• Sonuç bulunamadı

1. Birlik Mahkemelerinin Yeniden İsimlendirilmesi

Diğer düzenlemeler altında her şeyden önce mahkeme isimlerinin en azından bazı üye devlet dillerinde çok az başarılan yeni düzenlemesi vurgulanabilir. ABA’nın 19. maddesi, Anayasa Andlaşmasının I-29. maddesi gibi, “Avrupa Birliği Adalet Divanı“nı Adalet Divanı, Mahkeme ve ihtisas mahkemeleri için üst kavram olarak açıklamıştır. Günlük dilsel kullanımda bu terminoloji belirsizliklere ve yanlış anlamalara yol açacaktır. Sadece Adalet Divanı tek başına düşünülmekteyse, spesifikleştirilen bir ekin bulunması gerekmektedir. Çünkü birçok adalet divanı bulunmaktadır. Bu nedenle bu nitelendirme yetersiz kalmaktadır. Mahkemede diğer mahkemelerden ayrılmasını sağlayabilecek bir AB’ye ilişkin bilgi, daha önce üst kavram olarak verilmiştir. Bu surette ortaya çıkan formüle etme sorunu gelecekte zihin karışıklıklarına yol açacaktır. Bu sorunlar, ABİDA’nın 258 vd. maddelerinin ağır formüle edilmelerinde iz bırakmaktadır.

Bundan daha önemli olan daha teknik soru, şuana kadar öngörülen “mahkeme daireleri“nin “ihtisas mahkemeleri olarak“ isimlendirilmesidir. Bununla, dilsel olarak

da üç dereceli bir mahkeme sistemi öngörülmüştür. Bu, ABİDA’nın Mahkemenin ihtisas mahkemelerinin kararlarına karşı temyiz yoluna yetkili olduğunu öngören 257. maddesinin 3. fıkrası ile teyit edilmiştir. Ne var ki bu derecelendirmenin her halükarda maddi olaya uygun olup olmadığı kuşkulu görünmektedir. İhtisas mahkemelerinin, Mahkemenin öteden beri yetkili olduğu tarım hukuku, özel hukuk, şirketler hukuku, marka hukuku veya rekabet hukuku gibi olası görev alanları, en azından karmaşık ve Mahkemeye havale edilen diğer alanlar gibi önemlidir. Her şeyden önce ön karar verme yetkisi ihtisas mahkemelerine değil sadece Mahkemeye aktarılabilir. Böylece bunlarda aynı konuya ilişkin direkt davalarıyla arzulanan birleşmeleri mümkün olmamaktadır. Bu nedenle, ihtisas mahkemelerinin Mahkeme dahilinde özel daireler olarak örgütlenmesi daha uygun görünmektedir.

2. Andlaşma İhlallerinde Yaptırımlar

ABİDA’nın 258. maddesi andlaşmayı ihlal davası için önemli bir tamamlama öngörmektedir. Şimdiye kadar Adalet Divanı, bir üye devlet aleyhine yalnızca bir andlaşma ihlalini daha önceki bir kararda saptamış olup da ilgili üye devletin kararın gereklerini yerine getirmemiş olduğunda, ABİDA’nın 271. maddesinin 2. fıkrası gereğince yaptırımlara, zorlayıcı tazminatlara veya maktu para cezalarına hükmedebilmekteydi. Artık bu koşul kalkmaktadır. Adalet Divanı, yönergelerin yürürlüğe konulmadığında daha ilk kararında yaptırımlara hükmedebilmektedir. Bununla Andlaşma tarafları, kabul edilemez ihmalkârlığa reaksiyon göstermektedirler. Bununla üye devletler, yürürlüğe koyma yükümlülüklerini ve bunun için öngörülen süreleri işleme tabi tutmaktadırlar ve böylece onların diğer bir şeye gerek kalmaksızın doğrudan andlaşmayı ihlal yüzünden yaptırıma maruz kalması gerekmektedir.

