• Sonuç bulunamadı

1.5. İklim Değişikliği İle İlgili Uluslararası Belge ve Antlaşmalar

2.1.1. Ekonomik Büyüme

Geçtiğimiz iki buçuk asırdır, İngiltere’deki Sanayi Devrimi’nin başlangıcından itibaren dünya çapında insanların yaşam standardında önemli bir iyileşme görülmüştür. Bu durum, insanların büyük miktarlarda mal ve hizmet tüketip kullanabilmelerini sağlayan kişi başına düşen gelir düzeylerinin artmasıyla mümkün olmuştur. Ekonomik büyüme, bir ekonomide üretilen mal ve hizmetlerin miktarında önemli bir süre boyunca sürekli bir artıştır. Ekonomi, bir ülkeyi veya bir bölge, bir şehir veya bir nüfus grubu gibi başka bir coğrafi, politik veya sosyal birimi kapsayabilir. Bir grup topluluğu veya hatta tüm dünyayı içerebilir. Tarihsel olarak üretilen mal ve hizmetlerin mutlak miktarındaki büyüme, genellikle ortalama maddi refahtaki artışlarla ilişkilendirilmiştir. Bu nedenle, ekonomik büyümenin çağdaş tanımları, yükselen ekonomik refah kavramını içerir (Turan, 2008: 11).

Ekonomik büyüme iki şekilde tanımlanmıştır. İlk olarak, ekonomik büyüme, bir ekonominin gerçek milli gelirindeki uzun bir süre boyunca sürekli olarak yıllık artışlar olarak tanımlanmaktadır. Diğer bir deyişle, ekonomik büyüme net fiyatların sabit fiyatlarla yükselme eğilimi anlamına gelmektedir (Seyidoğlu,2006:23-27). Bu tanım bazı iktisatçılar tarafından yetersiz olarak eleştirilmiştir. Toplam milli gelirin arttığını, ancak insanların yaşam standartlarının düştüğünü iddia edilmiştir. Bu, nüfus toplam milli gelirden daha hızlı arttığında gerçekleşebilir. Örneğin, ulusal gelir yılda% 1 oranında artarsa ve nüfus yılda % 2 oranında artarsa, halkın yaşam standardı düşme eğilimi gösterir. Bunun nedeni, nüfusun milli gelirden daha hızlı artması durumunda, kişi başına düşen gelirin düşmesidir. Milli gelir, nüfustan daha hızlı arttığında kişi başına düşen gelir artacaktır (Yeldan, 2010:18-20).

Dolayısıyla, ekonomik büyümeyi tanımlamanın ikinci yolu, kişi başına düşen

gelir bakımından yapılmasıdır. İkinci görüşe göre, ekonomik büyüme, bir ülkenin uzun süreli gerçek kişi başına düşen yıllık gelirindeki yıllık artış anlamına gelmektedir. Bu nedenle Arthur Lewis, ekonomik büyümenin, nüfus başına düşen çıktının büyümesi anlamına geldiğini belirtmiştir. Ekonomik büyümenin temel amacı, insanların yaşam standartlarını yükseltmek olduğundan, bu nedenle ekonomik büyümeyi tanımlamanın ikinci yolu, kişi başına düşen gelir veya çıktı üzerinden değerlendirmektir (Ünsal, 2007:42-44).

Kişi başına düşen gelirin sürekli olarak artmasından, kişi başına gelirde uzun bir süre boyunca yükselen eğilim kastedilmektedir. Bir iş çevrimi boyunca gerçekleşen, kişi başına düşen gelirde kısa süreli bir artış, ekonomik büyüme olarak adlandırılamaz. Ekonomik büyüme oranları, hem genel Gayri Safi Milli Hasıla (GSMH) veya Net Ulusal Ürün artışında hem de kişi başına düşen gelirde artış olarak ölçülmektedir. GSMH, bir ekonominin üretebileceği mal ve hizmetlerin toplam üretimini ölçerken, kişi başına düşen gelir, toplumun ortalama bir insanının tüketim ve yatırım için ne kadar gerçek mal ve hizmet alacağını ölçer. Bir ülkenin vatandaşının ortalama yaşam seviyesidir (Özoy ve Tosunoğlu, 2017;286-288).

Dünya Bankası ve Uluslararası Para Fonu gibi dünya örgütleri, gelişmiş ve gelişmekte olan ülkelerin büyüme ve yaşam seviyelerini karşılaştırmak için yıllık Dünya Kalkınma Raporlarında bu ekonomik büyüme tedbirlerini kullanmaktadır. Son yıllarda elde edilen ekonomik büyümenin gelişmekte olan ülkelerde gelişmiş ülkelere göre daha yüksek olduğu ilginç bir özelliği ortaya koymaktadır. Bununla birlikte, geçtiğimiz birkaç on yıl içinde, günümüzün gelişmiş ülkelerinin, uzun bir süre durağan kalan gelişmekte olan ülkelere göre daha yüksek büyüme oranları kaydettiklerine dikkat edilmelidir. Sonuç olarak, gelişmiş ülkelerin halkının kişi başına geliri ve yaşam düzeyleri, gelişmekte olan ülkelerinkiyle kıyaslandığında çok daha yüksektir. Gelişmekte olan ülkelerin sorunu, daha yüksek yaşam seviyelerine sahip olmak için hızlı ekonomik büyüme sağlayarak gelişmiş ülkelere yetişmektir (Turan, 2008: 12-13).

