• Sonuç bulunamadı

2.1. Kuramsal Bilgiler

2.1.2. Çevre eğitimi

“Geleceğin sağlıklı çevresine sekil vermek için bugünün çocukları bir gün karar verme sorumluluğunda olacaklardır. Onları bu gibi sorumluluklara hazırlamak için bu kararları almada bir temel olarak çevre eğitimine ihtiyaç vardır.” Deborah Mitchell Yaşadığımız yüzyılın en önemli problemlerinden biri haline gelen çevre sorunları, binlerce yıl öncesinden bugüne kadar insanoğlunun doğaya hükmetme çabasının bir sonucu olarak karşımıza çıkmaktadır. İnsanoğlu yerleşik hayata geçene kadar ki süreçte temel ihtiyaçlarını yalnızca anlık olarak doğadan gidermiş ve genellikle doğaya kalıcı hasarlar vermemiştir. İnsanoğlunun yerleşik hayata geçişiyle birlikte insan-doğa ilişkisinde farklılıklar yaşanmaya başlamıştır. Yerleşik hayatın en önemli gerekçesi olan tarımsal faaliyetlerin artmasıyla insanlar daha çok üretme ve bu üretimden kâr elde etme amacı gütmeye başlamış dolayısıyla “maksimum fayda sağlama” anlayışı hâkim olmaya başlamıştır. Bu durum doğal kaynaklar üzerinden sömürü anlayışının gelişmesine sebep olmuştur. Bu anlayışın gelişmesinde insanı diğer canlılardan ve doğadan üstün tutan, doğaya kendi ihtiyaç ve istekleri doğrultusunda sınırsız kullanım hakkı veren antroposentrik etik bakış açısının önemli bir yere sahip olduğu kuşku götürmez bir gerçektir. Modern bilimin yükselişi ile birlikte mekanik dünya görüşünün antroposentrik etik yaklaşım ile desteklenmesi sonucunda evren insan istek ve ihtiyaçları doğrultusunda işleyen bir makine olarak görülmüştür. Dolayısıyla insanoğlu ile doğa arasındaki güçlü bağ büyük ölçüde kopmuştur (Özdemir, 2017).

Bilimsel ve teknolojik ilerlemeler insanın yaşam standardını iyileştirmeye başlayınca, bu gelişmelerin sebep olduğu sanayileşme, atıklar, yoğun nüfus artışı, çarpık kentleşme gibi yaşanan çevre sorunları uzun süre dikkate alınmayıp görmezden gelinmiştir. Ta ki Londra’da 1952 yılında yaşanan yoğun hava kirliliğinden dolayı binlerce kişi yaşamını yitirene kadar… Bu talihsiz olay sanayileşmenin yarattığı çevre sorunlarının farkına varılmasını sağlamıştır. 1968 yılında Roma Kulübü olarak adlandırılan dönemin iktisatçıları, bilim insanları ve düşünürlerinden oluşan topluluğun 1972 yılında yayınladıkları ‘Büyümenin Sırları (Grenzen des Wachstum: Meadows,

1972)’ isimli raporunda çevre bozulmasındaki artışın sebebinin sürekli büyüme ve kalkınma anlayışı olduğu açıklanmıştır. Gelecek için “iktisadi faaliyetlerin doğanın taşıma kapasitesiyle sınırlandırılması”nın bir zorunluluk olduğu dünyaya ilan edilmiştir. Bu rapor büyük etki yaratmış ve çevre sorunların konusundaki farkındalığın artmasını hızlandırmıştır. Bu etki aynı zamanda çevre eğitiminin doğuşunun başlangıcı olmuştur. O tarihten itibaren çevre eğitimi dünyada önemli hale gelmiş ve bu konuda ciddi adımlar atılmaya başlanmıştır (Özdemir, 2017).

İnsan, çevrenin bir öğesi olarak çevreyi hem etkiler hem de ondan etkilenir. Bu ilişki ne kadar iyi olursa dünyamızın geleceği de o kadar iyi olacaktır. Ancak dünya sorunlarının çözümünde bireysel çabalar yetersiz kalmaktadır. Kitleler halinde bu sorunlara çözüm üretmek ve toplumsal olarak çevre konusunda bilinçlenmek gerekmektedir. Bunun en etkili yolu ise çevre eğitimleridir (Yalçın ve Gökçen-Özgün, 2017). Çevre eğitimi, doğa-insan çatışmasında ortaya çıkan sorunların çözümünde bir panzehirdir (Larson, Castleberry ve Green, 2010).

Çevre eğitimi bir yandan ekoloji hakkında bilgileri bireye aktarırken diğer yandan bireylerde çevreye yönelik olumlu tutum gelişmesini, bu tutumların davranışa dönüşmesini ve davranışların da bireyin çevre ile ilgili konular hakkında karar alma süreçlerine yansımasını sağlar. Nitekim 1948 yılında ilk kez ‘çevre eğitimi’ kavramını kullanan, 1970’de ise ‘Okul Programlarında Çevre Eğitimi’ konferansında IUCN, çevre eğitimini; “İnsanın kültürel ve fiziksel çevreleri arasındaki ilişkileri anlamak ve değerlendirmek için gerekli olan tutum ve becerileri geliştirmek amacıyla kavramların belirlenmesi ve değerlerin fark edilmesi süreci” olarak tanımlamıştır. Konferansta ayrıca çevre eğitiminin çevresel kalite konularında kendi davranışlarını düzenleyebilme ve karar alma süreçlerini de içerdiği belirtilmiştir (Karatekin, 2011).

1992’de U.S. EPA (Environmental Protection Agency) çevre eğitimini, sorumlu bireysel ve toplumsal davranışlara yol açan bir süreç olarak açıklamıştır. Çevre eğitiminin; eleştirel düşünme, problem çözme ve karar verme becerilerini etkili şekilde arttırdığını, insanların bir çevre sorununun farklı açılardan değerlendirmek için bilgili ve sorumlu karar almasını sağladığını ifade etmiştir (Disinger, 2001).

UNESCO (1999) çevre eğitimini şu şekilde tanımlamaktadır:

“Bireylerin kendi çevreleri hakkında bilgi, değer, deneyim elde ettikleri, farkındalık kazandıkları daimî bir süreç; gelecek nesillerin ihtiyaçlarını da düşünerek kendi ihtiyaçlarını karşılayabilmelerini sağlayan, bireysel ya da topluluk halinde bugünün ve geleceğin çevresel problemlerinin çözümünde etkin rol almasını sağlayan kararlılıktır.” Vaughan, Gack, Solorazano ve Ray (2003) çevre eğitimini, bireylerin çevrelerinin farkında olmalarını sağlayan, çevresel sorunları çözmeye yönelik kazandıkları bilgi, beceri, değer ve deneyimlerini içeren sürekli bir öğrenme süreci olarak tanımlamıştır. Ozaner (2004) ise çevre eğitimini kısaca doğanın dilinin öğretilmesi olarak ifade etmiştir. Eğitim bir süreçtir ve süreç sonunda bireyin tutum ve davranışlarında değişim beklenir. Eğitim süreci sonunda ‘eğitilmiş insan’ ortaya çıkmaktadır. Schumacher, eğitimin ancak ‘tam eğitilmiş insan’ ortaya çıkarabilirse anlamlı olacağını vurgulamıştır. Ona göre tam eğitilmiş insan, tüm konuları en ince detayına kadar bilen, her konu ile ilgili az da olsa bilgi ve görüş sahibi olan değil, temel inançlarından, yaşamının anlam ve amacı konusunda kendi görüşlerinden emin olan insandır. Dolayısıyla çevre eğitimi almış bir bireyin, ‘tam çevreci insan’ olması demek doğadaki tüm bitki ve hayvanları tanıyan, doğada gerçekleşen olayları açıklayabilen, tüm ekolojik kavramları tanımlayabilen, derin bir çevre kültürüne sahip bireylerden ziyade, insan-doğa ilişkilerini doğru olarak anlamlandırabilen, çevre duyarlılığı ve sorumluluğu yüksek, çevre problemlerinin çözümünde bilinçli ve istekli aktif katılım gösteren, düşünce, tutum ve davranışları ile ekolojik bir yaşam sürdüğünü kanıtlayan bir ‘ekobirey’ olması anlamına gelir (Atasoy, 2015).

Çevre eğitimi bireylerin çevresel konularla ilgili bilgi ve becerilerin gelişimine yardım ederken diğer taraftan bireylerin akademik başarılarına da katkı sağlar (NAAEE, 2011). Coyle (2005) çevre eğitiminin, feni öğrenme üzerinde, okuma ve diğer dil becerilerinin gelişiminde, etkili öğrenme, düşünme becerileri ve motivasyonun arttırılmasında, iş birliği yapmada ve öğrencilerin tutum ve davranışlarını geliştirme konusunda etkili olduğu belirtmiştir.

Ülkemizde özellikle okullaşma oranının düşük olması, kişi başına düşen kitap, dergi ve gazete sayısının yeterli olmaması, bilime ayrılan ödeneklerin kısıtlı olması, ülke nüfusunun %15’inin hala okuma-yazma bilememesi öncelikle ülkemizdeki eğitim düzeyi

konusunda karamsar bir tablo çizmekte, ardından çevre gibi diğer önemli konuların ise önemsiz, öncelikli olmayan hatta küçümsenen meseleler olmasına neden olmaktadır. Ülkemizde köklü sosyal, ekonomik, politik, hukuksal ve yönetimsel düzenlemeler yapılmadığı taktirde, çevre konusunda yalnızca öğretmenden, okuldan ve eğitim- öğretimden medet umarak olumlu değişim ve dönüşümlerin beklenmesi yalnızca bir yanılgıdan ibaret olacaktır (Atasoy, 2015).

İnsan-doğa ilişkilerinde girdiğimiz ekolojik çıkmazın temelinde, insan merkezli bakış açısının yattığı bilinmektedir. Bu konuda sürdürülebilir dünya görüşünün herkes tarafından benimsenmesi çıkış kapısı gibi görülmektedir. 1987 yılında yayınlanan “Ortak Geleceğimiz” raporunda sürdürülebilir kalkınma şu şekilde tanımlanmıştır: “Sürdürülebilir kalkınma bugünün ihtiyaçlarını, gelecek kuşakların da kendi ihtiyaçlarını karşılayabilme olanağından ödün vermeksizin karşılamaktır.” Bu tanımdan anlaşılacağı üzere, gelecek kuşakların ihtiyaçlarının karşılanması, bugünün insanlarının doğa ile ilişkilerinde yapacakları ekonomik, kültürel, etik, bilinç ve davranış değişikliklerinden geçmektedir (Atasoy, 2015).

Sürdürülebilirliğin güçlü ve ekonominin kalıcı olması, insanların kendini ekosistemin bir parçası olarak görmesine yardımcı olacaktır. Böylece insanoğlu doğal yaşama saygı duyabilecek, ekonomik ve sosyal gelişimini bu çerçevede devam ettirebilecektir. Birey tüketim alışkanlıklarının değişmesiyle birlikte sürekli doğayı tahrip etmek yerine alternatif kaynaklar bulmayı yaşam şekli haline dönüştürecektir. Bu sebeple güçlü sürdürülebilirlik ve kalıcı ekonominin başarılı olabilmesi, bu konuların çevre eğitiminde yer almasına bağlıdır. İlk bakışta bu konuların ekonomi ya da teknoloji ile direk ilgili olduğu zannedilse de temelinde topluma bu bilincin kazandırılabilmesi ve güçlü sürdürülebilirliğin yerleşmesi ancak bu konuların çevre eğitimine dahil edilmesiyle sağlanacaktır (Okur, 2012). Bireyler bu konular hakkında bilinçlendikçe bütünsel bir bakış açısı kazanacak ve ekobirey olma yolunda emin adımlarla ilerleyeceklerdir.

Kalkınma ve koruma, gelişme ve tutumluluk, zenginleşme ve çevrecilik, doğa ve sanayi, ekoloji ve ekonomi birbirine zıt kavramlar gibi görünse de doğaya saygı duymadan, ona sahip çıkmadan, doğal kaynakları doğru bir şekilde kullanmadan kalkınma ve zenginleşmenin mümkün olmadığı aşikardır. Sürdürülebilir kalkınma felsefesi, ekonomi ile ekolojiyi uzlaştırarak zengin ve yoksul ülkeleri birbirine yakınlaştıracak; ekonomik, çevresel ve toplumsal standartlar arasındaki hassas dengeyi

sağlayacak yeni bir ekonomi, toplum ve yaşam anlayışı üzerinde yoğunlaşmaktadır. Bunların gerçekleşmesi ise yalnız sanayileşme, büyüme, tüketim gibi insanların sebep olduğu olumsuz faktörlerin olumlu yönde değişmesi ile değil, bilinç, duyarlılık, ahlak gibi kültürel, psikolojik ve düşünsel değişimlerle de yakından ilgilidir. Bozulmuş çevre, tahrip edilmiş bir ekosistem, tüketilmiş doğal kaynaklar hem gelişmemizi hem zenginleşmemizi hem de yaşamımızı sonlandırabilir. 21.yy’ın sorgulayan bireyleri, artık ekonominin ekolojiye olan bağımlılığını; sınırsız tüketim, hızlı kalkınma ve ekonomik büyümenin geri dönüşümü olmayan çevresel bir maliyeti olduğunu; gezegenin ve kendi var olma savaşımızın doğa ile sürdürebileceğimiz ilişkilere bağlı olduğunu kabul etmek zorundadır (Atasoy, 2015). Bu gelişimin sağlanması ise ancak nitelikli bir çevre eğitimi ile mümkündür. Öğretimin herhangi bir kademesinde çevre eğitiminin ihmal edilmesi, yüksek bedeller ödenmesine sebep olacaktır (Speth, 2004).