• Sonuç bulunamadı

Dinî Epistemolojide Delilcilik

Anahtar Kavramlar

2.1. Dinî Epistemolojide Delilcilik

2.1.1. “İstidlal/Tefekkür Yoluyla Bilgi Edinme”

Batıda delilci meydan okuma olarak anılan durum İslam düşüncesinde bizzat Müslüman düşünürler tarafından inananlar için bir görev olarak düşünülmüştür. Başka bir deyişle, kişinin imanı için delil araması hususu bir meydan okuma değil yapılması gerekli olan hatta dini metinlerce de desteklenen bir husustur. Klasik metinlerde kısaca, taklidden tahkike geçme veya istidlal olarak anılan durum Mutezile, Maturidilik, Eşarilik gibi önde gelen okullarca da vurgulanıştır. Mutezile için Allah’ı bilme yolunda, düşünmek akıl sahiplerine vaciptir.8

Benzer bir husus diğer ekollerce de biraz daha yumuşatılarak vurgulanmıştır. Örneğin İmam Maturidi akıl yürütmeye gerçek bütün aydınlığı ile bâtıl da zulmetiyle ortaya çıksın diye ihtiyaç olduğunu vurgular ve şunları kaydeder:

Nitekim Allah, kendi katından olduğu harikulade delillerle sabit olmuş şeyleri bu akıl yürütme yöntemine bağlı olarak delillendirmiştir. Şunu da belirtmeliyiz ki Allah çeşitli âyetleriyle istidlali emretmiştir: “Biz onlara hem dış dünyada hem de kendi

8 K. Abdulcebbar, “Allah’ı Bilme Yolunda, Düşünmek Akıl Sahiplerine Vaciptir”, çev. M. Memiş, Gelen-eksel ve Çağdaş Metinlerle Din Felsefesine Dair Okumalar I, der. Recep Alpyağıl (İstanbul: İz Yayınları, 2011).

42 nefislerindeki âyetlerimizi göstereceğiz, ta ki onun gerçek olduğu kendilerince sabit olsun. Rabbinin her şeye şahit olması kâfi gelmez mi? Şüphe etmeyin ki onlar rablerine kavuşma konusunda hâlâ tereddüt içindedirler ve yine şüphe etmeyin ki O, her şeyi kuşatmıştır.” (Fussilet 41/53-54.) Yine şu âyet-i kerîme: “Onlar devenin nasıl yaratıldığına, göğün nasıl yükseltildiğine, dağların nasıl dikildiğine ve yerin nasıl yayıldığına bakmazlar mı?”. (el-Gâşiye 88/17-20.) Yine şu âyet-i kerîme: “Şüphesiz göklerin ve yerin yaratılmasında, gece ile gündüzün birbiri ardınca gelmesinde, insanlara yarar sağlayan şeylerle yüklü olarak denizde yüzüp giden gemilerde, Allah’ın gökten indirip de sayesinde ölü haldeki toprağı canlandırdığı ve bu toprakta her türlü hareketli canlıyı yaydığı suda, rüzgârları ve yer ile gök arasında emre hazır bekleyen bulutlan yönlendirmesinde düşünen bir toplum için birçok delil vardır.” (el-Bakara 2/164.) Yine şu âyet-i kerîme: “Yer yuvarlağında yetkin bilgi sahipleri için nice âyetler, vardır, kendi fizyolojik ve psikolojik yapınızda da. Hâlâ görmüyor musunuz?” (Ez-Zâriyât 51/20-21) Daha başka âyetler ki bunlar istidlale teşvik etmiş, duyulur âlem aracılığı ile duyulmayanı anlamayı gerekli kılmış, düşünmeyi ve akıl yürütmeyi emretmiş ve bu yöntemin kişileri gerçeğe vâkıf kıldığını, onlara isabetli yolu gösterdiğini haber vermiştir.9

O, bu noktada karşı bir argümanı da değerlendirir:

Denilirse: Allah Teâlâ’nın, kulun aklî yeteneği açısından anlayamayacağı şeyleri (iman etmesi için) emretmesi mümkün olduğuna göre, anlayamayacağı şeylerle ona hitap etmesi (ve mükellef tutması) neden mümkün olmasın?

