• Sonuç bulunamadı

Erken Osmanlı Döneminde Mimari Ortam ve Etkileşimler

3. ERKEN DÖNEM OSMANLI MİMARLIĞININ GENEL ÖZELLİKLERİ

3.1. Erken Osmanlı Döneminde Mimari Ortam ve Etkileşimler

Anadolu Selçuklu’ların son döneminde Moğollara’a boyun eğmesi sonucunda, Orta Asya’dan çeşitli dönemlerde, göçlerle Anadolu’ya gelmiş ve Anadolu Selçuklular’ca Kilikya’ya ve Bizans sınırlarına yerleştirilmiş olan Türkmen boyları, Selçuk hükümetinin kontrolünden çıkarak Bizans’a saldırılarda bulunmaya ve kimi toprakları işgal etmeye başlamışlardı. Hem Bizans, hem de Anadolu Selçuklu merkezi yönetiminin en zayıf olduğu bu dönemde, bu Türkmen boyları, o sırada Anadolu’ya hakim olan İlhanlılara da vergi vererek, kendi beyliklerini kurdular. Bu şekilde Anadolu Selçuklu’nun batı sınırında kurulan Germiyan, Eşref, Hamid, Menteşe ve Osmanlı Beyliklerini, daha sonra, daha Batı’daki Karesi, Saruhan ve Aydın Beylikleri takip etti (Uzunçarşılı, 1988). 1299 yılında Bizans’ın Bitinya bölgesinde kurulan ve kurucularının Oğuzların Kayı boyundan olduğu düşünülen Osmanlı Beyliği’nin, kısa bir zaman içinde sınırlarını genişlettiği ve önce Yenişehir, ardından da Bursa’yı fethederek, yoğun bir mimari faaliyete giriştiğini görülüyor. Bu mimari faaliyetin, gittikçe genişleyen bir coğrafyada, toplam üç başkent değiştirerek ve Osmanlı Klasik dönemine dek yaklaşık 200 yıl boyunca belli evreler içinden geçerek, “Osmanlı Mimarisi” diye anılacak kendine özgü bir tarz oluşturması sözkonusudur.

Erken dönem Osmanlı mimari gelişiminde, gerek devletin kurucusu olan Oğuz Türklerinin geçmişteki çeşitli coğrafyalara yayılmış deneyim ve görgüleri, gerek yerleştikleri Anadolu’nun geçmiş yüzyıllara dayanan kültür ve mimari deneyim katmanları, gerekse Anadolu’daki mevcut kültür ortamı ve demografik yapı etkili olmuştur. Ayrıca, Anadolu’da Osmanlı öncesi dönemin şartları ve sanat ortamının, erken Osmanlı döneminde de bir ölçüde hala geçerli olduğunu varsaymak yanlış olmaz.

Bu bağlamda, erken Osmanlı mimarisinin yapı programı, malzeme kullanımı, detaylandırma, yapım yönetim sistemlerinde ve kuşkusuz örtü ve örtüye geçiş ögeleri

kullanımında da, gerek Orta Asya, Çin ve Hint mimari gelenekleri, gerek İran Selçuklu, Kafkas, Ermeni ve Suriye, gerekse Anadolu Selçuklu mimarisinden izlere, yorumlara rastlanmaktadır.

Bunlar dışında Ortaçağ’ın Akdeniz havzasındaki önemli üç aktörü olan Bizans, Roma sonrası Batı Avrupa krallıkları ve İslam-Türk gücü arasında doğrudan veya dolaylı, fakat sürekli bir kültürel etkileşim sözkonusudur; bu bağlamda Ortaçağ’da doğu ve batı mimari akımları da ilişki içindedir. Hristiyan mimarların İslam ülkelerinde; Müslüman olanların da Hristiyan ülkelerinde çalışması her zaman sözkonusudur. Sanatçılar kendi istekleriyle ülkeler arasında dolaşıp, çalışabilmektedir. Mimari düşünceler de sınırlar arası dolaşım serbestisine sahiptir (Kostof, 1977).

14., 15. ve 16. yüzyıllar Anadolu’nun Türkleşme ve İslamlaşma sürecinin tamamlandığı ve Anadolu birliğinin Osmanoğulları tarafından daha geniş bir çevre içinde gerçekleştirildiği tarihsel bir dönemdir. 14. yüzyıl Beylikler döneminin dağınıklığına karşın, 15. ve 16. yüzyıllarda Osmanlı Beyliği’nin toparlayıcı ve örgütleyici gücüyle mimarlık konusunda yoğun ve akılcı bir üretim dikkati çeker 14. ve 16.yüzyıllar arası dönemin en belirgin özelliği tüm sanatların birlikteliği ve etkileşimidir (Ödekan, 2002b).

