• Sonuç bulunamadı

BÖLÜM 3: AHLAKİ AKIL DİNİNİN TATBİKİ

3.1. Saf Ahlaki Akıl Dininin İçeriği ve Dışında Kalanları

3.1.1. Doğal Din ve Öğrenilmiş Din

Yukarıda söylediklerimiz ışığında, filozofun din anlayışını berraklığa kavuşturacak bazı hususlara değinmemiz gerekmektedir. Ruhbanlık ve dinde sahte hizmet bahislerinin anlaşılması için iki kavramın mutlaka iyi bilinmesi gerekmektedir. Çünkü dini mevzularda, ikircikli hususlar buradan gün yüzüne çıkmaktadır. Bu ikircikli hususların, büyük ölçüde Kant’ın din anlayışından yani doğal din ile öğrenilmiş din arasında yaptığı ayrımdan kaynaklandığını söyleyebiliriz. Aşağıda etraflıca ele alınacak bir takım Kant yakıştırmalarına girmeden önce şu görsele yer verelim:

111

Doğal Din Öğrenilmiş Din

Yukarıda sözünü ettiğimiz ikircikli hususların açıklığa kavuşması için daireler marifetiyle sunduğumuz tasniften yardım alabiliriz. Kant, kendi eserinde böyle bir tasnife yer vermiyor ancak okuyucu, bölüm sonunda bu tasnifin yersiz olmadığına hak verecektir. Dolayısıyla şimdi sorular yönelterek ilerleyelim: Mevcut dinin gerçek mi yoksa sahte mi olduğuna dair elimizde bir ölçüt var mı? Bu soru, bizi, dinin ontolojik belirlenimine götüreceği için soruyu şöyle düzeltip Kant düşüncesine uygun hale getirelim: Bir dinin hakikiliği, onun asli kökenine yani dahili imkanına göre mi yoksa onu harici tebliğe-mesaja olanaklı kılan niteliğine göre mi belirlenmelidir? Kant’a göre

doğru soru, sonuncusudur.265 Çünkü dinin ilk kökeni soruşturması, insan aklının

sınırlarını aşan, kaynağının doğrulanmasında sıkıntılarla karşılaşılan ve üstelik üzerine birbirinden farklı pek çok tarihi tartışmaların bina edildiği spekülasyon alanına aittir. Öyleyse Kant’ın tercih ettiği ikinci soru, burada daha mütevazı ve ayakları yere basan, bizi fantazma menşeli spekülasyonlar yığınına düşmekten uzak tutacak bir sorudur. Bu soruya verdiğimiz cevap mucibince din, ikiye ayrılır: 1) Doğal din; 2) Öğrenilmiş din. Çünkü burada söz konusu; dinin aşkın, metafizik kaynağı değil; onun insanlara iletilebilirliğe uygun doğası, onları bir çatı altında toplayabilir olmaya müsait yapısı,

265 Kant, Die Religion, s. 181

Vahyi Yadsı-mayan Saf Ahlaki Akıl Dini

112

tefrikaya düşmeye mahal vermeyen teşmil edilebilirliğidir. Kant, bunu daha güzel ifade eder: “Doğal din, herkesin kendi aklını kullanmak suretiyle ikna olabileceği; öğrenilmiş

din ise başkalarını ancak eğitim-öğretim/erüdisyon yoluyla ikna edebilecek bir

dindir.”266 Kant için bu ayrım, oldukça önemlidir; çünkü bir dinin, kökenine bakılmak suretiyle onun insanlık için evrensel bir din olup olmadığı çıkarsanamaz. Fakat bir dinin evrensel ölçüde tebliğ edilebilir oluşu, onun niteliği ile ilgili olup, her insanı bağlayan bir özünün çıkarılmasına dayalıdır. Daha önceki bölümlerde de sıkça üzerinde durulduğu üzere burada bir kez daha tekrarlayalım: Kant’ın yeni bir din icat etme gibi

bir ülküsü yoktur; onun meselesi, mevcut dindeki ahlaki özün/etik ilkenin çıkarılarak bunun insanlığa kendi akılları yoluyla kavranabilecek şekilde takdiminde yatmaktadır. Bu minvalde yer almak kaydıyla bir dinin öğretilerinin tahrif