Fakat derhal uygulanan müeyyide, ABİDA’nın 258. maddesinin 3. fıkrası gereğince yönergenin yürürlüğe konulmasının ihmal edilmesine değil, yürürlüğe konulduğuna dair bir bildirimin ihmal edilmesine bağlanmaktadır. Şekle ilişkin bir aykırılığın yaptırıma yol açması ilk bakışta hayret verici olarak görünmektedir. Bundan, bildirimin gerçi süresinde yapıldığı, fakat ilgili yönergenin yürürlüğe

konulmasının tamamen ve doğru gerçekleşip gerçekleşmediği konusunda ortaya çıkan tartışmalı durumlar ayrılmaktadır. Bu durumda normal süreç uygulanır. Fakat bildirime bağlanma, yaptırımların yönergelerin yürürlüğe konulmasına değil, onun bildirilmesine yöneltilmesi gerektiğine dair çok adil olmayan bir sonuca sahiptir. Hatta yürürlüğe koymanın daha önce gerçekleşmiş olup sadece bildirimin ihmal edilmiş olduğunda da yaptırımın uygulanması gerekmektedir. Bu, aykırılığın değerlendirilmesinin, andlaşmayı ihlal davalarında düzenli olarak gerçekleştiği gibi, Komisyonun gerekçeli görüşünde saptanmış olan zamana ilişkin olarak geriye etkili olarak gerçekleşmesi durumunda özellikle saçma olmaktadır. Belirsiz olan ayrıca, Komisyonun geç yapılan bildirimin tam olmadığı düşüncesinde olduğunda, özellikle Komisyonun geciken bildirim yüzünden bir mahkumiyeti talep edip edemeyeceğinin nasıl değerlendirileceği ve o zaman Komisyonun “normal“ bir andlaşmayı ihlal davasını nasıl açabileceğidir. Bu durum düzenlemenin sorunsallığını ortaya koymaya yetmektedir. Düzenleme, ancak düşünülen ve dengelenen bir uygulamada yönergelerin çabuk ve doğru şekilde yürürlüğe konulmasına ulaşmak amacına hizmet eden adil bir çözüme götürebilir.

Fakat dengeli bir uygulama genel nedenler dolayısıyla da talep edilebilir. Üye devletler, bundan sonra da sıklıkla ülke içi mecburiyetlerin altında bulunan ve sadece sınırlı hareket kabiliyetine sahip anayasa devletleridir. Gerçi Adalet Divanı, yerleşik içtihatlarında, hiçbir üye devletin andlaşma ihlallerinin haklı görülmesi için ülke içi zorluklara dayanamayacağını hükme bağlamıştır. Fakat Komisyonun, bir üye devlete karşı takibatta bulunduğunda, anayasa hukuku ve siyasi özel sorunları dikkate alması gerekmektedir. Buna ilişkin olarak ABA’nın 6. maddesinin 2. fıkrasında (eski metin) talep edilen üye devletlerin kimliğinin dikkate alınmasına da yükümlü kılınmaktadır. Üye devletlerin ulusal kimliği, ABA’nın 4. maddesinin 2. fıkrasında devletin temel işlevlerine ilişkin özel değinmeyle güçlendirilmektedir. Komisyonun bunu (örneğin Ayrımcılık Yönergesinin tartışmalı yürürlüğe konulmasında) sıklıkla dikkate almıştır.

Andlaşmayı ihlal davalarındaki bu dengeli ve hedefe yönelik hareket özellikle yaptırımların uygulanmasında talep edilmektedir. Öngörülen maktu tutarlar yargı

kararıyla gerçek cezalara dönüştürülmektedir. Öyle ki bu cezalar, sadece kapsamı açısından değil, ayrıca kalitesi açısından da artık idare hukukuna ilişkin basit bir para cezası olarak görülemez. En azından kısmen hala egemen olarak değerlendirilen üye devletlere karşı egemen davranışları yüzünden uygulanan cezalar, onların kimliğine ağır müdahaleler teşkil etmektedir. Önemli görülen aykırılıklara reaksiyona saklı tutulmalıdır. Bu yüzden Lizbon Andlaşmasıyla öngörülen güçlendirme tereddüt uyandırıcıdır. Her halükarda Komisyon tarafından şimdiye kadar açıklanan gelecekte sürekli olarak kombineli şekilde zorlayıcı tazminat ve maktu para cezası talep etme düşüncesine karşı olarak kısaltılmış yargılamada sadece zorlayıcı tazminat mülahazaya gelmelidir. Andlaşmanın, üye devletlerin konumunun güçlendirmesine yönelik genel eğiliminin karşısında yargılamanın keskinleştirilmesi hayret uyandırmakta ve makul uygulamaya gerek duymaktadır.

