C. Türkiye Modernleşmesi ve Estetik Kültür
2. Edebiyat Kurumu ve Kanon
Edebiyat kurumu, “üretici ve dağıtıcı aygıtın yanı sıra, [edebiyatla] ilgili olarak belli bir zamanda hâkim olan ve eserlerin algılanışını önemli ölçüde belirleyen fikirler[dir]” (Bürger, 2004: 63). Başka bir deyişle, edebiyat kurumu, edebî yapıtların
oluşturduğu toplamla sınırlı olmayan, asıl olarak bu yapıtların kuruluşunu ve alımlanmasını etkileyen baskın düşüncelerin bütünüdür. Türkiye’de edebiyat kurumu, çoğu zaman önceki-sonraki hareketler arasındaki bir çatışma alanı olarak “anlatısallaştırılsa” da, aslında tekil düzeyde farklılıklara rağmen, baskın düşünceler tarafından belirlenir.
Türkiye’deki edebiyat kurumu, Batılı edebiyat kurumundan farklı olarak, modernleşmenin niteliğine bağlı olarak bir proje olarak ortaya çıkar. Türkiye modernleşmesi, belli seçkinler eliyle gerçekleştirilmeye çalışıldığı gibi, edebiyat da belli seçkinlerin belirlediği ilkelere uygun biçimde yaratılmaya çalışılır. Bu nedenle yapıtları yorumlamayı deneyen ve zor yapıtları daha geniş çevrede “açık” kılmak için teknikler öneren edebiyat kurumunun yerine yapıtların nasıl olması gerektiğini belirleyen bir edebiyat kurumu inşa edilir. Millî edebiyat paradigması inşa edilirken, önce millî şiir ve millî romanın nasıl olması gerektiği belirlenmiş ve bundan sonra yapıtlar yazılmıştır. Roman bağlamında, bir yapıtın ne zaman millî sayılacağı hangi konuyu ele aldığına göre belirlenirken, şiirin ne zaman millî bir karakter taşıyacağı, konunun yanı sıra hangi ölçüyü kullandığına göre belirlenmiştir.
Edebiyat kurumuyla birlikte düşünülmesi gereken bir başka konu da kanondur. Kanon tartışmaları, Türkiye’nin gündemine yaklaşık on yıldır girmiş ve genel olarak Türkçe edebiyat kanonunun nasıl oluşturulduğundan daha öte kanon yokluğu etrafında tartışılmıştır. Bu konudaki en önemli çalışmalardan birini yapan Tekelioğlu (2003: 66), Türkiye’de “tekil bir kanonun varlığından söz ede[bilmenin] imkânsız” olduğunu belirtir. Türkiye’de tekil bir kanonun olmamasının önemli nedenlerinden biri, bu çalışmada “modernizm beklentisi” olarak adlandırılan durumun varlığı ve modernist yapıtların karşılaştığı dirençtir.
“Modernizm beklentisi”, modern olma arzusuyla şiirin nasıl yazılacağının belirlenmesi ve belirlenen bu ilkelere uygun şiir yazıldığında modern(ist) tarzın kendiliğinden ortaya çıkacağına inanılmasıdır. Türkçe şiirde bunun karşılığı, halk edebiyatını model alacak modern bir şiirin hece ölçüsüyle yazılmasıdır. 1911’den 1937’ye kadar (her ne kadar 1930’larda zayıflama başlasa da) baskın olan eğilim, heceyle şiir yazılmasıdır. Oysa bu beklentinin varlığına rağmen, Hececi şiir, 1930’lardaki bazı şairler (Fazıl Hüsnü Dağlarca, Necip Fazıl Kısakürek, Ahmet Muhip Dranas vd.) dışarıda tutulursa, modern kültürü temsil etmeyi başaramamıştır. Türk edebiyatını 1911’den 1937’ye kadar yani 26 yıl uğraştıran vezin sorunu, Garip
şiirinin ortaya çıkmasıyla kısa zamanda geçersiz hale gelmiştir. Modernizm
beklentisinin açık biçimde başarısız olması, Türk edebiyatının 26 yıllık ürünlerinin büyük kısmının kanon dışı kalmasına yol açmıştır. Bugün, ilk kuşak Hecenin
şairlerinin büyük çoğunluğunun (Faruk Nafiz Çamlıbel hariç), antolojilerde tarihsel
önemi nedeniyle yer bulması ve kitaplarının yeniden basılmamasından dolayı,
onların şiir prosedürlerinin gündem dışı kaldığını söylemek yanlış olmaz13. Garip
şiirinin Hececi şiiri geçersiz kılmasına rağmen, Đkinci Yeni şiiri de, (Garip’le Hece
şiiri arasındaki kadar şiddetli olmamakla beraber) Garip şiirinin estetik değerini, bir
oranda geçersiz kılmıştır. Türkçe şiirin bu türden “paradigmatik” değişimler yaşaması, modern bir kanonun oluşmasını büyük ölçüde etkilemiştir. Elbette bu duruma bir de dilsel değişimleri eklemek gerekir. Türkçenin, 1911’den sonra dil
politikaları14 yoluyla sadeleştirilmesi ve (başarısız olsa da) 1930’lu yıllarda tasfiye
13 Orhan Seyfi Orhon (1970: 147), 1963 tarihli Kervan kitabına yazdığı önsözde “şiir, en eskilerin tarif
ettiği gibi ‘manzum ve mukaffa söz’dür” der. Oysa bu şiirsel prosedür, o tarihte Türkiye’nin gündeminden kalkalı çeyrek asırdan fazla zaman geçmiştir. Bu örnek, Beş Hececilerin niçin estetik beğeninin dışında kaldığını gösterir.