Yukarıda belirtildiği gibi, kalkınma ekonomisinin evriminin başlangıcında ekonomik büyüme ve gelişme arasında bir ayrım yapılmamıştır. Bununla birlikte, yetmişli yıllardan beri ekonomik büyüme ve ekonomik gelişme arasında ayrım yapılması gerektiği düşünülmüştür. Ekonomik gelişme kavramı hakkında iki görüş vardır. Geleneksel görüş, onu, ulusal ürün yapısında ve işgücünün mesleki örüntüsünde planlı değişiklikler ve bu değişimleri meydana getiren ya da bu değişikliklere eşlik eden kurumsal ve teknolojik değişimler açısından yorumlamak olmuştur (Sengupta,2011: 90-94).

Kuznets’in Modern Ekonomik Büyüme konusundaki çalışmalarında, bu yapısal değişimleri içeren modern ekonomik büyüme sürecini yorumladığı söylenebilir. Bu görüşe göre ekonomik büyüme sürecinde tarımın hem ulusal ürün içindeki payı, hem de işgücünün istihdamının azalması ve sanayilerin ve hizmetlerin payı artmaktadır (Hiç,1994:77-79). Yetmişli yıllara kadar önerilen çeşitli kalkınma stratejileri, genellikle hızlı sanayileşmeye odaklanmıştı. Böylece yapısal dönüşüm sağlanabilirdi. Bu amaçla bu tür yapısal değişikliklerin yapılması için uygun kurumsal ve teknolojik değişiklikler önerilmiştir. Böylece C.P. Kindleberger’in açıklamasına göre; ekonomik büyüme daha fazla çıktı ve ekonomik gelişme, üretildiği teknik ve kurumsal düzenlemelerde daha fazla çıktı ve değişiklik anlamına gelmektedir (Simon,2006,141-142).

Böylece, geleneksel görüşe göre, ekonomik gelişme büyüme artı yapısal değişim anlamına gelir. Yapısal değişim, emeğin tarımdan modern üretim ve hizmet sektörlerine kaymasına neden olan ve aynı zamanda üretimin kendi kendini sürdürebilmesini sağlayan teknolojik ve kurumsal faktörlerdeki değişimleri ifade eder. Özel bir kayda değer olan yapısal değişimin bir yönü, ekonomik kalkınma sürecinde, çalışan nüfusun tarımda düşük üretkenlikten daha yüksek düzeyde üretkenlik düzeyine sahip modern sanayi ve hizmetler sektörlerine kaymasıdır (Kaynak, 2011: 80-84).

Yani, ekonomik kalkınma sürecinde, çalışan nüfusun tarımdaki payı keskin bir şekilde düşerken, modern sanayi ve hizmet sektörlerinde çalışan nüfusun payları önemli ölçüde artmaktadır. İşgücünün sektörel dağılımındaki bu değişim ile birlikte,

tarımın milli gelire katkısı, sanayi ve hizmet sektörlerinin milli gelire katkısı arttıkça, milli gelirin sektörel kompozisyonunda bir değişiklik meydana gelmektedir. Bu durum, ekonominin büyümesi ve insanların gelirleri arttıkça, halkın tüketim modelindeki değişimin yanı sıra ekonominin farklı sektörlerindeki verimlilik düzeylerindeki değişimlere bağlı olarak gerçekleşir (Sengupta, 2011: 90-94).

Bu açıdan bakıldığında, okuryazarlığın, eğitimin ve sağlığın iyi gelişmesi gibi bazı sosyal faktörlerin rolüne nedensel atıfta bulunulduğu, ancak ikincil öneme sahip olduğu düşünülmüştü. Genel olarak, yetmişli yıllara kadar yaygın olan bu ekonomik gelişme görüşünde, kalkınma, genel GSMH ya da kişi başına düşen GSMH ve büyümeye eşlik eden yapısal değişikliklerin fakir ve işsizlere indirgenmesinin sağlayacağı ekonomik bir olgu olarak görülmüştür. Kitlesel yoksulluğu ve işsizliği ortadan kaldırmak ve gelir dağılımındaki eşitsizlikleri azaltmak için ayrı ya da özel bir çaba gösterilmemiştir (Özoy ve Tosunoğlu, 2017:286-288).

Benzer Belgeler