edilip edilmediğinin sağlamasını da bu vesileyle yapabiliriz. Çünkü yukarıda sözünü ettiğimiz öz, tüm bu tartışmaların üzerinde ve ötesinde yegane ölçüt olarak insanlık tarihi boyunca bâki kalacaktır. Yani bir dine hangi öğretilerin sokulup hangi öğretilerin çıkartıldığı gibi öze müteallik sorular ile insanda “acaba geçmişte sahiden de gerçekleşmiş olabilir mi?” sorusunu sorma ihtiyacı uyandıran bir takım tarihsel olgular, “dini içimizde değil de dışımızda aradığımız müddetçe” hiçbir zaman aktüalitesini yitirmeyecek sorulardır.

Dolayısıyla dinin dışımızda değil de içimizde oluşunun kabulü ve haliyle muhatabını da içimizde bulması, bizi Kopernik devrimi öncesi bıktırıcı “metafizik töz-iz sürücülüğünden” kurtaracaktır. Zira insanın, akıl yürütmede ulaştığı düzenleyici [regulative] ilkeleri, kurucu [konstitutive] ilkeler olarak görmesinden mütevellit, Kant, metafiziği insan aklının doğal bir yanılsaması olarak kabul etmektedir. Yani insan, kendinde şeyin görünüşlerini, bizzat kendinde şey olarak görmek istemektedir. Elbette burada, Kant’ın metafiziğin doğrudan kendisine değil de bilgi kaynaklarına dair bir tavır geliştirdiğini unutmayalım. Zaten, Kant salt bu nedenle, saf aklın yasalarını ve neleri

bilebilme kudretinde olduğuna dair müstakil bir eser telif eder.267

Türkçede yukarda geçtiği gibi kullanılmış olan bir sözcüktür. Muhtemelen Fransızcadan geçmiştir. Yazıldığı şekilde Mustafa Şekip Tunç, Ahmet Hamdi Tanpınar’ın eserlerinde görülebilir. Eğitim-öğretimi tam olarak karşılayan eski sözcük ise tebahhurdur.

266

Kant, Die Religion, s. 181

267

Düşünürün, Saf Aklın Eleştirisi adlı eserinden söz ediyoruz. Ayrıca yeri gelmişken bu meseleyle ilgili derli toplu bir anlatım içeren şu makaleyi önerebiliriz: Taylan Altuğ, “Kant’ta Aklın Doğal Bir Yanılsaması Olarak Metafizik”,

113

İşte burada din bahsinde söz konusu ettiğimiz şey, insanlık tarihi boyunca sık sık

karşılıklı kamplaşıp mücadelelerine tanık olduğumuz “aşkın olan üzerine

spekülasyonlarda bulunma” serüveninin, Kant tarafından önlenmesidir. Bir analoji yoluyla daha anlaşılır kılalım. Ünlü İngiliz hiciv ustası Jonathan Swift, Gülliver’in Seyahatleri’nde Lilliputlar ülkesinde karşılaştığı bir durumu ironik şekilde şöyle tasvir eder: “Yumurtayı geniş ucundan kırarak yemek eskiden beri herkesçe kabul edilmiş bir usuldü. (…) Ülkemiz böyle kargaşalıklar içindeyken, Blefucsu imparatorları, elçileri aracılığıyla çok ağır sözler söylemişlerdi [yumurtayı geniş ucundan değil de dar ucundan kırdıkları için zındık, mülhid vs. gibi]; bizi, Brundecral’in (bu, Lilliputların Kutsal Kitabıdır) elli dördüncü bölümündeki, peygamberimiz Lustrog’un ana öğretisine aykırı davranarak dinde bir ayrılık yaratmakla suçluyorlardı. Ama asıl metin şöyle der: Gerçek iman sahipleri yumurtalarını en uygun ucundan kıracaklardır. En uygun ucun da hangisi olduğuna gelince bunun, herkesin vicdanına ya da hiç olmazsa başyargıcın

kararına bırakılması aciz inancımdır.”268 Swift’in ironi yardımıyla demek istediği şudur:

Kutsal Kitap’ta yoruma açık bir takım ibareler, başlangıçta belirli bir görüş merkezinde örfi teamül halini almakta ve zamanla bunun aksini iddia etmek heretiklik kapsamında değerlendirilmektedir. [Çünkü eserde, sözü geçen yumurta dogması üzerinde tefrikaya düşenler, yıllar süren amansız bir savaş içerisinde resmedilmiştir.] Üstelik inançlıların, yumurtanın hangi ucundan kırılacağı neviinden oldukça önemsiz addedilebilecek bir meseleden ötürü hiziplere ayrılması da bu bağlamda trajikomik bir tablo oluşturmaktadır.