14 Bu konuda çok iyi malzeme sunan bir çalışma için bkz. Agah Sırrı Levend. 1972. Türk Dilinde Sadeleşme Safhaları. Ankara: Türk Dili Kurumu Yayınları. Bu konuyu ayrıntılı ele alan bir çalışma için bkz. Hüseyin Sadoğlu. 2003. Türkiye’de Ulusçuluk ve Dil Politikaları. Đstanbul: Đstanbul Bilgi
edilmesi, yapıtların bir kanon için gerekli sayılan “örnek olma” niteliğine sahip olamamasına neden olmuştur.
Şiir bağlamında kanon yokluğunun bir diğer nedeni, yine “modernizm
beklentisi”ne bağlı olarak gelişen özerk şiir diline gösterilen dirençtir. Türkçe şiirde son elli yılda özerk bir şiir dili var olmasına rağmen, bu şiire yönelik eleştirel çalışmaların şiiri geniş kitlelere açmaya yetmemesi ve bu şairlerin karmaşık niteliği nedeniyle müfredat dışı bırakılması son elli yılın şiirsel birikimin kanon dışı
kalmasına neden olmaktadır. Özellikle Đkinci Yeni şiiri ve sonrasının müfredat dışı bırakılması, başka bir deyişle kültürel bellekte bu şiirin iz bırakamaması, temelde bu
şiirin hâlâ belli bir kültürel sermayeye sahip olanlarca okunması sonucunu
doğurmakta ve modernist tarzın okurun ufkunun dışında kalmasına neden olmaktadır.
ĐKĐNCĐ BÖLÜM
EDEBĐYAT KURUMUNUN ĐNŞASI VE “MODERNĐZM BEKLENTĐSĐ”
“Bizim dün bir edebiyatımız yoktu”. Nurullah Ataç, Resimli Ay, Nisan 1930
Türkiye’deki modern edebiyat kurumu, özerk estetiğe karşıtlık,
geleneksizleşme ya da eskinin reddi ve halk edebiyatının keşfi ekseninde şekillenir. Edebiyat kurumunun tüm bu niteliklerinin başlangıç ânı olarak 1850’lerin ikinci yarısını işaretlemek mümkündür. 1850’lerin ikinci yarısında Şinasi, Namık Kemal ve Ziya Paşa’nın yapıtları, edebiyat kurumunun inşasını başlatan metinler olmasının yanı sıra, bugüne kadar yapılan çalışmalarda öne çıkarılan, yani “seçilmiş” metinler olma niteliğini de taşırlar. Seçilmiş metinlere bakıldığında, hem bu metinlerdeki iddiaları hem de bu metinlerin niye edebiyat tarihleri ve edebiyat eleştirisi tarafından tercih edildiğini görmek mümkündür. Başka bir deyişle, bu metinlerin yeni edebiyat kurumunu inşa ettikleri açıkça görülebilir ama asıl önemli olan bu metinlerin bir dönemin karakteristiği olarak gösterilmesi, edebiyat tarihleri ya da benzer
çalışmalarla (antolojiler vs) sürekli gündemde tutulmasıdır. Aynı dönemde başka yazarlar tarafından yazılan ve farklı önerileri olan yazıların da olmasına rağmen, bu metinlerden genellikle söz edilmemesi, aslında edebiyat kurumunun nasıl
kurumunu belirlemek olduğu için gölgede kalmış ya da gölgede bırakılmış (örneğin Muallim Naci’nin ya da Tanzimat’ın “muhafazakâr” kabul edilen yazarların) metinleriyle ilgilenilmeyecektir. Benzer biçimde, amaç modernist kültürün
konumunu belirlemek olduğu için, burada, “modernleşen” şiirimizin tarihini yazmak gibi bir niyet yoktur. Bu nedenle de, edebiyat kurumu kavramının niteliğine uygun olarak bir dönemin karakteristiğini belirleyen düşüncelere yer verilirken edebiyat tarihinde yer alan (Fecr-i Ati ya da Yedi Meşaleciler) ama görünür bir dönüşüm getirmeyen hareketlerin ya da kişilerin üzerinde durulmayacaktır.
