• Sonuç bulunamadı

Eğitim Öğretimin Amaçları ve Din Çerçevesinde İlk Çocukluk

İLK ÇOCUKLUK DÖNEMİNDE ÖĞRENME VE KAVRAM OLGUSU

2.1. ÇOCUKLARDA ÖĞRENME

2.1.3. Eğitim Öğretimin Amaçları ve Din Çerçevesinde İlk Çocukluk

21. yüzyıl psikolojisi, yeni doğmuş bir bebeği toplumun normlarına yönelik onun nihai ahlaki duruşu bakımından açık bir kitap olduğunu varsayar. Çocuklar hayatları boyunca biriktirdiği bilgiler ile doğmazlar. Daha ziyade her bir çocuk kendi kuşağını, toplum kurallarını ve değerlerini keşfetmeli ve öğrenmelidir. Bu şu demektir ki, çocuklar birçok aynı hatayı yaparlar ve yetişkinlerin de çocukken yaptığı birçok aynı kuralı muhtemelen ihmal edebilirler (Hoffman, 1971: 212). Özellikle çocukların dini öğrenirken yaptığı yanlışlar görmezden gelinmelidir. Çocuklar yaptıkları yanlışlarla değerlendirildiğinde, temiz fıtratları yara alır. Bu nedenle yapılan yanlışlar ilk başlarda gündeme getirilerek pekiştirilmemeli, çocuğun iyi ve güzel davranışları alkışlanarak çocuk cesaretlendirilmelidir. Bu konuda ailenin

125 yaklaşım tarzı, çocuğa dinini öğretip ondaki dini duygu ve düşüncenin gelişmesine yardımcı olabileceği gibi, çocuğun dinden uzaklaşmasına veya ondaki dini duygunun körelmesine de sebep olabilir (Peker, 2000: 165).

Hayata anlam verme çabası, insanın temel ihtiyaçlarından birisi olarak tarih boyunca var olagelmiştir. Bir insan da olduğu gibi, en saf haliyle okul öncesi dönemdeki bir çocukta da var olan, içinde yaşadığı dünyayı ve evreni, evrendeki konumunu, nereden gelip nereye gittiğini, ölüm gerçeğini, nasıl olduğunu ve nasıl yaşaması gerektiğini sorgular. Böylece hem merakını gidermeye hem de ruhunun ihtiyaçlarını karşılamaya çalışır. Dünyayı değerlendirmeye çalışan bir çocuk, hayatın amacının ne olduğu konusunda da tutarlı cevaplar aramaktadır. Bu aşamada öğretme süreci, çocuğun bütün yönleriyle gelişmesinin yanında, onun ihtiyaçlarını karşılamayı da hedefler. Hayatın anlamını keşfetme insanın bir ihtiyacı olarak düşünüldüğünde, çocuğun öğrenme sürecinde bu düşünceye yer vermenin gerekliliği kabul edilmelidir (Akıncı, 2005: 21).

Hayatın anlamını yakalama ile tutum eğitimi arasında bir ilişkinin var olduğu okul öncesi seviyede etkin olmak isteniyorsa tutum eğitiminin sekiz prensibini temel alarak çocuklar yetiştirilmelidir. Bu prensipler çerçevesinde Barber, okul öncesi seviyedeki bir çocuğun yetiştirilmesinde sekiz prensibi göz önünde bulundurmanın gerektiğini ve bunları; öğrenenin eşsiz oluşu, öğreneni araştırma, öğrenenin gelişim seviyesini değerlendirme, adım adım prosedür, güçlü yönler üzerinde inşa etme, amaç belirleme, teşvik sağlama ve pekiştirme olarak açıklar (1989: 85-86).

