• Sonuç bulunamadı

2. KURAMSAL ÇERÇEVE

2.7. Sosyal Bir Olgu Olarak Din

2.7.2. Din-Toplum İlişkisi

İnsanlığın varoluşundan bu yana sosyal ayrımcılığı engelleyecek beşeri ve sosyal değerlerin üzerinde ilkeler aranmıştır. Bu durum toplumun yönetiminde hakim olan güçlerin dinsel bir şekle bürünmesi ve insan üstü, insan bilincinde yer edinmiş üstün güçlerin toplum yönetimine ‘’Kuralcı’’ veya uygunluk sağlaması sonucu olmuştur. Her iktidarın yönetim gücünü belirli bir kaynağa dayandırmak ve bu şekilde hükümdarlığını hem geçerli hem daimi olmasının ihtiyacını hissetmiştir. Bu yasallık arayışı, yönetilenlerin hakim olan güçlerin koymuş olduğu kurallara uygun bir şekilde hareket etmelerini sağlayacak ve hükümdarların gücüne uygunluk ve geçerlilik kazandıracak bir yapının süre gelmesini gerektirecektir. Eğer yöneten bu şekilde bir

yapıya dayanmıyor ise yönetilenlerin ona uymalarına rıza göstermesinin gereksiniminde olmayacaktır. Bu gereksinimi asırlar boyunca ‘’Din’’ olgusu gerçekleştirmiştir (Çetin, 2001).

Din, tabiatı gereği toplumun tüm katmanlarında, tüm kurum ve kuruluşlarında kendini bir şekilde hissettiren bir olgu olarak karşımıza çıkmaktadır. Böyle olunca siyaset, yönetim ve devlet işlerinin dinden ayrı bir yapı olarak anlamak ve uygulamak akla yatmamaktadır. Din ile bağlantısı gözden kaçınılarak yapılan devlet izahları eksik kalmak durumundadır (Okumuş, 2003).

Dinin pek çok toplumsal işlevi vardır. Bunlardan bazıları başlıklar halinde analiz edilebilir :

 Bütünleştirici: Dinin önemli bir işlevi de bütünleştirmedir. Toplumda bütünleştirici bir görevde bulunarak toplumun devamına olumlu katkılar sağlar. Din, toplumun birey, grup, sınıf ve tabakalarını, farklılıklarıyla birlikte bütünleştirir, ayrılıktan uzak tutar. Dinin önemli görevlerinden biri kapsamında birçok faktörle meydana gelen sosyal farklılık ve farklılaşmalardan ötürü ayrılıp dağılması tehlikesiyle karşı karşıya bulunan toplumu iç içe katmak bütünleştirmek ve insanlarda oluşturduğu zihniyet yapısıyla toplumda çıkması muhtemel karışıklık ve düzensizlikleri, hatta çatışma ya da savaşı önlemektir. Din halk arasındaki karmaşıklığa, acziyete ve karamsarlığa karşı birleşmeyi ümidi ve adaptasyonu sağlar (Sezen, 1988).

 Zihniyet Kazandırma: Din insanlara belirli bir hayata bakış açısı sağlar. Bu açı insanlara dünya hakkında görüş sahibi olmalarını kazandırır. İnananlar dinin kazandırmış olduğu düşünce yapısıyla, hayat boyu yaşanılan olaylar karşısında nasıl hareket edeceklerini belirler. Bu durumda inanan dininin kendisine sunmuş olduğu olanaklar ile hayat karşısında olumsuz veya taraflı bir tutum içinde olurken, farklı bir kişi dininin kendisine sunduğu olumlu ve tarafsız tutum içinde olabilmektedir. İnsanlar dine dayanarak maddeye, tabiata beşeri olaylara karşı farklı bir hal ve hareket içine girerler. Dinin sunduğu olanaklar hayat açısıyla olaylara karşı oluşan hal ve hareketler aile, ekonomi yaşamın temel şartlarını oluşturacak boyutlardadır. (Okumuş, 2003).