3. Yargıç ve Genel Savcıların Atanması

Yargıç ve genel savcıların ABİDA’nın 253. maddesi gereğince şimdiye kadar olduğu gibi altı yıllığına atanmakta ve tekrar atanabilmektedirler. Sürenin uzatılması ve tekrar atanmanın mümkün olmamasına ilişkin talepler andlaşma taraflarınca kabul edilmemiştir. Görünüşe göre, üye devletler, meşruluklarını güçlendirmek veya olumsuz kanaat durumunda hukuk devleti ilkesi açısından tereddüt yaratıcı olsa da değiştirilmeleri için yargıç ve genel savcıları yeniden teyit etmek imkanını açık tutmak istemişlerdir. Birçok üye devlet, kendi yargıçlarını daha yaşlanmamış olduklarında tekrar atamışlardır, fakat burada partisel/politik koşullu uygulamalar da olanak dışı değildir.

Fakat en azından atama süreci değiştirilmektedir. ABİDA’nın 255. maddesi gereğince üst düzey yedi hukukçudan oluşan bir komite yargıç ve genel savcıların atanmasından önce önerilen adayın uygunluğuna ilişkin görüş verecektir. Seçim usulü görünüşe göre bazı üye devletlerde mevcut olan komiteler örnek alınarak oluşturulmuştur. Görüşler bağlayıcı değildir, fakat seçim usulünün objektifliği ve şeffaflığına olumlu etkiler gösterebilmektedir.

4. Diğerleri

ABA’nın 19. maddesi, ATA’nın 220. maddesinin yargı tarafından uzun zamandan beri Birlik vatandaşlarının bireysel haklarının etkili şekilde korunmasına genişletilmiş olan geleneksel formülünü Birlik mahkemelerinin görevi olarak tekrarlamaktadır. Hüküm, tamamlayıcı şekilde üye devletlerden Birlik hukuku tarafından kapsanan alanda etkin bir hukuki korunmanın güvence altına alınması için gerekli hukuki yolları oluşturmalarını talep etmektedir. Bu surette, hukuki korunmanın sadece Birlik mahkemelerinin görevi olmadığı, üye devletlerin mahkemelerinin de görevi olduğu açıklığa kavuşturulmaktadır. Bununla ilk planda, doğrudan geçerli olan Birlik hukukunun üye devletler tarafından uygulanmasında söz konusu olan hukuki korunma düşünülmektedir. Yükümlülük içtihada uygundur.

Ayrıca değinilmelidir ki, Birlik değerlerinin, özellikle de temel haklarının tehlikeye düşürülmesi veya ihlaline ilişkin olarak ABA’nın 7. maddesine göre alınan kararlara karşı yargılama yetkisi sınırlandırılmaktadır. ABİDA’nın 269. maddesi gereğince bu durumda sadece etkilenen üye devlet dava açma yetkisine sahiptir. Diğer üye devletler veya organlar, bireyler hariçte tutulmaktadırlar. Yine burada ön karar isteminde bulunmak mümkün değildir. Dava, bir ay içinde açılmak ve Adalet Divanı tarafından diğer bir ay zarfında karara bağlanmak zorundadır.

Yine, tutuklu bireylerin artan hukuki korunma ihtiyacına hızlandırılmış olarak cevap verilmektedir. Böyle bir kimseyi ilgilendiren bir yargılamadaki ön karar soruları hakkında Adalet Divanı en kısa sürede karar verecektir. Bir süre önce Adalet Divanı, buna uygun şekilde Usul Tüzüğünde aşırı şekilde kısaltılmış önlemler ve sürelerle acil bir yargılama sistemi kurmuştur. Konsey, bir kararında, bu yargılamanın üç ay süre zarfında bitirilmesini talep etmiştir.

V. Birliğin Hukuki Korunma Sisteminin Geleceği37

A. Birliğin Hukuki Korunma Sisteminin Etkinleştirilmesinin