• Sonuç bulunamadı

2.5. Romanlarda Mekân

2.5.1.1. Dar-Kapalı ve Labirent Mekânlar

Metin içerisinde karakterin bu tür mekânlarla kaderini ilişkilendirdiği gözlenmektedir, “Kapalı dar mekânlarda kahraman zamanla, mekânla ve mekânın bütün mesafeleriyle çatışan bir varlıktır. Mekân, onun karşısında hayatın olumsuz yönlerini temsil eder. Adeta kahramanı tahakkümüne almış gibidir, onu ezmektedir.” (Korkmaz, 1997: 171)

“Barbarların yaktığı ateşin cılız, titrek ışığı mağaranın dipsiz karanlığını aydınlatmaya yetmiyordu. Dışardaki korkunç fırtına müthiş patlamalarla mağaranın girişini dövüyor, karı içeri savuruyordu. Aleksandra’nın fırlatılıp atıldığı köşede zaten korkudan titreyen yürekciği bu gürültü sağnağı ile çaresizce çırpınmaya başladı.” (M.C.H., s.35)

Sekiz yaşındaki Aleksandra’nın kaçırılması ve bir mağaraya getirilmesi ile başlayan hayat dramı, mağaranın ‘cılız titrek ışığı’,’dipsiz karanğı’, ‘korkunç fırtına’, ‘müthiş patlama’ ile ilişkilendirilmektedir. Yalnızlık, çaresizlik, korku gibi duygular mekâna dair kullanılan karartılı kelimelerle örtüştürülmektedir.

“Aleksandra birden her şeyi anladı. Aman Tanrım diye haykırdı içinden. Esir pazarı burası! İnsan satıyorlar. Kız,-pazarda teşhir edilen-kollarını havaya kaldırıp müziğin ritmine uyarak dans etmeye başladı. İsteksiz ve mutsuz bir rakstı bu. Onlarca aç vahşi göz üzerindeydi.” (M.C.H., s.107)

Esir pazarı yaşanan korkuların ardından hayatla yüzleşilen ‘karanlık çehreli’, ‘şeytan suratlı’ esircilerin elinde insan değerinin karşılığının yalnızca para olduğu, değersizleştirildiği yerdir. Esircilerin ‘salyalı’ müşterilerin ise ‘aç, vahşi’ olarak sıfatlandırılması, insan ve mekân ilişkisi ile mekânı olumsuzlamak adınadır. Kötü insanların bir araya geldiği ve kaderin savurduğu hayatların bittiği ‘yer’ olarak karşımıza çıkar.

“Harem dedikleri bu muydu? Katlar arasında bir merdiven göremedi. Çok tuhafına gitti. Diğer katlara inip çıkmıyor muydu bu kızlar? Eğer öyleyse haremin zindandan farkı neydi? Ortadaki taşlığa yürüyüp yukarı baktı. Her kat, taşlıktaki gibi ortadaki boşluğa baka bölmelerle çevriliydi. Ağlaşıp huysuzlaşan çocuk sesleri ve kadın bağrışmalarından oluşan bir uğultu doldurmuştu boşluğu.” (M.C.H., s.131)

Aleksandra’nın harem olarak tasvir ettiği yer Acemi Taşlığı denilen ve Saray’a yeni gelenlerin getirildiği yerdir. Bir üst katlar ise ‘Cariye Sofası’ olup Sultan’ın iltifatına erişmiş veya kız çocuk doğurmuş olan cariyelerin kaldığı, rekabetin en çekilmez olduğu, kendilerine küçük bir oda verilip aylık bağlanmasıyla cariye olmanın ardından, kadınların haseki olmak için savaştığı yerdir.

“Valide Sultan’ın yanından ayrıldıktan sonra apar topar taşımışlardı onu Acemi Koğuşun’dan. Artık üst katta, acemilikten cariyeliğe terfi etmiş kızların arasındaydı. Ona iki odalı bir bölme vermişlerdi. Biri Sümbül Ağa’dan sayısız değnek yediği Acemi Taşlığı’na bakan trabzanlı sahanlığa açılıyordu.” (M.C.H., s.209)

‘Mangal başında fısıldaşan kızlar’, ‘ıhlamur kaynatan kızlar’, hepsi birer tehlike arz etmektedir. Saldırının ne zaman ve hangisinden geleceği bellisizdir. Katlar arasında merdivenlerin olmaması kesin bir hiyerarşiyi anlatmaktadır; “Sarayın bu bölümlerine kimlerin gireceği, kimlerin hangi kısımda nasıl davranacakları da bellidir. Bunlar bütün yerli popüler romanlarımızda hemen hemen aynı şekilde sunulur.” (Sağlık, 2010: 164) Bunun için tüm kadınların gözü şehzade doğurarak Haseki Sofası’nda bir oda kazanmadadır.

Acemi Taşlığı’nda bulunan hamam “mermer bir setin üzerinde bembeyaz havlular ve üzerinde renkli yollar bulunan ince kumaşlar (…) Yerde de yüksek ökçeli tahta ayaklıklar” (M.C.H., s.140) ile bir çoğulluğu, hizayı, sıradan ve genelliği ifade etmektedir. Aleksandra’nın haremin geneli için ‘Yoksa burası cehennem miydi? Bu meymenetsiz surat da zebaniydi mutlaka.” (M.C.H., s.137) diyerek ‘buradalığı’ ve harem görevlilerinin yönetimini kabullenemediğini ifade eder. Moskof Cariye diyerek

çağırılmasına, adının söylenmemesine içerlemesi üzerine “Moskof Cariye” diye söylendi hınçla. “Bu evin sahibi olacak Moskof Cariye.” (M.C.H., s.137) şeklinde hırslanması saray hiyerarşisini kabullenememesinden, yaşadığı yerin hakimi olma arzusundandır.

“Saray hayatının böyle olduğunu hiç düşünmemişti Hürrem. Ölüm burada dağlardan daha yakındı insana. Yoksa bitmek bilmeyen uzun, gizemli ve loş koridorlarla, çoğuna güneş ışığı bile sızmayan odalara sinen bu tuhaf koku; ölümün kokusu muydu?” (M.C.H., s.603)

Hürrem’in hayat ile kavgası Saray üzerindendir. Saray’ın loş koridorları, güneşsiz odaları tehlikeli iken bu tehlikeden korunmanın tek yolu Sultan Süleyman’a yakın olmak yalnızca kendisine ait olabilecek bir yer edinmektir. Yine Hafza Sultan’ın Hürrem’in şehzade doğurması üzerine; “Bu sarayın duvarlarına başka kan bulaştırma”(M.C.Hh., s.417) diyerek dua etmesi, sarayı bir mücadele mekânı, kurtlar sofrası gibi düşündüğünü göstermektedir. Hürrem’in ise bu mücadelede ilk zaferi Gülbahar’ı ‘yerinden etmek’ olur;

“torununun anasının dairesi. Daha o sabaha kadar Mustafa’nın cıvıltılarıyla dolu olan dairenin sessizliği içine dokundu. Her şey olduğu gibi duruyordu ama duvarlar, perdeler, divanlar ruhunu kaybetmişti bir kere. (M.C.H., s.340)

Gülbahar’ın yerinden olması ve Manisa’ya sürülmesi hiçbir hasekinin başına gelmesini istemediği ‘kötü son’ olarak sunulmaktadır. Hürrem için Gülbahar’ın varlığı, odası tehdittir. Yıllar sonra sünnet düğünü için geldiğinde Eski Saray’a yerleşmek zorunda kalması Hürrem’in mektubunda ‘evimizde de ağırlamak isteriz’ diyerek Yeni Saray’ın yalnızca kendi evi olduğunu ima etmesi Gülbahar’ın ‘kimin evine kimi davet ediyorsun’ diyerek öfke seline kapılması Eski Saray’ın gözden düşme, tahttan uzaklaşma anlamına geldiğinin kapalı, dar mekân olduğunun göstergesidir.

Mustafa’nın Payitahta yakın olan Manisa Sancakbeyi Sarayı’ndan tahta daha uzak olan ‘uğursuz Amasya’ya (M.C.H., s.748) sürülmesi ve Hürrem’in kendi oğlunu ‘uğursuz Amasya’ya gitmekten kurtararak Manisa’ya gönderebilmesi, karakterler için Amasya’nın tahtı kaybetmek anlamı taşıdığını göstermektedir. Çünkü Manisa’dan İstanbul’a sekiz saatte at sürülebilirken Amasya’dan günler sonra kavuşulabilmektedir. Böylece Amasya’da olan şehzade tahtı kaybetmiş olur.

Hürrem’in bir isyan esnasında saraydan çıkarak ‘Çiçekli Han’a sığınması ve burada eski aşkı Frederick ile karşılaşması yaşananlar ve talihsiz son yine mekânın

uğursuzluğuna bağlanmaktadır; “Bildiği tek şey, pis bir han odasında, kirli bir yatağın üzerinde günahın koynunda kıvrandığıydı.” (M.C.H., s.475) ‘pis’, ‘kirli’, ‘günah’ gibi kelimelerin itici çağrışımlarının dışında “Hürrem, o günah odasından kaçar gibi geçmişti kendi odasına. Merzuka’nın da o uğursuz odaya dönmesine izin vermedi”(M.C.H., s.479) cümlesiyle de ‘uğursuz oda’ olarak netleştirilen Çiçekli Han’ın odası kapalı bir mekân olmanın yanında işlenen günahın vesilesi, sebebi, suçlusu olarak da sunulmaktadır. “Hürrem’in hali yaşadığı korkuya bağlandı. Çiçekli Han’dan bambaşka bir Hürrem dönmüştü saraya Durgun, neşesiz, dalgın.” (M.C.H., s.479) Hürrem’in saraya ‘dönmesi’yle, yaşadığı her şeye pişmanlık duyması, sürekli hamama giderek teninden günahı kazımaya çalışması mekânın karakter üzerindeki değişim, dönüşümünü göstermektedir. Zamanla kendine gelmesi iktidarın kendine acımayla elde edilemeyeceğinin bilinciyle bu yaşananları unutmaya karar vermesi yine ‘sarayda olma’nın etkisidir.

Mustafa’nın ‘o çadıra girmeyin’ uyarısına rağmen gittiği Sultan Süleyman’ın çadırı ve Mustafa ile Cihangir’in ölümüne şahitlik eden Halep’ de kapalı mekânlardır;

“Babasının muhteşem otağına doğru yürürken güneş, karşıdaki tepelerin ardına çekilmişti bile. Geride, kızıldan laciverte, lacivertten karanlığa dönüşen kasvetli, son bir tutam aydınlık kalmıştı. O da ha gitti ha gidecekti.” (M.C.H., s.6)

Mustafa ve Cihangir’in ölümleri ‘muhteşem otağı’ uğrunda yiten canlar, bir taht uğruna babanın oğluna kıymak zorunda kaldığı düzen yüzündendir. Mustafa’nın “Baba evlada tuzak kurar mı baba” diye feryat etmesi ile ‘son bir tutam aydınlık’ ile Osmanlı’nın batan güneşini simgelemektedir. Uğruna Mustafa’ya kıyılan tahtın ‘Sarhoş Selim’e kalması, adaletin yerini bulamaması, yine Cihangir’in bu acıya dayanamaması “yedi cellatla adamların kollarına boş bir çuval gibi yığılmış ağabeyi Mustafa’yı” görmesi üzerine korkunç çığlıklar atması “Cinayet! Yetişin, Mustafa Han’a kıydılar.” (M.C.H., s.786) feryatları ile Halep’te ölmesi ne Hürrem’in Mustafa’nın ölümüne sevinebilmesi ne de Mahidevran’ın Cihangir’in ölümüne ‘oh’ diyebilmesine izin vermez. Halep’ten iki valide için de kötü haber gelmiş olur.

Demet Altınyeleklioğlu’nun romanlarında mekânın sorumluluğu vardır. Olaylardan sorumlu tutulur, kötü talih, alın yazısı, mecburiyetler yaşanan mekâna bağlanmaktadır. Mekan karakteri belli davranışlara mecbur kılar; “İnsani ilişkilerini buzdolabına kaldıran roman kahramanları, dinamik bir karakter olma yolunda” (Özcan, 2014: 49) ilerlemeye kendilerini mecbur hissederler. Barınmanın tek yolu bu olur.

Hürrem yaşadığı mekâna çocukları ile birlikte tutunmak zorundadır. Bu nedenle tuzaklar, planlar kurmaya mecburdur. Sarayda yaşamanın kaçınılmaz sonu, evlat acısı ile yüzleşmektir. Hürrem tüm direnmesine rağmen bu uğurda oğlu Mehmet, Cihangir ve Bayezid ile beş torununu kaybetmiştir. Gülbahar ise oğlu Mustafa ile sarayda yaşama hakkını da kaybetmiştir.