Hedonizm açısından değerlendirdiğimizde zevk ve acı, bir çocuğun davranışlarının temelindeki belirleyicilerdir. Çünkü insan haz duyacağı şeyleri yapar, acı duyacağı şeylerden de uzaklaşır. Thorndike'nin öğrenme konusunda yaptığı çalışmaların neticesinde bireyin, belirli teşvik durumlarının mevcut uyarıcılarla başarılı eylem arasındaki bağı güçlendirdiği, bunun tersine, bireyin uyarıcılara karşı gösterdiği tepkiler sıkıntı ve rahatsızlıkla sonuçlanırsa, uyarıcılarla davranış arasındaki bağda kopma veya uzaklaşma meydana geldiği anlaşılmaktadır. Küçük çocukların uyarıcı ile kurduğu bağın zayıflaması, sıkıntının artması ile doğru orantılıdır. Güdü konusundaki bu yaklaşım bize, çocukların sıkıntı ve rahatsızlık hallerinde uyarıcı ile ilişkilerini keserek kaçındıkları veya eninde sonunda uyarıcıdan uzaklaştıklarını tanımlamaktadır (Yaparel, 1995: 207). Çocuğun dini duygusunun

126 gelişim sürecinde, sıkıntı ve rahatsızlık durumlarının dikkate alınması, sağlıklı bir gelişim için kaçınılmaz görünmektedir.

Küçük çocukların, öğretme ve öğrenme sürecinde din eğitimcilerinin çocukların psikolojik durumlarını bilmeleri, hem öğrenme hem de öğretme teorileriyle çocuğun bütün gelişimsel özelliklerini göz önünde bulundurmaları gerekir. Çocuğun kişilik gelişim modeli, çocuğun kendi gerçeğini kurduğu ve tamamen işleyen bir birey olma amacını gerçekleştirdiği süreci vurgular. Eğitimin bilgi işleme modeli ise çocuğun bilgi işleme kapasitesine vurgu yapar. Bu süreçte psikologlar motivasyon, ihtiyaçlar, değerlendirme, hazır bulunuşluluk ve öğrenme sürecinin diğer önemli yönleri hakkında çalışmaları ile öğretme ve öğrenme süreci anlayışına da katkıda bulunmuşlardır (Elias, 1990: 13-14). Buradan da anlaşılmaktadır ki eğitimci ve psikoloğun, bir çocuğun yetiştirilmesinde yadsınamaz bir işlevi vardır. Bu işlevin aktif olarak kullanılması, çocuğun maddi manevi gelişimi açısından olmazsa olmaz bir yol rehberi hükmündedir.

Çocuğun gelecek hayatının değer kazanmasının öğrenmeyle mümkün olabileceğini belirten Yavuz; anne, baba ve eğitimcilere düşen en büyük görevin, küçücük çocuklara öğretme ve öğrenme sürecinde bir şeyler aktarabilmek ve onların şahsiyet gelişimlerine katkıda bulunabilmek olduğunu söyleyerek (1994: 258-259), konunun önemini şöyle açıklar:

"Dünya da insanın tek başına hayatını sürdürmesi mümkün değildir. Şu halde büyüklerin yardımını ve desteğini almadan çocukların hayatlarını gerçekleştirmeleri mümkün değildir. Bunların en başında gelenlerden birisi öğrenmedir.

Nitekim insanın hayatında yaptığı davranışların ve fiillerin büyük çoğunluğu öğrenmeye dayanır. Çocuk, çevresine uymak üzere büyük esnekliğe sahiptir. Çocuğun gelişmesi ve çevresine uyum sağlamasında eğitim ve öğretime büyük ihtiyaç vardır. Zira onun gelişmesi ve çevresine uyum sağlaması öğrenme ve öğretmek ile mümkün olur.

Esasen çocuk insan olmayı eğitim ve öğretimle öğrenir. O insan olarak hayatta yapılması gereken vazifelerini öğrenmek zorundadır. İnsanın insanca yaşayabilmesi ve hayatını devam ettirebilmesi için öğrenmek şarttır ve bir ömür boyu devam eden bir faaliyettir. İnsanın değerli bir varlık olması, hayatının değer kazanması, şekillenip gelişmesi ve belirlenen gayelere ulaşması yine öğretme ve öğrenmeye bağlıdır. Şu halde eğitim ve öğretim vazgeçilmez bir ihtiyaç ve vazgeçilmez bir vazifedir. Çünkü o insana sadece tahsil, bilgi ve kültür kazandırmaz, aynı zamanda insani, dini, ahlaki, hukuki vs. bir şahsiyette kazandırır.

127

... İnsanın yaratıcısını tanıması, inanması ve ona bağlanmasında öğrenmenin vazgeçilmez bir önemi vardır. Çünkü eğitimde esas olan hususlardan birisi, çocuğa yüksek değerleri kazandırmaktır.

