• Sonuç bulunamadı

2.3. Üniversiteli İşsizliğin Nedenleri ve Yeni Biçimleri

2.3.3. Devlet Politikalarına Bağımlılık

Devletin piyasaya yönelik müdahalesi 19. yüzyılın sonlarına kadar sınırlı düzeyde olmuştur. Fakat ilkin Amerika Birleşik Devletlerini ve daha sonra tüm Avrupa ülkelerini etkisi altına alan 1929 krizi ile başlayıp yüzyılın sonlarına doğru etkisini gittikçe arttıran küreselleşme ve liberalizm olguları, devletin piyasaya müdahalesini zorunlu hale getirmiştir. Yarattığı tahribat düzeyi yüksek ekonomik ve toplumsal sonuçlara çözüm olarak da refah devleti politikaları geliştirilmiştir. Bu kapsamda devlet aygıtı ekonomik alana müdahale ederek bireyi koruyucu önlemler almış ve demokratikleşme hareketlerinin de etkisi ile sosyal ve ekonomik hak ve özgürlükler güvence altına alınmıştır. Yine refah devletlerinin gerçekleştirmek istediği bir diğer hedef ise enflasyonu kontrol altında tutmaktır. Ama uygulanan bu politikaların istenilen sonuçlarını vermediği görülmüş ve refah devleti politikaları eleştirilerin odağına oturtulmuştu. Ülkelerin ulusal geliri içerisindeki oranı büyük bir meblağa tekabül etmesine rağmen refah devleti politikaları çözmeyi vadettiği yoksulluk, işsizlik ve güvencesizlik problemini çözememiştir. Toplumsal eşitsizlik problemi varlığını korumaya devam ederken, devletin müdahale alanı bireyin aleyhine olacak şekilde sürekli olarak genişlemiştir. Ve bunun sonucu sorunların çözmek yerine bir sorun kaynağı haline gelen hantal bir kamu bürokrasinin oluşumuna yol açmıştır(Acar, 2017: 250-252). Ancak Bilgin, sermayenin birikim krizi bağlamında konuya şöyle dikkat çekmektedir: yoğunluğu artan özelleştirme politikaları, ulusal piyasaların küresel

sermayeye açılması ve gelişmekte olan ülkelerin ulusal kalkınma aracı olarak gördükleri uluslararası kuruluşların ve çok uluslu şirketlerin ulusal piyasaların kontrolünü ele almasına neden olmuştur. Bu durum, küresel sermayeye yönelik ulusal engellerin kaldırılmasına, gelişmekte olan ülkelerin yaşadığı krizlerin derinleşmesine ve ödemek zorunda kaldıkları borçların artmasına ve yoksulluğun küresel bir nitelik kazanmasına yol açmıştır (Bilgin, 2005 Akt. Acar, 2017: 252-253).

Konu kısaca özetlenirken Gorz’un vurguladığı noktalardan; piyasanın öne çıkışı dikkatleri çekmektedir. Refah devleti, kapitalist sistem ile toplumun farklı kesimleri arasında uzlaşı sağlama ve toplumsal çatışmaları önleme görevini yerine getirememişti. Düşünüldüğü ve tasarlandığının aksine kendini sivil toplumun yerine ikame etmiş ve sivil toplumu kendi içinde eritmişti. Bu yeni sistemde toplumsal yaşamın neredeyse her alanında varlık gösteren, her şeyden sorumlu tutulan, her konuda eleştirilmekle birlikte her konuda da yardımı istenen devlet bu fazlasıyla göz önünde yapısıyla saldırıların hedefi olmuştu. Bu da devletin yerine yasalarını herkese dayatan, görünmez ve anonim bir düzenleyici olarak “Piyasa” kurumunun ikamesini sağlamıştır (2014: 22-23).

Yaşanan bu süreçler yükseköğrenim sektöründe devam eden reformların ekonomik yönleri üzerinde çok önemli bir etkiye sahiptir. Kearney bu noktada sosyolojinin öncülerden Smith’e dikkat çekmektedir. İki yüzyıl önce, Adam Smith, ‘Ulusların Zenginliklerinde ulusal refahın güçlü ekonomik büyümeye bağlı olduğunu savunmuştu. Burada devletin rolünün çok önemli olduğu vurgulanmaktadır. Günümüzde ise, girişimci ve çalışkan insanlara emeklerinin karşılığını görebilecekleri fırsatlar yaratmanın daha motive edici bir ekonomik güç olduğuna dair yeni bir bakış açısı hâkimdir. Çeşitli sebeplerden ötürü, sosyal olarak dışlanan ve henüz kendi kendine yeterli vatandaş olamayan savunmasız kişiler için devletin bir "güvenlik ağı" sağlayabilmesi gerekmektedir (1998: 15).

Varçın, liberal politikalar benimsemesine rağmen devletin müdahalesinin gerekliliğini şu şekilde açıklar. Günümüzde liberal politikaların etkili olduğu, bırakınız yapsınlar bırakınız geçsinler anlayışıyla günümüz piyasası; kendi kendini düzenlemekte ve devam ettirmektedir. Meta ve sermayenin mübadelesinde liberal politikalar uygulanabilir; ancak işgücü piyasasının yakından kontrol edilmesi ve düzenlenmesi gerekmektedir. Özellikle işsizliğin büyüdüğü ülkelerde ve bölgelerde, işgücü piyasasına müdahale gereklidir. Aktif ve pasif işgücü politikaları işgücü piyasasına müdahale etmenin etkin yollarıdır. Çeşitli ülkeler hatta en liberal ekonomik politikaları

uygulamaya çalışan ülkeler bile aktif ya da pasif politikalarla veya her ikisi ile işgücü piyasasına müdahale etmektedir. İşgücü piyasasının işleyişine müdahale etmeyip kayıtsız kalmanın yol açacağı ciddi problemlerin hem işverenler hem planlamacılar ve genel olarak toplumun tüm kesimleri farkındadır (Varçın,2004:1-2). Bu bağlamda düşünüldüğünde işgücü piyasası düzenlemeleri devlet politikalarına bağımlı görünmektedir.

Çondur ve Bölükbaş ise mevcut politikaları tarihsel süreçte özetlemektedir. Türkiye’de işsizlikle mücadele politikaları, 1980’li yıllardan itibaren küresel düzeyde geçerlilik kazanan neo-liberal yaklaşıma karşılık olarak, özellikle 1990 sonrası dönemde tam istihdamın sağlanmasını hedefini gerçekleştirmek amacını gütmüştür. İşsizlikle mücadele etmek ve yeni istihdam alanlarının yaratılması amacıyla pasif ve aktif

istihdam politikaları uygulanmıştır. Pasif istihdam politikalarının amacı işsizliğin

yaratmış olduğu sosyal ve ekonomik problemlerin giderilmesi olup bu amaçla işsizlik sigortası ve işsizlik yardımı benzeri destek sistemleri uygulanmıştır. İşgücü piyasasında bu amaca yönelik ilk uygulama 1999 yılında başlatılan işsizlik yardımı desteğidir (2014: 84).

Mbebeb (2009) ise konuya bir başka açıdan şöyle değinmektedir. Eğitim; değişen istihdam kalıpları, iş organizasyonu, beceri gereksinimleri ve bilgi ekonomisi için uygun bir yanıt haline geldiğinden dolayı okul geçiş çalışmalarının yaygınlaştırılması, sürdürülebilir istihdam ve özel sektörün geliştirilmesi için o’na göre bir önlem haline gelmiştir. Ancak Das, eğitimin devlet politikaları içindeki pozisyon alışı ve gelişmişlik düzeyine ilişkin bir açıklık getirmektedir. Eğitimin devlet politikaları içerisinde yer alması, o devletin ekonomik anlamda gelişmişlik düzeyi ile yakından ilişkilidir. Örneğin Hindistan; büyüklük ve nüfus bakımından çok büyük bir ülkedir. Dahası, Hindistan'da eğitim, sınırlı bir federal müdahale ile devletin etkinlik alanı içerisindedir. Eğitimin gelişimi ve içeriği, farklı devletlerde farklı özelliklere sahip olabilir. Eğitimin istihdam ile ilişkilendirilmesine yönelik devletlerin çabasında da aynı şey geçerli görülmektedir (Das, 1981). Mbebeb ise Afrika’da da benzer bir durumun söz konusu olduğundan bahsetmektedir. Eğitime ayrılan kaynakların etkin bir şekilde kullanılmaması, istihdam probleminin süreklilik arz etmesi ile sonuçlanmaktadır. Eğitim kurumlarında batılı kültürel değerlerin ve tutumların aktarılmasının baskın olduğu; bağımsızlıktan sonra özel sektörün ihtiyaç duyduğu ilgili becerileri taşımayan, davranış ve yönelimleri açısından Avrupalı olan; küçük ve ayrıcalıklı bir elit ’in

üretimine neden olduğu gözlemlenmiştir. 1993 reformlarından önce devlet, üniversiteye devam eden öğrencilere burs benzeri çeşitli imkânlar sağlamış ve devletin sunduğu olanaklar, girişimci bireyler yerine devlet imkân ve hizmetlerine bağımlı bireylerin yetişmesi ile sonuçlanmıştır. Üniversite, endüstriye iş zekâsına sahip eleman yetiştiren bir kurum olmak yerine devletin desteklediği sosyal bir hizmet alanı haline gelmiştir (Mbebeb, 2009: 53).