• Sonuç bulunamadı

Diğer Mutfak Eşyaları

BÖLÜM 3: MUTFAK EŞYALARI

3.2. Diğer Mutfak Eşyaları

3.2.1. Bardak

Altından, gümüşten, çiniden, topraktan, bakırdan, tahtadan yapılmış, ayaksız ve kulplu su kâsesidir. Genellikle kulplu ve ayaklılara denilirken şimdi kulpsuz olan ayaklılara da denilmektedir (Arseven, 1950a: 175).

Ahmed-i Dâ‘î, sevgilinin dudaklarını âb-ı hayât çeşmesinin bardağı olarak tahayyül eder. “Bitkiyi suyun kaynağına susatan ölümsüzlük suyu çeşmesinin bardağı gibi

170

(olan) dudakların mıdır?” diyerek bitkinin sevgilinin dudaklarını gördükçe susadığını söyler:

Göze nebâtı teşne kılan leblerün midür

Âb-ı hayât çeşmesinün bardagı gibi (ADD, G. 297/4)

3.2.2. Bıçak

Đnce, ensiz ve bir tarafı keskin uzunca bir çelik parçasının bir sapa takılması suretiyle

vücuda getirilmiş kesici alettir (Arseven, 1950a: 269). Bıçağın keşfi bir yemek yeme aracından çok av silahı olarak kullanımına dayanır. Osmanlı devrinin son asırlarına kadar yemek yerken bıçak kullanılmamıştır. Katı besinler elle yenilebildiği için bıçak yalnız besinlerin pişirilmesi sırasında yanmasını önlemek amacıyla mutfaktaki yerini alıyordu. En eski bıçak örneği bir ucuyla katı besini kesmek, diğer ucuyla yemeği ağza götürmek için iki taraflı kullanılan bir hançerdir (Gürsoy, 2004: 134-135).

Dîvân şiirinde, keskinliği ve Hz. Đbrahim ile ilgili tasavvurlarda yer alır. Taranılan beyitlerde bıçakla ilgili atasözleri ve deyimlere de tesadüf edilmektedir (Bk. Folklorik Unsurlar).

Âşığa sadece sevgili değil, sevgiliye kavuşmasını engelleyen rakip gibi başkaları da üzüntü vermektedir. “Başkalarının kahrıyla bıçak kemiğe erişmişti (dayanmıştı) bu kez yârin cefalarıyla kemikten iliğe geçti.” Başkalarının verdiği üzüntünün artık katlanılmayacak derecelere vardığını “bıçak kemiğe dayandı” deyimiyle dile getiren âşık, sevgilinin cefasıyla da o bıçağın artık kemikten iliğe geçtiğini, halinin daha kötü olduğunu dile getirmektedir:

Kahr-ı agyar ile bıçak sünüge irmiş idi

Cevr-i yâr ile bu kez geçdi sünükden ilige (MHD, G. 175/4)

Sevgilinin kirpikleri âşığın gönlünü yaralayan hançere teşbih edilmektedir. “Şu gönül, beni kirpiğinin hançerine düşürdü. Göreyim tez günde bıçaklar eşi olsun.” Âşık, aşka düşmesinin sorumluluğunu gönlüne yüklemektedir. “Bıçaklar eşi olmak” deyimiyle cezasını bulmasını dilerken, âşığın her durumda sevgiliye yaklaşmayı amaçlaması bu durumda gönlünün sevgilinin hançer kirpiklerinin eşi olmasını dilediği de söylenebilir:

171

Şol gönül kim beni düşürdü müjen hançerine

Tîz günde göreyim kim ola bıçaklar eşi (NBD, G. 590/3)

Mesîhî, sevgilinin dudaklarıyla tatlı tatlı geçindiği için sevgilinin gamzesiyle kanlı bıçaklı olduğunu söylerken; Cem Sultan, sevgilinin gamzesini gördüğünden beri ölecek gibi bıçağa katlandığını söyler:

La‘lünle tatlu ballu dirildügüme şehâ

Ben kulun ile gamzen onat kan bıçak durur (MD, 68/6)

Nigârâ gamzeni cânum görelden

Ölecek gibi katlanur bıçaga (CSD, G. 265/3)

3.2.3. Cerre

Küçük küpe denir (Mütercim Âsım Efendi, 2000: 117).