 Sosyal Kontrol: Dinin bir diğer önemli işlevi de sosyal kontrolü, insanların hayat unsurları döngüsünde bulundurmaya yardım etmektir. Din bu döngüyü içten ve dıştan olmak üzere iki halde gerçekleştirmektedir. Dış döngü unsurunda din yasallaştırma kuralını yerine getirir. Geçerli olan dinin yaptırımlarının meşru olduğu, gerekli ve zorunluluğunu insanlara kabul ettirmesidir. Toplumsal düzenin güvenini sağlamak için insanların hal ve hareketlerine etki etmesine olanak kılan unsurlardır.

Bu kavram, toplumsal sosyal düzenin kalıcılığını sürdürmek, farklılığa engel olmak için toplum ya da sosyal grup tarafından kullanılan gereçlerin hepsini ve bunların uyumluluk içinde, birlikte çalışmasını sağlayan diğer bütün süreçleri ifade etmek için kullanılabilmektedir. Sosyal kontrol, insan iradesine baskı ile kabullenmesini sağlayacak bir şey değildir. İnsanlar zaman geçtikçe öyle bir sosyalleşmektedirler ki önemli sosyal kriter ve değerlerden yön değiştirdiklerinde kendilerini mutsuz hissetmektedirler, ceza ve mükafatlar dışında önem kazanma yada kaybetme düşüncesi insanların hareketlerini yönetmekte ve kontrol etmektedirler (Okumuş, 2003).

Sosyal kontrol vicdanı duyguların yaşanmasını da sağlar. Değerler, insanın vicdanında yoğunlaşmadıkça, dıştan gelen kontrolün etkisi olamaz. Dinin toplumsal hayatta nahoş işlerden ayrı kılacak şekilde insan zihnini yönlendirebilmesi onun en belirgin, herkesçe istenilen ve bilinen en net etkilerinden birisidir. Dinsel olarak şekil almış bilincin özellikleri, vakit ve ortam açısından kişiye göre değişir. Orta çağda yaşamış biri, bir büyücünün yakılmamasını günah olarak kabul ederken, biz bugün yakılmasını günah kabul ediyoruz. Gelenekçi bir güneyli beyaz, siyahlarla beyazların birbirine karışmasını, ihtimal olarak dahi, günah kabul ederken, aynı dine mensup kuzeyli, siyah ve beyaz ırkı birbirinden ayıran geleneksel araç ve amaçların uygulanmasını günah telakki eder (Berger, 1999).

İlk çağlarda şarap içmek günah kabul edilmezken, islam dininin varoluşundan sonra şarap yasak ve günah olarak kabul edilmiştir. Başka bir örnekte kız çocuklarının toprağa diri diri gömülmesi adeti hoş görülebilirken, günümüzde büyük günah ve suç olarak kabul edilmektedir.

 Meşrulaştırma: Din bireysel düzlemde, yapılan davranışı kişinin yasal olarak görmesini sağlarken, farklı bir deyişle kişinin yaptığı davranışı kendi akıl, şuur, ruhunda ve iç dünyasında, psikolojisini de yasal olarak görmesini sağlarken siyasal doğruda din bürokrasinin, bürokratların veya hükümetin, halk tarafından benimsenmesinde etken olmaktadır (Okumuş, 2003). Devletler varlıklarını devam ettirebilmek için her dönem dini meşrulaştırmaya başvurmuşlardır.

Weber’in de ortaya koyduğu gibi din, sosyal yapı üzerinde egemen bir baskıyı haklı gösterir, uygulayıcı faktör oluşturur. Kişi yalnızca söz hakkı ve yetkiler istemekle kalmaz. Bireyin verilen imtiyazları hakkı olarak gördüğünü, bu imtiyazlara sahip olduğunu ve insanlara bu haklarını anlatma isteği duyar. İşte burada dinsel legalleştirme işlev görür. İnsanlığın varlığından bu yana gösterdiği gereksinimlerle güçlülerin ve zayıfların, yönetenlerin ve yönetilenlerin durumlarını legalleştirmektedir.

Gücün ve yönetenlerin legalleştirilmesi, zorunlu sosyal düzenlemeler dile geldiğinde ya da belirli hususlar, kişiden fedakarlıklar istendiğinde hususi bir önem arz eder. Sosyal hayatta evlilik, mal sahibi olma gibi temel unsurlar dinsel legalleştirme ile desteklenen oldukça güçlü sosyal kontroller ile arkasında durulmaktadır. Günümüzde dünyevileşme kabul gören toplumlarda bile evlilik, mal sahibi olma, dinsel bir müessese olarak kabul edilirler (Berger, 1999).

Dinin geleneksel toplum ile modern toplumdaki yeri farklılık göstermektedir. Geleneksel bir toplumda birey, farklılaşmamış sosyal yapı sebebiyle bağlılık duygularını tatmin için dine sığınmaktadır. Geleneksel toplumlarda çocuğun küçüklüğünden beri bildiği çevre, ailesinden aldığı eğitim, dinsel ve kaderci bir eğilim taşıdığı için bireyin toplumsallaşma süreci dinsel bir özdeşleşme ile başlamaktadır. Kişi çocukluğundan itibaren, hayatının her döneminde yeteneğe değil doğuma dayanan tayinlerin egemen olduğu bu kapalı toplumda, dinsel değer ve inançların yol göstericiliğinde kendisinden beklenen rolleri üstlenmektedir (Yücekök, 1983). Dinin kişiyi çok etkilediği toplumlarda bu etki ilerde bireyin yaşamına ve davranışlarında kendini gösterecektir. Daha kaderci ve küçükken aldığı eğitim doğrultusunda hayatını idame ettirmeye çalışacaktır.

Modern toplumlarda dinin rolü geleneksel toplumlardakine göre daha azdır. Teknolojik gelişme ve sanayileşmenin getirisi olan toplumsal hareketlilik modern toplumların önemli bir belirleyenidir. Toplumsal hareketlilik geleneksel yaşama düzeyinden modern yaşama düzeyine yönelmiş toplumların önemli bir bölümünde ortaya çıkan geniş kapsamlı bir değişim sürecidir. Bu değişim süreci üretim ilişkilerindeki değişiklikleri, göçlerle meydana gelen değişiklikleri, toplumsal yerleşmedeki değişiklikleri, kurumlardaki, rollerdeki, davranışlardaki, gereksinimler ile geleneklerdeki bütün değişiklikleri kapsar (Yücekök, 1983).

Toplum dışarıdan zorla dayatılan ya da sonradan kabul edilen bir sözleşmeden doğmadığı, aksine insanın doğal yapısı ile ilişkili olduğu bir gerçektir. Toplum, geri planda daima tanrısal bir kaynağa sahiptir. Bu durum bireylerin iradesinden değil, Tanrı’nın yarattığı insan doğasından kaynaklanır. Toplum Rousseau’nun olmasını istediği gibi, üyeleri arasındaki bir sözleşme üzerine kurulu değildir. İnsan tek başına değildir ve sosyal bir varlıktır. İnsan var olur olmaz az ya da çok örgütlenmiş bir toplum içinde yaşar. Bu tezin kanıtları felsefi tartışmalarda değil, yaşanmış olan tarihin içindedir. Tarih bize sürekli olarak farklı hükümranlık biçimleriyle idare olunan, az ya da çok kalabalık topluluklar halinde bir araya gelmiş insanları gösterir. Toplum öncesi bir insanlık tarihinden söz edemeyiz. Çünkü siyasal toplum ve düzenlerin oluşumundan önce insan, hiçbir surette tam manasıyla insan değildir. Sonuç olarak, toplum asla insanın eseri değil, insanın her zaman ve her yerde ne ise o olmasını dileyen Yaratıcı’nın iradesinin doğrudan bir sonucudur (Barbier, 1999).

Benzer Belgeler