Cevap verilir: İlk bakışta aralarında fark yok gibidir, fakat senin dile getirdiğin şekilde mutlak bir hüküm vermek isabetli olmaz. Aklın uyarılıp harekete geçirilmesi veya naklî hitabın yönelmesi suretiyle Allah’ın emrettiği hiçbir şey yoktur ki anlaşılması için yine O’nun koyduğu bir yol bulunmasın! Anlama yeteneği bunu taşıyamayacak seviyede olan kişi ilâhî emrin dışında kalır. Ne var ki bu konuların yöntemleri farklı olup her birinin hangi türden olabileceği yine tefekkür ve istidlalle bilinir. Bütün güç ve kudret Allah’a aittir.10

9 İmam Maturidi, “İstidlal/Tefekkür Yoluyla Bilgi Edinme”, çev. B. Topaloğlu, Gelen-eksel ve Çağdaş Metinlerle Din Felsefesine Dair Okumalar I, der. Recep Alpyağıl (İstanbul: İz Yayınları, 2011). s. 141.

10 İmam Maturidi, “İstidlal/Tefekkür Yoluyla Bilgi Edinme”, s. 144.

43 Kanaatimizce İslam düşüncesindeki bu tutum oldukça net bir şekilde batıdan farklı olarak tarih içinde imana ve akıl konusunda daha sağlıklı bir tutum geliştirilmesine olanak vermiştir. Üstelik bunun temel gerekçesini Kur’an’dan alması oldukça dikkate değer bir husustur.

İbrahim Rabbine: Ey Rabbim! Ölüyü nasıl dirilttiğini bana göster, demişti. Rabbi ona:

Yoksa inanmadın mı? dedi. İbrahim: Hayır! İnandım, fakat kalbimin mutmain olması için (görmek istedim), dedi. (BAKARA 260.)

َّنِئَمْطَيِّل نِكـَلَو ىَلَب َلاَق نِمْؤُت ْمَلَوَأ َلاَق ىَتْوَمْلا يـِي ْحُت َفْيَك يِنِرَأ ِّبَر ُميِهاَرْبِإ َلاَق ْذِإَو يِبْلَق

Kur’an’da zaten taklide dayalı düşünme kesinlikle yerilen bir tutum olmuştur. Bu konuda yer verilebilecek bir çok sayıdaki ayetten sadece birini anmakla yetinelim.

Dediler ki: Biz, babalarımızı bunlara tapar kimseler bulduk. Doğrusu, siz de, babalarınız da açık bir sapıklık içindesiniz.” Ve yine: “Ey Rabbimiz! Biz reislerimize ve büyüklerimize uyduk da onlar bizi yoldan saptırdılar, derler. Rabbimiz! Onlara iki kat azap ver ve onları büyük bir lanetle rahmetinden kov.” (AHZAB 67- 68).

مْلِع ِهِب َكَل َسْيَل اَم ُفْقَت َلاَو

Çağdaş din felsefesinde, dinî epistemoloji konusu genellikle William Clifford’ın inanç ahlakı olarak adlandırdığı aklî erdem üzerinden ele alınır. Buna göre, nasıl her şeyin ahlakî bir yönü varsa benzer bir şekilde inanca sahip olmanın da ahlaki bir yönü vardır. Onun oldukça bilindik olan cümleleri şöyledir: bir şeye yetersiz delile dayanarak inanmak, herkes için, her zaman ve

44 her yerde yanlıştır. Yani, hangi türden olursa olsun, bir inancı yeterli delil olmadan benimsemek irrasyoneldir.11 Clifford bu meseleyi bir örnek üzerinden temellendirmeye çalışır:

Vaktiyle gemi sahibi bir tüccar kendisine ait bir mülteci gemisini denize göndermek üzereydi. Gemisinin eski olduğunu ve başlangıçta sağlam inşâ edilmediğini de biliyordu. Yine biliyordu ki, gemisi nice diyarlar ve denizlerde bulunmuş ve pek çok kez onarım görmüştü. Şüpheleri ona geminin denize açılmak için pek de elverişli olmadığını telkin etmekteydi. Bu şüpheler zihnini meşgul etti ve keyfini kaçırdı.