Âşık, sevgilinin aşkıyla ağlayıp inleyerek dönüp durduğu için dolaba, gözleri de bu dolabın iki küpüne teşbih edilmektedir. Âşık, kirpiklerinin ucundan ırmak gibi yaşların aktığını, her birinin dolabın birer küpü olduğunu söyler:

Kirpüklerim ucından ahar ırmağı yaşun

Bir cerre durur her biri dôlâba sanasın (KBD, G. 391/6)

3.2.4. Çanak (Sifâl)

Sifâlin “içki kadehi” anlamına ve teşbih unsurlarına daha önce değinmiştik (Bk. Đçki Konulan Kaplar). Sifâl, bu anlamlarının dışında geçtiği beyitlerde köpeklerin yemek kabı ve içinde reyhan, sümbül yetiştirilen bir kap olarak yer almaktadır.

Aşağıdaki beyitte, sifâl çanak çömlek anlamında kullanılarak köpeklerin önüne yemek konulan kap olarak geçmektedir. Âşık, kevser şarabı ve Cem’in kadehinden içmektense sevgilinin mahallesindeki köpeklerle aynı kapta yemek yemeği tercih etmektedir:

172 Seg-i kûyun sifâli bana yegdür

Şarâb-ı Kevser ile câm-ı Cemden (MD, G. 177/3)

Đlk beyitte, gönlünü sifâl, sevgilinin ayva tüylerini de reyhana benzeten şair, sifâl

içinde reyhan yetiştirmenin hoş olacağı gibi sevgilinin ayva tüylerinin hayali de gönülde güzel olduğunu söylerken; ikinci beyitte, sevgilinin saçlarını sümbüle benzeterek gönül çanağında sevgilinin sümbül saçları solmasın diye reyhancı (reyhan yetiştiricisi) gibi gözyaşlarından su sepmektedir:

Hoş durur dilde hayâl-i hattı cânân beslemek

Yaraşır zirâ sifâl içinde reyhân beslemek (NBD, G. 304/1)

Solmamaga sünbül-i zülfün sifâl-i sînede

Su seper reyhâncı gibi dîde-i giryân ana (MD, G. 5/4) 3.2.5. Elek, Gırbâl (Kalbur)

Tahta bir kasnağa geçirilmiş keten, kil, kiriş, veya telden kafes gibi bir örgüsü olan elemeğe mahsus alettir. Elekler ince elek, kalın elek, un eleği, kum eleği, boya eleği gibi isimler alırlar. Büyük delikli olan eleklere kalbur denir (Arseven, 1950a: 519). Sevgilinin saçı eleğe teşbih edilmektedir. Saç ve elek arasındaki ilgi saçın ince kıllar halinde olması, ayaklarına kadar uzanıp ayaklardaki tozları elemesi tasavvuruna dayanmaktadır. Âşık, sevgilinin ayağındaki toz (kadar kıymetli) olduğundan sevgilinin kendisini bu tozlar arasında görüp beğendiğini dile getirir:

Gîsûsı nigârun ayağı tozun elerdi

Begendi bizi dahı bu gırbâl arasında (KBD, G. 1237/5)

Dîvân şiirinde aşk her zaman karşılıksız aşktır. Sevgiliden karşılık bulamayan âşık, bu dert ile günden güne sararıp solmakta, yemeden içmeden kesilmektedir. Âşık, sevgilinin ipek gibi tenini gördüğünden beri bu âşıklık halleri dolayısıyla kıl elekten geçecek hale gelmiştir:

Şa‘r elekden geçme olur bu tenüm

173

Sevgilinin süzgün ve anlamlı yan bakışları âşık için, delici, öldürücü özelliklerde olan ok ve kılıçtır. Sevgilinin gamze okları ve kılıcı öylesine harap edicidirler ki oku, örsü delerse kalbur gibi delik deşik eder; kılıcı, dağa gelirse dağı iki parçaya böler:

Ohûn deler ise sindânı eyleye gırbâl

Kılıcun irişür ise dü-nîm olur kûh-sâr (AD, K. 26/44)

3.2.6. Havan

Bir maddeyi dövüp ufalamak için kulanılan tahta, taş veya madenden yapılan içi derin ve çukur kaba havan denir (Arseven, 1947: 701).