… Yaratılış itibariyle çocuğun ruhu temizdir ve istenen hale getirilmeye çok elverişlidir. Sağlıklı ve zararsız bir eğitim ile o neticede asil ruhlu, değerli ve dengeli bir insan haline gelebilir.

Sağlıklı bir şekilde gelişen çocukta müthiş bir bilgi toplama merakı vardır. O görmediği, bilmediği yeni şeylere karşı çok açıktır."

Yavuz'un ömür boyu devam eden bir faaliyet olarak nitelendirdiği eğitim ve öğretimin bir amacı olmalıdır. Doğumdan ölünceye kadar her bireye verilen eğitimin amacı, geçmiş ve mevcut bilgiyi ulaşılabilir hale getirmektir. Böylelikle çocukların geleceğin sorunlarını çözmek için yeterli donanıma sahip olması beklenir. Öğrenim sürecinin başında bir çocuktan derslerinin zihinsel içeriğine yönelik yetişkinlerde görülen bir coşkuyu hissetmeleri beklenmez. Çocuk ilk aşamada takdir edilme, azar işitmekten kaçınma veya kurallara uyma alışkanlığına sahip olduğundan dolayı, istenen öğrenme taleplerine uygun davranışlar sergiler. Daha sonraları bu durum ek teşviklerle desteklenir. Anne rolünü üstlenen öğretmen çocuğa övgü ve sevgide bulunur. Bu öğrenme durumunda yüksek derecede bir bağımlılık söz konusudur. Sevgi ve sosyal ödülle birlikte biraz ceza korkusu dikkat süreçlerinin korunması ve sürdürülmesini sağlar. Çocuk zihinsel çabasını ilerlettiğinde karnesinde yıldızlı pekiyi, övgü ve takdir gibi sevgi sembolleri elde etmeyi bekler (Allport, 1968: 166).

Bir çocuğun inanma dünyası, öğrenme ile başlar ve gelişir. Fakat çocuğun inanmayı öğrenmesi, basit bir öğrenme çeşidi değildir. Bir çocuğun inanmayı öğrenme sürecinde, ona etki eden birçok faktör vardır. Bunların başında, yüce yaratıcıyı kabul etme, bağlanma, güvenme ve dayanma gelir. Çocuk Allah'a inandığında, bu etki faktörlerini öğrenmiş ve kabullenmiş olur. Küçük bir çocuk için dine ait bazı şeylerin öğrenilmesi, inanmanın öğrenilmesi ve geliştirilmesi demektir. Bu açıdan yaklaşıldığında, dini terbiye bir nevi inanmanın terbiyesi olarak görülür. Yani din eğitimi, çocuğun inanç dünyası içinde büyümesi, gelişmesi ve olgunlaşması süreci olarak değerlendirilir. Çocuklar din ve inançla ilgili bilgiler edindikçe, bu onların duygularına, düşüncelerine, tasavvurlarına, ilgi ve arzularına karışarak kişilik yapılarında değerlendirilir. Çocuğun zaman içerisinde öğrendiği dini değerleri değişik şekillerde yansıttığı gözlemlenir. Bu nedenle bir çocuğun doğum öncesinden

128 ele alınıp “İnsan-ı Kâmil” haline gelinceye kadar inanan bir insan haline getirilmesi, din eğitim ve öğretimine düşen vazgeçilemez bir vazifedir (Yavuz, 1994: 261-262).

Çocuklar büyüdükçe duygularını nasıl tanımlayacaklarını öğrenirler. İçlerinde hissettikleri sıcaklığı aşk olarak, patlama duygularını kızgınlık olarak tanımlarlar. Uygun ortam bulduklarında, kutsal olanı da algılamayı öğrenirler. Allah fikriyle, belirli şeyler sadece güzel ya da iyi değil, aynı zamanda kutsaldır. Bazen çocuklar rüyalarında, oyunlarında ya da dualarında kutsallığı yaşarlar. Sık sık yakınında bulunanlardan hissettiklerinin ne olduğunun tanımlanmasına ihtiyaç duyarlar. Bir çocuk kutsallığı yaşadığında, bu onun ruhunu derinleştirir. Böylece şüphelendikleri hayatın başka bir parçasının da olduğunu keşfederler. Çocuklara Allah öğretildiğinde, aynı zamanda kutsal olanı nasıl hissedecekleri de öğretilmiş olur. Bu duyguyu onlara aktarmada eksiklik gösterildiğinde, manevi dünyaları eksik kalır. Belki de onlara öğretme görevi ihmal edildiğinden anne baba da manevi açıdan kaybetmiş olabilir (Wolpe, 1995: 5-6).

Teorik planda küçük çocuklara din eğitimi vermenin değişik metotları üzerine tartışılıp konuşulsa da, küçük çocuklara din öğretmek basit değildir. Temel olarak okul öncesi din eğitimcilerinin iki ana unsuru yerine getirmesi gerektiği, bunlardan birinin öğretme, diğerinin dini öğretme olduğudur. Bu aşamada öğrenmenin kendisi ve din, kendi aralarında bir içeriğe sahiptir. Küçük çocuklar sadece öğretilen dini öğrenmezler, ayrıca dini öğretildiği tarzda öğrenirler. Örneğin küçük bir çocuğa din öğretilirken sevimsiz bir şekilde yansıtılması veya Allah'ın adaletinin ilahi hikmet ve merhamet yönü ihmal edilerek resmi yüzü vurgulandığı biçimde din öğretilirse, küçük çocuğun edindiği içerikte, sevimsiz ve resmi bir din olacaktır (Lee, 1988: 152- 153).

Okul öncesi dönemde dini çocuklara nasıl öğretmeliyiz konusuna yoğunlaşarak araştırmalar yapan Lee, din eğitiminde çalışmalar yapanlara azımsanmayacak veriler sunar. Erken çocukluk dönemi din eğitimcisi dini başarılı bir şekilde öğretmek istiyorsa, temel psikolojik prensipleri yaptığı eğitim faaliyetlerinin içerisinde yansıtmalıdır. Psikoloji eğiticilere, öğrenenlerin gerçekten nasıl öğreneceğini anlatır. Eğer erken çocukluk dönemi din eğitimcisi, psikolojik prensiplerden ve psikolojik araştırma verilerinden habersizse veya bunları kasıtlı

129 olarak ihmal ediyorsa, çocuğu yetiştirme vazifesini üstlenen kişi başarısızlığa mahkûmdur.

Lee, okul öncesi dönemde din eğitiminin nasıl yapılması gerektiğini iki ana başlık altında değerlendirir. Ona göre bu iki başlık, küçük çocukların din eğitiminde gözden kaçırılmaması gereken olmazsa olmaz iki husustur.

Bunlardan birincisi; her insan dini, mantıksal olarak değil psikolojik olarak öğrenir. Bilimsel bir konu, her zaman mantıksal olarak yazılırken, din dersi psikolojik olarak öğretilir. Bu da şu anlama gelir ki dini öğreten kişi, çocuğu dinin mantıksal parametrelerine sokmamalıdır. Bu faaliyet türü, dini öğrenmenin psikolojik sınırlarına göre uyumlu hale getirilmiş bir şekilde uygulanmalıdır. Bir diğer ifadeyle din, gerçekten çocuğun öğrendiği bir tarza göre tamamen özel olarak ayarlanmalı ve öğretilmelidir.

İkincisi; bir çocuk, bir diğer çocuğun aynı genel özelliklere sahip olarak herhangi bir diğer kutsal gerçekliği öğrendiği tarzda dini öğrenir. Din yaşamın bir parçasıdır, yaşamdan ayrılmaz bir şeydir. Yanımızda, hemen etrafımızda olan bir şeydir. Bu nedenle görünmese de vardır. Böylece, din öğretimi çocuğun kişisel yaşamının bir parçası olarak görülmelidir, kişinin bütün diğer öğrenme süreçlerinden bu nedenle ayrılamaz. Çünkü o görünmese de çocuğun çevresinde ve yakınındadır (Lee, 1988: 167).

Okul öncesi dönemde çocuğu etkileyen din eğitimi, yaygın eğitimde olduğu gibi kamu okulları aracılığıyla da çocuklara aktarılır. Bu toplumsal kurumlarda, çocukların yaşamına etki eden dini inançlar, değerler ve eylemler sadece dolaylı olarak değil, doğrudan iletilmektedir. Bunun neticesinde dini bir etkinin gerçekleştiği gözlemlenir. Yaygın eğitim kurumları, kamu okulları, mabed kursları veya özellikle yaz aylarında faaliyet gösteren ibadethaneler çocuğun dini sosyalleşmesinde önemli bir etken olarak (olumlu-olumsuz) görülmektedir (Little, 1971: 302).

Hıristiyanlıkla Müslümanlık arasında karşılaştırmalı yapılan bir çalışmada, pazar okullarındaki derslerde öğrenmeyle ilgili görsel içerikler kullanılırken, medreselerde bunların hiçbiri kullanılmamasına rağmen, Hıristiyan bir çocukla Müslüman bir çocuk arasında dini kavram gelişimi ve öğrenimi bakımından bir fark tespit edilememiştir. Pazar okulu eğitimi ile medrese okulları proje sonuçları çocuğun dini grubunda devam edeceği din ve gruba kendini adama anlayışı

130 bakımından herhangi bir farklılık ortaya koymamıştır (M'mutungi, 2010: 139). Bu da göstermektedir ki, renkli, görsel içerikler görmeden eğitilen bir çocuğun, eksik gibi görülen bu kısmı tolere ettiğini düşünebiliriz. Halbuki resimli kitapların çocukların ilgilerini çektiği, dolayısıyla öğrenme isteğini arttırdığı yadsınamaz.

Çocuğun dini ufkunu açan ve genişleten, din eğitimindeki yetenekli ilk temel öğretmen/yetiştirici, çocuğun dini konulara yönelişine yanıt veren ve önünü açandır. Etkin bir şekilde çocuklara cevap ve karşılık veren dinamik bir yetiştirici vardır. Bu alana teşvik, çocuk tarafından başlatılmış olabileceği gibi öğretmen, buna bir resim veya hikâye ile katkıda bulunmuş olabilir (McCreery ve diğerleri; 2008: 92).

Clark, çocukların doğdukları andan itibaren bir şeyler öğrenmeye başladıkları ve bunun bütün hayat boyunca devam ettiği düşüncesindedir. Ona göre çocuğun anne babasıyla ilişkileri neticesinde öğrendiği davranışları, onun dini yaşayışından ayrı düşünmek olanaksızdır. Dini bilgilerin çocuklarca kavranıp geliştirilmesinde en çok görülen pozisyon, bu bilgilerin derinine nüfuz etmeden, olduğu gibi öğrenilmesidir. Bu aşamada Clark, çocukların dini öğrenme sürecini biraz daha açarak şu tespitlerde bulunur:

"Şartlanma ve şartlanma zamanı tepkide bulunma yaygın bir yöntem olup, din

eğitimi yapılacak çocuğa önce bir takım dualar ve ibadet şekilleri tekrar tekrar gösterilerek kafasına sokulur. Bu metod, doğal olarak dinin temel prensiplerini öğretmekte işe yarar. Din alanında bir kısım bilgi ve alışkanlıkların bu şekilde öğretilmesi arzu edilir ve hatta gereklidir. Çocuklar büyüyünceye kadar, daha güç ve daha karışık olan bu yöntemlerden yararlanıp bilgi edinecek yetenekte değildirler. Bu şu demektir ki, biz bir çocuktan soyut ve derin düşünceler yerine bu düşüncelerin ancak basit ve ilkel şekillerini bekleyebiliriz. Onun için çocuklar eğitilirken işin derinine gidilmez, her şey adeta bir papağana öğretilir gibi öğretilir. Bu şekilde öğretim onlar tarafından daha kolay anlaşılır ve yarar sağlar. Daha yüksek ve kompleks bilgiler çocuğun algısının dışında kalır. Dini görevlerini iyice anlamadan, harfiyen yerine getiren bir çocuğa verilen güven

duygusu onun huzur kaynağı olur ve ona çok cazip görünür" (1980: 182-183).

Kendilerinde ahlaki bir değer gelişmemiş olan insanlar, grubun değerlerine ve taleplerine, en meşru yol olarak uymak zorunda kalırlar. Durkheim gibi M. Bovet' de ahlaki hislerin psikolojik fenomen vasıtasıyla bireye ait olduğu düşüncesini reddeder. Bovet, yalıtılmış bir kişinin kendi başına asla ahlaki bir zorunluluk geliştiremeyeceği düşüncesindedir (Piaget, 1965: 354,371). Bununla beraber Winnicott, çocuğun içinde iyi ve kötüye ait duyguların var olduğunu, bu duyguların her bir bebekte doğal olarak bulunduğunu belirtir. Bunun yanında eğitimle çocuğun zihnine bazı güzel hasletlerin

131 aktarılabileceğini belirten Winnicott, bu sayede bir bebeğin hoş, temiz, iyi, itaatkâr, sosyal, ahlaklı ve benzeri özelliklerde bir kişi haline gelebileceğini açıklar (1987: 93).

Çocukların büyüklerden öğrendikleri dini konular, çocuğun dünyasına çok yakındır. Çocuk, bunları son derece ciddiye aldığı, hatta belki de “mukaddes” saydığından dolayı tamamıyla kendi dünyası içine alır. Yetişkinlerin dini konulardaki telakkilerini temsil eden oyunlar kurar ve onlarla oynar (Koffka, 1954: 245). Bu oyunlarla, gördüğü, duyduğu ve hissettiği dini motifleri özümseyen çocuk, onu kendinden bir parça olarak görmeye başlar.

Çocuğun şahsiyetinin gelişiminde çocukluk yıllarının önemi çok büyüktür. İlk çocukluk dönemindeki tesirlerin izleri daha sonraki gelişim dönemlerine göre daha kalıcı ve kuvvetlidir. Okul öncesi dönemdeki hayat, adeta şahsiyetin çekirdeğini oluşturarak çocuğun gelecek hayatının bütün fihristesini içermektedir (Çamdibi, 1994: 235).

Değerlerin bir bilgi olarak çocuklara öğretilip öğretilemeyeceği sorusu hep sorulmuştur. Windmiller'e göre değerler doğrudan aşılanamaz; fakat çocukların yetişme dönemlerinde yeni yeni oluşan fikirlerdeki tutarsızlıkları ve çatışmaları görecekleri fırsatlar oluşturulursa temel bilişsel örgütlenmeler doğru bir şekilde gelişir. Çocuğun zihinsel yapısındaki bu örgütleme ve öğrenme yönelimi, ahlak gelişimindeki ilerlemeyi başlatır (1995: 250).

Güzel ahlak ve dini değerlerin öncelikle çocuklara sunulmasında takip edilmesi gereken en önemli husus, bu değerlerin temsil edilmesidir. Doğru düşünce ve davranışlar, çocuklara doğru bir yaklaşımla sunulmadığı zaman, çocukların yanlış bir tutum geliştirmelerine neden olur. Güzel olanı güzel, doğru olanı doğru yansıtmak, en az bunların sonuçları kadar önemlidir. Çünkü güzelin ve doğrunun çocuğun davranışlarını değiştirme gücü, onların iyi aktarılması ve yansıtılmasıyla ilgilidir. Çocuğun da dâhil olduğu bir aile olarak yaşam tarzı, hayata bakış açısı, karşılaşılan sorunlar karşısındaki tepkileri gizli gizli çocuğa taşınır. Günlük tavırlar, duygular, sözel ilişkiler ve yorumlar, hayatın karşısında nerede durulduğu, kişiyi duygulandıran olaylar iç dünyayı ve bunu takip eden davranışları çocuğa yansıtır. Duygulanmalarımız, ruh dünyamızın aynası olduğundan çocuk da o aynaya bakar. Çocuk aynaya yansıyanları göreceğinden, aynanın karşısında olan anne baba ve

132 eğitimcilerin yansıyan görüntülerine dikkat etmeleri gerekir (Apuhan, 2003: 182- 183).

Okul öncesi bir çocuk için yaşantı, oyun, tekrarlar, görme, duyma ve hislerle gelişen öğrenme süreci, neşeli tutum geliştirerek bir ömür boyu sürecek dini öğrenmelerin ilk temel nüvelerini oluşturur. Eğitim öğretim açısından çok küçük olduğu düşüncesiyle görmezden gelinen ve ihmal edilen çocukların, bir medeniyetin özünü taşıdıkları, zihinsel, duyuşsal ve psikomotor hedefler açısından ihmal edilmemeleri gerektiği anlaşılmaktadır.