Kendisini büyük bir malî külfet altına sokacak olsa da, “belki de gemiyi baştan aşağı bakıma alıp, onarmam gerekiyor” diye düşündü. Fakat gemisi denize açılmadan bir süre önce bu kasvetli düşüncelerin üstesinden gelmeyi başardı. Kendi kendine, “Bu gemi, şimdiye kadar pek çok seferi güvenle tamamladı, pek çok fırtına atlattı, öyleyse bu seferden de sapasağlam dönmeyeceğini düşünmek yersiz” dedi. Bunun yerine kadere güvenmeyi seçti. Bunun, başka memleketlerde daha iyi bir yaşam için anavatanlarını terk ediyor olan o mutsuz aileleri korumada işe yarayacağından emindi. Gemi yapımcılarının ve yapım şirketinin dürüstlüğü ile ilgili tüm kötümser düşünceleri zihninden uzaklaştırdı. Bu yollarla gemi sahibi, gemisinin tamamıyla güvenli ve denize açılmaya elverişli olduğu konusunda samimi ve rahatlatıcı bir inanca kavuştu. Endişesiz bir kalple ve mültecilerin gidecekleri yeni yurtlarında başarılı olmaları için en iyi dilekleriyle geminin limandan ayrılışını izledi. Sonra, gemi okyanusun ortasında battığında sigortadan parasını aldı ve hiçbir dedikodu da yapmadı.12

Clifford bir de, bu olayın aksini düşünmemizi önerir. Buna göre, her şeye rağmen gemi batmasaydı ve o seferi ve ondan sonrakilerini güvenli bir şekilde tamamlasaydı; acaba bu durum, sahibinin suçunu azaltır mıydı? “Hayır,” der Clifford, “bir parça bile azaltmaz. Bir defa bir eylemde bulunulduğunda, artık o ebediyen ya iyi ya da kötüdür; onun iyi veya kötü sonuçlarıyla ilgili rastlantısal hiçbir başarısızlık bunu değiştiremez. Doğru ya da yanlış ile ilgili soru, onun inancının ortaya çıkışıyla ilgilidir, konusuyla değil; inancın ne olduğuyla değil, kişinin onu nasıl elde ettiğiyle ilgilidir; inancın doğru mu yanlış mı çıkacağıyla değil, kişinin elindeki gibi delillerle inanmaya hakkı olup olmamasıyla ilgilidir.”13 Ona göre, eğer bir kişi, çocukluğunda ya da hayatının daha sonraki bir döneminde kazandığı bir inanca, onunla ilgili

11 William Kingdon Clifford, “İnanç Ahlakı”, çev. Ferit Uslu, Gelen-eksel ve Çağdaş Metinlerle Din Felsefesine Dair Okumalar I, der. Recep Alpyağıl (İstanbul: İz Yayınları, 2011).

12 Clifford, “İnanç Ahlakı”, s. 154.

13 Clifford, “İnanç Ahlakı”, s. 154.

45 aklına gelen tüm şüpheleri bastırarak ve zihninden uzaklaştırarak bağlılığını sürdürüyorsa, inancını tartışmaya açan ve onu tartışan kitaplardan ve insan topluluklarından bilinçli bir şekilde uzak duruyorsa ve inancını rahatsız etmeden kolayca sorulamayacak soruları dinsizlik olarak addediyorsa, o kişinin hayatı insanlığa karşı işlenmiş uzun bir günahtır. Bu noktada biri, “Fakat ben meşgul bir insanım; benim belli bir soruyla ilgili ne yeterli düzeyde bir yargıya ulaşmak ne de o konuda ileri sürülen kanıtların yapısını anlayabilmek için gerekli olan uzun çalışmayı yapmaya zamanım var” diyecek olursa, onun inanmak için de zamanı olmamalıdır.14

Çağdaş din felsefesinde Clifford’ın düşünceleri delilci meydan okuma (evidentialist challenge) olarak adlandırılmaktadır. Brand Blanshard, Bertrand Russel ve Anthony Flew gibi pek çok filozof Tanrı inancının yetersiz delile sahip olmasından dolayı irrasyonel, mantıksız, rasyonel olarak kabul edilemez, zihinsel olarak güvenilemez ya da kuramsal olarak değersiz olduğunu savunmuşlardır. Bu anlamda delilci meydan okuma, delilci itiraza dönüşmüştür.

Delilci itiraza göre, teistik Tanrı inancı entelektüel olarak uygun değildir, yani, Tanrı inancı, yeterli kanıta dayanmadığı için irrasyonel bir inançtır. Bu bakış açısı çağdaş din felsefesindeki lehte ya da aleyhteki tartışmalarda oldukça belirleyici olmuştur.