Âşık ağlayıp inlemelerini çeşme ve havana benzeterek, “Gözümden çeşme gibi ağlarım; elimden havan gibi inlerim” diyerek acısını dile getirmektedir:

Gözümden aglaram şöyle ki çeşme

Elümden inlerem şöyle ki hâven (AD, G. 522/4)

Ahmedî, bir havadis gördüğünde kadın gibi inleyip sızlanarak feryadı göğe çıkarmayan kişiyi yiğit olarak nitelerken (AD, K. 63/13), o yiğide dertler ve müsibetler elinde bin yara vurulsa havan gibi feryat etmemesi gerektiğini salık verir. Beyitte, feryat ve figanlar ile havanda bir nesne dövülürken çıkan sesler arasında ilgi kurulmuştur:

Ana bin zahm urursa dest-i ahdâs

Figân itmeye şol resme ki hâven (AD, K. 63/15)

3.2.7. Hokka

Đçine macun, boya, yağ, mürekkeb vb. şeyler konan küçük, yuvarlak kaba hokka denir. Đçine konulan nesneye göre adlandırılan hokka; mürekkep hokkası, macun hokkası,

boya hokkası, yağ hokkası gibi isimler alır (Arseven, 1947: 756).

Hokkalara genellikle cevher, ilaç gibi nesneler konulur. “(Ey sevgili!) eğer karıncalar dudağının şarabına üşüşürse ne olur? Bunda şaşılacak ne var? Dudağının hokkasında bal ve şeker dolu değil midir?” Şair, bu sözleriyle sevgilinin dudaklarını bal ve şeker hokkası, ayva tüyleri yahut benlerini de bu tatlı nesnelere üşüşen karıncalar olarak tasavvur etmektedir. Beyitte, Hokkaya bal ve şeker konulduğu da görülmektedir.

174 Nola eger karıncalar çohdı lebün şerâbına

Hokka-i la‘lde tolu şehd ü şeker degül midür (KBD, G. 22/8)

Sevgilinin dudaklarını hokkaya benzeten bir diğer şair de Necâtî Bey’dir. Necâtî Bey sevgilinin dudaklarını rengi ve değerli olması dolayısıyla mercandan yapılan bir hokkaya, misk (renkli ve kokulu) ayva tüylerini de bu hokkanın üzerine hastalara derman olarak yazılan yazılara teşbih etmektedir. Beyitte, hastaların şifa bulması amacıyla ilaç kutularına dua vb. şeyler yazılma âdetinden bahsedebiliriz:

Ol hokka-i mercân üzerinde hat-ı müşgîn

Dil-hastelerin derdine dermân yazılıpdır (NBD, G. 101/2)

3.2.8. Đbrik (Âfîtâb, Âfitâbe, Âf-tâbe)

Aslı “âb-tâbe”dir. Đbrik, lüleli su kabı, içinde su ısıtıldığı yahut dibi güneş gibi değirmi olduğu için “âf-tâbe” ismini almıştır (Şükûn, 1967a: 66).

Ay, dolunay evresinde şekil itibariyle leğene, güneş ibriğe teşbih edilmiştir. Güneşin ibrikle ilgisi, ibrikte su ısıtılması ile güneşin sıcaklığı dolayısıyla olduğu düşünülebilir. Âşık, sevgilinin gamından başka heveslerden el yuduğunda (uzaklaştığında) ayın leğen, güneşin ibrik olduğunu söyler:

Gamunda gayrı hevâsında el yudukça bana

Meh-i felek legen olupdur âf-tâbe Güneş (CSD, G. 148/2)

Đbriğin aynı zamanda abdest almak için kullanıldığına daha önce değinmiştik. Kadı

Burhaneddin, tasavvuf ehlinin sevgilinin yüzünde safalarını bulduklarından beri kimisinin seccadesini sattığını, kimisinin ibriği elinden bıraktığını söyler:

Tasavvuf ehli bulalı safâlarını yüzünde

Kimi seccâdesin satar girü kor kimi ibrîki (KBD, G. 66/3)

3.2.9. Đmbik (Enbîk)