Ahmet Hamdi Tanpınar (1998:101), “modern Türk edebiyatının bir
medeniyet kriziyle başla[dığını]” söylerken, modern Türk edebiyatını şekillendiren temel sorunu belirler. Gerçekten de yalnızca modern Türkçe edebiyatı değil, bütün modern edebiyatı belirleyen, temelde kriz ya da en azından bunun dile getirilmesidir. Gerçi Tanpınar, burada, doğrudan modern edebiyatta gözlemlenen kriz düşüncesine değil, “medeniyet dairesi değişikliği”nin yarattığı krize işaret eder ama sonuçta onun bu saptaması, modern edebiyatın ne zaman başladığını belirlemeye olanak sağlar. Bunun yanında, Tanpınar’ın özellikle “medeniyet” krizine işaret etmesi, Türkiye’nin de içinde olduğu Batı-dışı toplumların modernlik deneyimi üzerine düşünmeye davet olarak alınabilir. Batılı yazarın farkına vardığı krizi, kendi uygarlığı içindeki
değişimlerin yaratmasına rağmen, Batı-dışı toplumlardaki yazar, çift yönlü bir krizin içindedir. Batı-dışı toplumlar, Batı uygarlığının varlığından kaynaklanan kriz ile o toplumun modernlik deneyiminin kendi içinde yarattığı krizi, birlikte düşünmek ve çift yönlü tepkiler vermek zorunda kalır. Türkiye gibi gönüllü modernleşme projesini sahiplenen bir ülkenin entelektüeli, her zaman bir yandan Batı uygarlığı karşısındaki konumunu, bir yandan da şekillenen yeni kültürü içindeki konumunu belirlemek
durumunda kalmıştır. Türkiye’nin entelektüel tarihinde “sentezci” hareketlerin baskın olmasının asıl nedeni de budur.
Edebiyat bağlamında, bu çift yönlü durumunun “çifte temsil krizi”ne yol açtığı önceki bölümde belirtilmişti. Türkiye’deki edebiyat kurumu da,
beklenebileceği gibi bu çifte temsil krizini çözmeye çalışan teklifler tarafından
şekillenmiştir. Çoğu zaman ayrıştırılması zor olan, başka bir deyişle iç içe geçen bu
çifte temsil krizinden önce hangisinin çözüleceğine dair verilen yanıtlar, edebiyat kurumunu da doğrudan belirlemiştir. Gönüllü Batı-dışı modernlik deneyimlerinde görüldüğü gibi, Türkiye’de geleneksizleşme eskiden kendini “kurtarma” ve bu sayede yeni bir öz tanımlamaya yol açmış, yeni bir edebiyatın eski edebiyatın karşıtı olarak kurulacağı iddia edilmiştir. Ancak bu eski edebiyat, aslında yeni edebiyatta hangi nitelikler istenmiyorsa onların varsayıldığı bir “yapı” olarak
homojenleştirilmiş, hatta olgusal gerçekler yeni kavramlara dayanarak çarpıtılmış ve dolayısıyla bir eski edebiyat “icat” edilmiştir. Bu icadın sonucunda eskiyle bağın koparılması nedeniyle ortaya çıkan “gelenek boşluğu”, eskinin içinde olan ama yine yeni kavramlara dayanarak keşfedilen, geleneğin başka bir koluyla doldurulmaya çalışılmıştır. Modernliğin bir proje olarak belirlenmesinin sonucunda yazının toplumdaki en önemli taşıyıcısı olan edebiyat, bu projenin hayata geçirilmeye çalışıldığı bir alana dönüştürülmüştür. Yazının nüfusun büyük geneli için henüz lüks olduğu bir toplumda edebiyat, modernleşmenin öncüleri tarafından, estetik
değerinden daha önce kamusal işlevi üzerinden tanımlanmış, bu da edebiyatın faydacı biçimde kavranmasına neden olmuştur.
Tanzimat döneminde inşası başlayan edebiyat kurumu, belli süreçlerden geçerek asıl olarak 1930’lu yıllarda billurlaşmış ve modernist şiir, temelde bu kurumla mücadele etmek, başka bir deyişle bu paradigmayı yıkarak modernist bir
paradigma kurmak zorunda kalmıştır. Edebiyat kurumu, estetik özerklik karşıtlığı nedeniyle “modern kültürü temsil edebilecek edebiyatın nasıl olması gerektiği” sorusunu, ya sormamış ya da sorulduğunda bunu görünmez kılmayı denemiştir. Bunun en önemli nedeni, Türkiye’deki faydacı edebiyat kurumunu biçimlendiren entelektüellerin sunduğu edebî prosedürler sayesinde modern edebiyatın
yaratılacağının var sayılmasıdır. Başka bir deyişle, bu faydacı edebiyat kurumunun temel iddiası, modern bir edebiyatın kendisinin belirlediği edebî prosedürler
uygulandığında yaratılacağını beklemesidir. Bu tezde “modernizm beklentisi” olarak adlandırılan bu durum, beklenenin aksine, modernist bir tarzın ortaya çıkmasının önündeki en büyük engele dönüşmüş, tezin beşinci bölümünde ele alındığı gibi, modernist şiir bu paradigmayı yıkmakla mümkün hale gelmiştir.