Artık Kant’ın din tarifinin, söylenenler ışığında, yukarıdaki iki dairenin kesişim

alanına denk düştüğünü dile getirebiliriz. Çünkü sözü edilen saf ahlaki akıl dini, doğal

bir din olabildiği gibi aynı zamanda vahyedilmiş bir din de olabilir. Burada kastedilen, doğal din ile vahyedilmiş dinin, birbirini yadsıyarak yok sayması değil, her ikisinin aynı anda yine aynı merkezde buluşabileceğidir. Yani daha kararlı cümlelerle devam edecek olursak, hakiki din, vahyedilmişlik yanında doğallık niteliğine maliktir. Yani bu din, insanların kendi aklıyla tatmin olarak bizzat kendilerinin bulabilecekleri bir din olabilir. Böyle bir dinin, belirli bir zaman-mekanda belirli bir insan soyuna gelmiş olması da kabul edilebilirdir. Yeter ki o din, kamusal olarak bilinip yaygınlaştığında her insan teki,

268

Jonathan Swift, Gülliver’in Gezileri, İrfan Şahinbaş (çev.), İstanbul: Türkiye İş Bankası Yayınları, 2006, s. 99-101.

114

onun bu hakiki doğasına kendi aklıyla uyabilsin, ona rıza gösterebilsin. İşte bu din, filozofa göre “objektif olarak doğal bir din; sübjektif olarak ise vahyedilmiş bir dindir.”269

Kant’a göre, bir şeyi yapmam gereken ödev olarak görmem için onu daha önceden bir Tanrı buyruğu olarak bilmem gerekiyorsa bu, vahyedilmiş din ya da vahyi gerektiren bir dindir. Eğer yapmam gereken bir şeyi, ödevim olduğunu bilerek, yani Tanrı buyruğu olarak bilmeden önce yerine getiriyorsam bu, doğal dindir. Açıklanan bu kavramların ardından Kant’ın düşüncelerini daha da genişletelim: “Sadece doğal dini, ahlaken zorunlu yani ödev olarak gören kişi, rasyonalist olarak tanımlanabilir. Eğer bu kişi, tüm doğaüstü tanrısal vahyin gerçekliğini inkar ediyorsa ona natüralist denilir. Diğer taraftan eğer vahyi kabul ediyor da, vahyi bilmenin ve onu gerçek kabul etmenin din için zorunlu olmadığını ileri sürüyorsa saf rasyonalist diye tanımlanabilir. Fakat vahye imanı, evrensel din için zorunlu görüyorsa imani konularda ona saf doğaüstücü denilir.”270 Bu alıntıyı ve özellikle de düşünürün yaptığı saf rasyonalist tanımını hatırda tutarak devam edelim. Vahyi reddetmek ile vahyin gerekliliğini zorunlu görmemek arasında çok ciddi bir fark bulunmaktadır. Bu farkın, Kant’ın din düşüncesinin tam

olarak anlaşılabilmesi için hayati bir önemi haizdir. Dolayısıyla Kant, hiçbir şekilde

vahyi reddetmemektedir. Vahyin akılla tenazuru, bakışımıdır önemli olan. Vahiy, aklın varlık sebebi [ratio essendi]; akıl ise vahyin anlaşılma, bilme [ratio cognescendi]

sebebidir.271 İşte bu ayrıntıdır ki, tam olarak anlaşılamamasından ötürü Kant’ın deist ve

teistliğine dair bir tartışmaya sebebiyet vermiştir. O halde tartışmanın ne şekilde sürdürüldüğünü başka bir başlık altında inceleyelim.