgi ile değil çıkar ilişkisi ile bir araya getirerek evlendirir. Roman dünyasında dahi bu evlilik soluk alamaz.

Kurgu dünyasında; "Popüler aşk romanlarının kodlarından olan kadını koruyan ve kollayan güçlü erkek imgesi" (Erekli, 2006: 9) padişahlar üzerinden temin edilmektedir. Bu erkekler evlilik için nadide bir değer taşırlar. Fakat diğer popüler aşk romanlarında farklı olarak, yazar anlatıcının kadını yüceltme niyetine bağlı olarak karizmatik özellikler taşımazlar. Bu erkekler istenen düzeni temin etmekle 'görevli' olmaktan öteye gidemezler. Evlilik içerisinde 'eşlik', 'babalık' yönlerine hiçbir zaman yer verilmez. Niyete bağlı geliştirilmiş olmalarının sonucu olarak, yansıtılmak istenen düşünce de yapaylaşmaktadır. Gerçek olarak hiçbir kadının karşısında bir yanı gölgede olan, insani özellikleriyle çizilmemiş böyle bir erkek bulunmaz.

3.3.1. Çocuk Gelin

Hatice karakteri üzerinden ise kız çocuklarının küçük yaşta evlendirilmesi eleştirilmektedir. Dokuz yaşında kocaya verilen Hatice, yaşadığı şoku İbrahim Paşa ile yeniden evlenene kadar atlatamaz. Hatıralarında, rüyalarında tekrar tekrar 'çocukluğunun boğazlanmasını' yaşar. Norman bir hayat süremez ve normal davranamaz;

"ruhu isyanla doluydu. Alnıma ben mi yazdım dokuz yaşında kocaya verilmeyi? Onuncu baharımda gerdek görmeyi?" (...) Anası kurtaramıyorsa onu yapabileceği ne olabilirdi ki? Anası boyun eğmişse, kızı nasıl başkaldırabilirdi? O da benim gibi diye geçirdi içinden. Anam da benim gibi kurban." (P.v.H., s.45)

Hatice'nin düşüncelerinde bir 'esaret' dikkati çekmektedir. Annesi ve kendisinin 'kurban' edilmesi, çaresizlik, kadının yaşadığı toplum ve dönem içerisinde özgürlüğünün olmayışı ve ruhsal yaraları dile getirilmektedir. İskender Paşa ile evlendirilen Hatice, yaşlı kocasını bir kurda benzetirken, ellerini ise kendisine uzanan örümcekler olarak görür. Korkulu rüyalarında bu eller kendisini doğru uzanarak tehdit eder. Bu yüzden Hatice, düşüp bayılma 'illetine' tutulur. Hayatının sonuna kadar bu illetten kurtulamaz.

Fehim Çelebi ve İbrahim'in ardından bir nebze çocukluğunda yaşadığı 'vahşeti' unutsa da İbrahim'in ölümü üzerine bu illet yeniden Hatice'yi bulur. Hiçbir zaman doyamadığı yaşayamadığı çocukluğu ve kötü anıları peşini bırakmaz.

Hatice dışında, farklı bir coğrafyada, farklı bir dinde ve farklı bir dilde hayat süren Guilia da bir 'çocuk gelin'dir. Venedik Valisi'nin kızı olan Guilia, Hıristiyan dünyasının birliği için stratejik bir evliliğe mecbur edilir. Kilise de nikahı kıyıldığı zaman ayakları oturduğu sandalyeden yere dahi değmez. Şaşkın bir şekilde etrafa bakar ve evlenmenin ne demek olduğunu henüz bilemez. Kocasıyla yaşadığı her şey onun için bir kabus olur. Yaşlı kocasının erken ölümüyle birlikte bu evlilikten kurtulmuş olur;

"Daha on iki yaşındayken evlendirildiği adamın hayaline bile dayanamadı. Gözlerini yumdu. Koca göbekli, çirkin, kaba, ruhsuz, aksi, duygusuz adamın tekiydi. Evlilik değil işkenceydi onunki (...) Kutsal Efendi, çocuk yaşta bir kızın, ondan kırk altı yaş büyük biriyle evlendirilmesine karşı çıkmayı düşünmemişti bile." (C.G.N., s.40)

Bu evlilikle sağlanmış olan birlik, kutsal sayıldığı için, Guilia'ya Kutsal Efendi tarafından kilisenin gelini, Roma'nın namusu anlamında 'Jeanne d'Aragon' unvanı verilir. Bu yönüyle, her ne olursa olsun büyüklerin çıkarları için çocuk gelinlerin ortaya çıkması eleştirilir.

3.3.2. Dulluk

Altınyeleklioğlu'nun romanlarında bir kadının dul kalması ise genellikle cinsellikle ilgili sorunlar doğurur. Çünkü Altınyeleklioğlu'nun roman kadınları her şeye gücü yeten, özgün, başarılı kadınlar olarak metinde canlanırlar. Bu durum yazarın kadınların erkeklerden daha üstün olduğu düşüncesiyle ilişkilendirilebilir. Bu nedenle bu kadınlar, maddi veya sosyal bir sıkıntı yaşamazlar. Çünkü bunları yaşamak için bir erkeğe gereksinimleri yoktur. Dul kaldığının ertesi gün Ferahşad'ın kocasının atının üstünde saçlarını iki yandan örüp toplaması ve çiftliğin başına geçmesi bir kadının her şeye yetebileceğini göstermektedir. Buna karşı Ferahşad'ın unuttuğu kadınlığı bir müddet sonra İbrahim karşısında uyanmaya başlar;

"Hani bu duyguları söküp atmıştın? Hani kadınlığını erkeğinle birlikte gömmüştün kara toprağa? (...) Artık emindi, gömdüğünü sandığı kadınlığı hortlamıştı." (P.v.H., s.59,60)

Ferahşad'ın aklının durmadan kalbini yargılaması, kadının topluma karşı cinsellikten sorumlu tutulması, cinselliğe karşı suçluluk duymasına sebep olmaktadır.