Đmbik, sıvıların damıtılmasında kullanılan alettir. Kadı Burhaneddin, sevgilinin

175

dönüştürdüğünü söyleyip tuhaf bir fabrika olduğunu, bunlar varken su kabağı ve imbiğin gereksiz olduğunu dile getirmektedir:

Ciger kanını gözlerün yürek odıyle su kıldı

‘Acâyib kâr-hânedür niderler kar‘ u enbîki (KBD, G. 66/4)

3.2.10.Kar‘

Su kabağı anlamında bir kelimedir (Devellioğlu, 2003: 488). Şair, sevgilinin gözlerinin ciğerinin kanını su kıldığını, su kabağı ve imbiğe gerek kalmadığını söyler:

Ciger kanını gözlerün yürek odıyle su kıldı

‘Acâyib kâr-hânedür niderler kar‘ u enbîki (KBD, G. 66/4)

3.2.11.Kazgan (Tenûr)

Kazan, bakırdan yapılmış yemek pişirmeye veya su ısıtmaya mahsus büyük kap anlamındadır (Büngül, C.1/ t.y.:157).

Cem Sultan, felekten yakındığı bir beytinde, feleğin zulmünü bir mutfağa benzetip burada yüz bin ciğer pişse buna şaşılmayacağını dile getirirken gökyüzünü feleğin kahır merdiveninin basamağında bir kazan olarak tahayyül etmektedir:

Matbahında zulmünün bişse ne tan yüz bin ciger

Pâyesinde kahrunun çün çarhdur kazgan felek (CSD, K. 8/6)

Tanrı, Müminûn sûresi 27. Ayette Hz. Nuh’a, “Bizim nezaretimiz ve vahyimizle gemiyi yap, sonra emrimiz gelip de tennur feveran edince hemen ona topundan bir-iki çift- ve aleyhinde söz sebketmiş olandan başka ehlini sok ve o zulmedenler hakkında bana bir hitapta bulunma; çünkü onlar garkolunacaklardır!” buyurmaktadır (Yazır, t.y.: 342 ). Beyitte, “tenûr” kelimesinin fırın anlamından ziyade geminin kazanının işaret edildiği açıktır. Nesîmî de Nuh tufanına telmihte bulunmakta, geminin kazanı kaynadığı gibi kendi kazanının kaynadığını aşk ile coştuğunu ifade etmektedir:

Kaynadı uş tenûrum ‘ışk ile cûşa geldi

176 3.2.12.Kevgîr (Kefgîr)

Kevgir, uzun saplı, yayvan derin kaplardan yiyecekleri süzerek almaya yarayan delikli kepçe ve haşlanmış yiyeceklerin sıvılarını veya bazı sıvıları süzmek için kullanılan, delikli, genellikle yuvarlak biçimli mutfak kabı, süzgeç (Türkçe Sözlük, 2005: 1149). Kevgir, delik delik şekli itibariyle söz konusu edilmektedir. Memduhun okunun başları düşmanın kafatasını (kafasının kâsesini) tıpkı kevgir gibi delik delik etmiştir:

Şöyle delmiş idi ok başları

Sanki kefgîr idi her kâse-i ser (MD, Trb. 23/3/3)

3.2.13.Kumkuma

Dar boğazlı sürahi, güğüm nevinden maden sürahi, ufak testi (Ahmet Vefik Paşa, 2000: 698, 253).

Aşk ve kumkuma arasındaki ilişki kumkumadan kadehe boşalan şarap ile âşığın kadeh

şeklindeki gözlerine gönlündeki aşkla kan dolması arasındaki benzerlik dolayısıyladır.

“(Ey sevgili!) kırmızı dudakların gönlümde her ne koyduysa bu aşk kumkuması gözümün kadehine döktü.” Güzelin dudağıyla âşığın gönlünde yer eden her ne varsa aşk kumkumasıyla gözlerine dökülmüştür:

La’l-i lebün her ne ki kodu gönülümde

Döktü gözüm câmına bu kumkuma-i ‘ışk (KBD, G. 95/4)

3.2.14.Legen (Legence)

El yıkandığında elin altına konularak kirli suların akıtıldığı, madenden veya keramikten yapılmış ağzı çok geniş büyük ve derinliği az su kabıdır (Arseven, 1950b: 1225).