Başından itibaren Osmanlı devleti değişik etnik kökenden,dinden, milliyetten ve altyapıdan gelen bir nüfusa sahiptir ve bu da kültürel hayatını doğrudan etkilemiştir. Erken Osmanlı mimarisi de, onu yaratan cemiyetin bir yansıması olmuştur. Bu bakımlardan 14. yüzyıl, Osmanlı için, mimari dahil her alanda, üstünlük (dominasyon) kurma dönemi değil, daha çok bütünleşme (entegrasyon) dönemidir ve bu 1453’e dek bu böyle sürmüştür. Eskiyle bağlar ancak bundan sonra atılmıştır. Erken Osmanlı mimarlığında genelde malzeme ve detaylar Bizans’ı; planlar Selçuklu’yu takip eder. Ama kimi kubbe geçişleri ( Bilecik Orhan Camii’nde olduğu gibi ) ne Selçuklu ne de Bizans’tır. En erken külliyelerden Bursa Orhan Camii inşaatında Bizanslı ustaların çalıştığı düşünülmektedir. Hatta, mimari özelliklere bakılarak, aynı atelyenin aynı dönemde hem cami hem de kilise (Mudanya Tirilye’deki kilise) inşa etmiş olabiliceği iddia edilir. Osmanlı yapılarında çalıştığı bilinen bazı Bizanslı ustalar vardır; örneğin Gebze’de bugün yıkılmış olan Malkoçoğlu Mehmet Bey türbesinin mimarı Istefanos’tur (Ousterhout, 1995). Fetihten sonraki imar faaliyeti için de İstanbul’a Edirne, Gelibolu, Bursa’dan

Yunanlı ustalar yollandığı; Bursa’nın ise dışarıdan usta getirilmesine direndiği biliniyor (Astrinidou-Kotsaki, 1999).

Osmanlı’nın yapı faaliyetine, işgücü temini, iş organizasyonu ve yapım yönetimi açısından baktığımızda, eskiden beri yerleşik üç kurumun etkili olduğunu görüyoruz. Bunların ilki, Bizans ve Anadolu Selçuklu’da mevcut vakıf sistemi, Osmanlı’da da kentleşme ve mimari yapım faaliyetleri için çok önemli bir dayanak noktası oluşturmuştur. Bu yüzyıllarda özellikle Osmanlı Beyliği’nde zorunlu iskan politikası, fiziksel çevrenin kısa zamanda biçimlenmesine neden olmuştur. Eski kentler yeni mahalle birimleri eklenerek büyütülmüştür; mahallenin çekirdeği bir mescit veya zaviyedir; konut ve ticaret alanları bu çekirdeğin etrafında doğal bir gelişme gösterir. Kent veya mahallede cami, okul, imaret, hamam, hastane, han, çeşme, muvakkithane, mezarlık gibi toplumun gereksinimleri vakıflar kanalıyla çözümlenmiştir. (Ödekan, 2002b).

Diğer bir kurum, Anadolu Selçuklu zamanında “gulam” olarak bilinen, “devşirme” sistemidir. Bu şekilde diğer birçok iş için olduğu gibi yapı işleri için de insan kaynağı sağlandığı bilinmektedir.

14.yüzyıl Bitinya’sında Osmanlı ve Bizans arasında sıkı ilişkiler vardır. Türk-Rum karışık aileler bulunur; bunların çocuklarına “Turcopoli” denmektedir. Hristiyanlaşan Türklere veya Müslüman olan Bizanslılara rastlanmaktadır. Türklerden, Bizans üst sınıfına, saraya girenler olmuştur. 14. ve 15. yüzyılda Balkanlarda da sistematik İslamlaştırma, aslında yoktur. Ama örneğin, Rumlarda drahoma, Türklerde başlık parası olması nedeniyle, Hristiyan kadınlar için, Türklerle evlenme cazip birşey olmuştur. Türk sultanı hakimiyetindeki mevcut yerel nüfus ve yeni göçmenler arasında her zaman Türk olmayan insanlar olmuştur; Osmanlılarda, benzeri Bizans’ta da etkisiz şekilde varolan, ve Selçuklulardaki gulam sisteminin bir devamı niteliğindeki devşirme sistemi çok etkili bir şekilde kullanılmıştır. Selçuklular’da gulam kaynağı daha çok Anadolu’daki Türkler, Rumlar, Ermeni, Kürt ve Gürcülerken; Osmanlılar’da ise bir görüşe göre daha çok Balkan ülkelerindeki insan kaynağı bu sisteme konu olmuştur. (General, 1981). Başka bir görüş ise Osmanlılar’ın, kendi kaynaklarınca da doğrulandığı üzere, sadece Balkanlardan değil Anadolu’dan da çok sayıda Rum, Ermeni ve Laz kökenli Hristiyan çocuğunu Yeniçeri ocağı için devşirdiği şeklindedir (Vryonis, 1981). Buna göre, genelde

Anadolu’dan devşirilen çocuklar Rumeli’ye, Balkanlardan alınanlarsa Anadolu’ya gönderiliyordu. Vryonis, bu devşirmelerin en ünlüsünin de Mimar Sinan olduğunu söylemektedir.

Son olarak Bizans’ta ve Anadolu Selçuklu’da farklı tarzlarda da olsa varolan meslek loncaları da yapı ustaları yetişmesine, atelyeler kurulmasına ve gezici yapı ustalarının güven içinde ülkeler arası dolaşımına vesile olmuşlardır. Anadolu Selçuklu’da bu sistem Ahi teşkilatı ve tasavvuf felsefesiyle de güçlenerek Osmanlı’ya geçmiş; Ahi teşkilatının kuvvetli etkisi Osmanlı’da da Fatih dönemine dek kendisini hissettirmiştir.

İstisnalar hariç, Osmanlılar’da mimarların teorik eğitimi olmadığı düşünülmektedir. Yapıların tüm süslerine karşın, mimarın önceliği strüktürel sağlamlıktır. Mimarın kariyeri önce taş ustalığı, çinicilik, metal veya ağaç işleri gibi başka bir zanaatle başlar. Aslında taş ustası ile mimar arasında fazla fark olup olmadığı da belli değildir. Genelde Osmanlı klasik döneminden bilinen birkaç mimar dışında, mimarlık mesleği alt sosyal sınıflara aittir. Maaşları düşüktür. Kitabeler üstünde ancak bazen ve banilerle kontrolörden sonra, adları geçebilir. Batı Avrupa’daki çağdaşlarının aksine, dini bir kurumla ilgileri yoktur. Tüm İslam dünyasında olduğu gibi Osmanlı’da da yapılar oldukça kısa sürede tamamlanır ve böylece bir yapıya başlayan ve bitiren mimar aynıdır (Kostof, 1977) (Mayer, 1956).

Osmanlı erken dönemi mimarlarından bilinenler şunlardır: Christodulos, Hacı İbn Musa, Hacı Ali, Ali bin Hüseyin, İvaz Paşa (15.yüzyılın ikinci yarısı), Çelebi devrinde çalışan Mimar Hacı Alaeddin, Fatih döneminden Azadlı Sinan ayrıca Uşak’ta yapısı olan Muhammed bin Hasan bin Kavşid. Yeşil Cami imaretinde (1419-1420), Hacı İvaz Paşa, Ali İbni İlyas Ali, Muhammed Mecnun ve Tebriz’li ustalar çalışmıştır.

1460’dan itibaren Fatih döneminde Hassa mimarlar ocağının kurulduğu ve böylece mimaride merkezi bir yönetimin oluştuğu sanılıyor. Bundan sonra sanatçılar artık yapılara imza koymuyorlar; çünkü hepsi Hassa’ya bağlıdır (Sönmez, 1989). Fatih döneminden itibaren hassa mimarbaşının atadığı kent / bölge mimarları olduğu biliniyor (Astrinidou-Kotsaki, 1999). Fatih’in bilinen üç mimarı vardı: Ali Neccar (Ayasofya’nın tamiri için fetihten önce İstanbul’a gitmiş ve payandalardan birini minare için merdivenli şekilde hazırlamıştır). Atik / Azadlı Sinan veya Sinanüddin

Yusuf bin Abdullah-ıl Atik, fetihten sonra yaptırılan Fatih külliyesinin mimarıdır; fakat yapıyı yeterince gösterişli yapmadığı ve Fatih’in ona verdiği sütunları kestirdiği gerekçesiyle Fatih tarafından elleri kesilerek cezalandırıldığı ve öldürüldüğü söylenir. Mimar Ayas’ın da bir vakfiyede adı geçer: ustadların medarı iftiharı üstad Ayas ibn-i Abdullah-il mimar-ül Atik (Önge, 1969).

Osmanlı’da işveren, hükümdar, hükümdar ailesi, devlet adamı, din adamı, idareciler veya ticaret erbabı olabiliyordu. Bina emini, inşaat mutemedi, inşaat mütevellisi gibi adlar alan bir harcama idare yetkilisi vardı. Genel ve kısmi tasarım yapan, inşaatı yöneten bir başmimar vardı. Onun altında çalışan diğer mimarlar, çiniciler, nakkaşlar, hattatlar, usta taşçılar (taş süsleme işleyicisi), senktraşlar (taş yontucular), neccarlar (ağaç işi zanaatkarları), haddadlar (demirciler) ve diğer işçiler bulunuyordu (Sönmez, 1989).