Dîvân şiirinde leğen, genellikle el yıkarken kullanılan, içine su, kan gibi sıvı maddeler konulan bir gereç olması dolayısıyla; nergis, gökyüzü, felek, ay ile ilişkilendirilmiştir. Gül dîvânlarda en sık geçen çiçektir. Güzel rengi, misk kokusu, baharın müjdecisi ve vazgeçilemez bir unsuru olması nedeniyle diğer çiçeklerden üstün tutulmuş bu üstünlükleriyle padişahla özdeşleşmiştir. Nitekim gül, saadet, refah ve nimet sahibi bir

177

sultana benzetilirken, nergis, gülün yüzünü yıkaması için elinde altın bir leğen tutan köleye benzetilir:

Nergis altından legen tutar elinde bende-vâr

Yüzünü yumak için sultân-ı devlet-mend-i gül (APD, G. 185/4)

Güneş ışınlarını kılıca, gökyüzünü leğene benzeten şair, “Güneşin her sabah kılıcını niçin çektiğini anlamıyorsan hiç değilse bu kanlı leğeni gör.” sözleriyle her seher vakti gökyüzünde oluşan kızıllığı güneşin kılıcını çekip leğenler dolusu kan akıttığı, gökyüzünün bu yüzden kızıl olduğu şeklinde tasavvuru söz konusudur:

Her subh niçin çektiğini tîğini hurşîd

Fehm etmez isen bâri bu kanlı legeni gör (APD, K. 30/5)

Gerçek anlamıyla “el yumak (yıkamak)”, ibrik ve leğen ile birlikte bir kişisel temizlik olarak görülürken, “âlemden el yumak” sözleri dünyadan elini eteğini çekmek, çevresiyle ilişkisini kesmek, dünya işleriyle ilgilenmez olmak anlamındadır. “Ey, Mesîhî! Eğer ben dünyadan el yursam ibriğim güneş, leğenim gökyüzü olsun.” diyen

şair, dünyadan ilişkisini keseceğini sölerken dahi dünyayla ilişikli varlıkları

kullanmaktadır. Bu durum karşısında şairin hiçbir zaman bir köşeye çekilip kendi halinde yaşayamayacağını söyleyebiliriz:

Ey Mesîhî ben eger el yur isem ‘âlemden

Âfitâbum ola hurşîd felek hem legenüm (MD, G. 153/6)

3.2.15.Nemek-dân

Tuzluk, içine tuz konulan kaptır. Edebiyatta sevgilinin dudaklarından kinayedir.

La‘l, kırmızı renkli, çok değerli bir taştır. Güzelin dudakları rengi ve âşık için değerinden ötürü la‘l taşına benzetilir. Şair, sevgilinin dudaklarını tuzlu olması sebebiyle tuzluğa teşbih etmekte ve bu tuzluğun şirin, la‘lden daha zarif ve güzel olduğunu dile getirmektedir:

Soraram lebleründen kanda buldun

178

Sevgili, âşığa her türlü acı ve ızdırabı hak görür. Cefâkârdır, bir gamzesiyle harap edici, öldürücü etki bırakırken, bir sözüyle hayat verir. Đster öldürür ister güldürür, kendisine hesap sorulmaz çünkü gönül mülkünün padişahıdır. Padişahlar ise tabiatiyle her şeyin en iyisine layıktır. Kullandıkları eşyalar, altından gümüşten imal, çeşitli ve değerli taşlarla süslü eşyalardır. Şair, “‘Ey sevgili! Kimsin?’ dedim‘ben güzellik sultanıyım onun için tuzluğum kıpkırmızı la‘l taşındandır’ dedi.” sözleriyle sevgiliyi sultana, dudaklarını kıpkırmızı la‘l taşından yapılan tuzluğa benzetir:

Husrevâ kimsin dedim dedi ben hüsün sultânıyım

Anun için lâ‘l-i terdendir nemek-dânım benim (APD, G. 187/8)

3.2.16.Sahan (Sahn)

Bakır, gümüş ve porselenden yapılan içine yemek konarak sofraya getirilen kapaklı, tekerlek ve çukurca madenî tabak ve bu gibi kaplardır (Arseven, 1952: 1743).

Gül, ömrünün kısa olmasından ötürü misafir olarak görülmekte, yeşilliğin misafirin ayağına gül bahçesinin kumaşını serip ona kıymet verdiği (ŞD, K. 9/10) onun sofrasını sûsen, nesrin ve laleyle süslediği dile getirilmektedir. “(onun) sofrasını sûsen, nesrîn ve lâleyle süsler ki onun sahanı çini, kadehi altın, kâsesi mercânîdir” Sûsen, şekil ve renk yönüyle çini sahana benzetilmiştir. Đlk mısradaki “sûsen”, “nesrîn” ve “lâle” ile ikinci mısradaki sırasıyla “sahn”, “câm” ve “kâse” arasında leff ü neşr sanatı yapılmıştır: Sûsen ü nesrîn ü lâleyle bezer bir hân k’anun

Sahnı çînî câmı zerrîn kâsesi mercânîdir (ŞD, K. 9/11)

Gökyüzü, ters sönmüş bir sahana, yeryüzü de açılmış bir sofraya benzetilmektedir: Ser-nigûn sahnın gönül han ni‘metiyle doldurur

Âleme in‘am ile çün yer yüzünde hân döker (ŞD, G. 59/9)

3.2.17.Şîş (Sîh)

Sîh, kebap şişi demektir (Ahmet Vefik Paşa, 2000: 814). Mesîhî, aşağıdaki beytinde gülleri renginden ötürü kebaba, gül budaklarını kebap şişine teşbih etmektedir. “Bülbül, tüm bu budakların kebap şişine döndüğünü gördüğü için korkusundan artık

179

gülbahçesine girmedi.” Gülbahçesinde gülleri kebap şişi sanan bülbül kebap olmak kurkusuyla gülbahçesinden uzak durmaktadır:

Gördi kim sîh-i kebâba döndi yekser şâhlar

Korkusından bülbül ayruk gülsitâna girmedi (MD, G. 276/2)

3.2.18.Sofra (Hân, Mâ’ide, Pişhûn, Simât, Sufra, Süfre)

Sofra, yemek sofrası, üzerinde yemek yenen ve yemek konulan masa, sini, tepsi ve ziyafet anlamlarındadır.

Dîvân şiirinde hân, mâ’ide, pişhûn, simât isimleriyle de anılan sofra sıklıkla lütuf, kerem, ihsan, ikram, in‘am, misafir gibi kelimelerle bir arada anılmakta, genellikle ikram ve ihsan edilir bir durum içinde beyitlerde göze çarpmaktadır. Sofra, insanın hırsını arttıran, sabrını tüketen bir şeydir. Ekmek, daima sofrada bulunan nimetlerin başında gelir. Bazen, özellikle bayramlarda, halka açık olan sofralar kurulur. Beyitlerde bu sofralardan “hân-ı ‘am, hân-ı yağma” tabirleriyle söz edilir. Sevinç sofrası (hân-ı ferah), rahmet sofrası (hân-ı rahmet), Halil sofrası (hân-ı Halil), ayrılık sofrası (hân-ı firak), mucizeler sofrası (hân-ı mucizât) gibi tabirler halinde de tesadüf edilen sofra, sevgilinin güzelliği, vuslatı; dünya, zemin, sabah, gam, ihsan gibi unsur ve mefhumlar için benzetilen durumundadır (Tolasa, 2001: 135-136).

Şair, “(Ey sevgili!) senin elinde Cem’in kadehi olduğu sürece bana ciğer kanı

sevinç sofrasıdır.” sözleriyle sevgilinin elinde Cem’in kadehi oldukça ciğer kanı içmenin sevinç sofrası olduğunu dile getirmektedir:

Bana hûn-ı ciger hân-ı ferahdur

Niçe ki elünde sinün câm-ı Cem var (AD, G. 146/4)

Sevgilinin güzelliği bol ve çeşitli nimetlerle dolu bir sofraya benzetilmektedir. “(Ey, sevgili!) felek, güzellik sofranın hasretinden sabahın sofrasından ekmek çalar.” Felek, güzele meftun bir âşığa benzetilir. Şair, güneşin doğmasını, sevgilinin güzellik sofrasına hasret kalan feleğin sevgilisini görmek niyetiyle bir an önce sabah olması için sabahın sofrasından ekmek (güneş) çaldığı şeklinde tahayyül etmektedir: