• Sonuç bulunamadı

2. BÖLÜM : İL İTME

2.1. DEVLET KAVRAMI

Wilhelm Radloff’a göre konargöçerlerin hayvancılık başta olmak üzere ekonomik faaliyetlerini yürütmeleri için gerekli siyasî örgütlenme düzeyi boydan daha karmaşık yapılar değildi. Ortak çıkarları gereği bazı boylar bir araya gelip bir han seçebilir, han onlara çıkar sağladığı sürece ona itaat eder, çıkarlar ortadan kalktığında yeniden bağımsız hareket ederlerdi (Radloff, 1954, s. 527).

Boylar arasındaki güç denesinin sürekli değişmesi istikrarlı bir devlet teşkilâtı kurmalarına engeldi (Radloff, 1954, s. 529). Konargöçer toplumlarda ekonomik faaliyetlerin aile veya aşiret üyeleri arasındaki kana dayalı iş bölümü ile yürütüldüğünü, buna bağlı olarak da sınıflaşmanın ortaya çıkmadığını düşünen kradin (Kradin, 2005, s. 151), sınıfsız toplum yapısı içinde bürokrasinin hem oluşmadığını hem de buna gerek olmadığı sonucuna varmıştı. Neticede Kradin bir Marxisttir ve Marxist teoride ekonomik faaliyetlerde sınıflı bir toplum yapısı doğuracak büyük ve köklü bir değişim yaşanmadıkça onların sonucu olan siyaset kültüründe de devlet olarak tanımlanabilecek bir yapı şekillenmeyecekti. Bu yüzden de konargöçerler esasen sınıfsız olan toplum yapıları dolayısıyla devlet kurma yetisine ve ihtiyacına uzak olmalarına rağmen, devlet olmayan imparatorluklar kurmuşlardı (Kradin, 2004, s. 502; Kradin, 2014, s. 15, 16).

Konargöçerlerin Çin gibi yerleşik komşuları büyük bir devletin idaresinde birleştiğinde konargöçerler için hayat zorlaşıyordu. Çünkü ihtiyaç duydukları tarım ürünlerini cebren almaya güçleri pek yetmiyordu. Ticaret ise sürekli Çin’deki devletin kısıtlamaları sebebiyle sekteye uğruyordu. Bu iki ekonomik temelli sorunu çözmek için konargöçerler de birleşme yoluna gidiyor, bozkır imparatorlukları böyle kuruluyordu (Kradin, 2004, s. 504; Kradin, 2011 s. 83). Bu imparatorluklar sınıfsız toplumlara dayandıkları için devlet değillerdi, ancak Çin’le ilişkilerdeki etkinliği arttırmak amacıyla kurulduklarından dış ilişkilerde sanki devletmiş gibi hareket ediyorlardı (Kradin, 2004, s. 510; Kradin, 2014, s. 19). Konargöçerlerin ekonomik faaliyetlerini sürdürmek için boylar üstü bir teşkilâta ihtiyaç duymadıkları hususunda Barfield’in görüşü de aynıdır (Barfield, 1989, s. 6). Yalnız Kradin’den farklı olarak imparatorlukların devlet olmadığını öne sürmez. Buun yerine hükümdarın diplomasi tekelini hatırlatarak dış ilişkilerinde “devletvarî”

içeride ise konfederasyon olduğunu yazar (Barfield, 2001a, s. 13; Barfield, 1981, s. 47; Barfield, 2001b, s. 235). Hepsi bir arada düşünüldüğünde cevaplanması gereken üç soru belirir:

-Devlet nasıl tanımlanacak?

-Konargöçerlerin boylar üstü siyasî teşkilâta ihtiyaçları var mı?

-Devletten bahsedebilmek için sınıflaşma şart mıdır? Öyleyse konargöçer toplum sınıflı mıdır?

Henri J. M. Claessen ve Peter Skalník, “ilk devlet / early state” kavramı üzerinde düşünerek, devletin ilk defa nasıl oluştuğu üzerinde yapılan tartışmalarda üç önemli sorun bulunduğuna kanaat getirdi. İlk olarak devletin genel kabul gören bir tanımı yoktur. Herkes öznel bir tanım yapabilir, fakat öznel tanımlar kabul görmediği için tartışma kısırlaşır. Tanımlar genelde sınırlı belge kullanımıyla, belirli bir kültürle veya bölgeyle sınırlandığında uygun ama dünya geneline uygulandığında işlevsiz olur. En çetrefil konu, ilk devletin ortaya çıkışı ve onun ilk biçimidir (Claessen- Skalník, 1978, s. 3). Bu sorunların en azından bazılarından kaçınmak için devleti tanımlamak erine devletin işlevlerini ve özelliklerini tespit etmek uygun olur. Devletin en önemli ve temel özelliği siyasî otoritenin bulunması, bu otoritenin siyasî karar alma, emir verme ve yasaklama yetkisini tekelinde tutmasıdır. Kandaş topluluklar olan uruklarda (aşiret, kabile) reisin iktidarı siyasî nitelikte değildir. Yaşı ve cinsiyeti üzerinden hürmet edilmesi ve sözünün geçmesinden ibarettir. Uruğun diğer üyeleri onun verdiği tavsiyeler yahut yol göstericiliği iyi sonuçlar verdikçe yaşına ve hayat tecrübesine inanarak sözünü dinlemeye daha fazla meyleder.

Siyasî otorite ise emirlerini ve yasaklarını yaptırım gücüyle somutlaştırır (Claessen- Skalník, 1978, s. 21; Fried, 1967, s. 13; Service, 1975, s. 12-14, 49). Siyasî otorite kendi silahlı güçlerine sahiptir ve onlar aracılığıyla koyduğu kurallara uyulmasını sağlar. Kurallara uymayanları tespit ederek belirlediği yaptırımları uygular. Kolluk kuvvetleri dışarıda sınırları korurken içeride asayişi sağlar (Krader, 1968, s. 22). Devlet aynı zamanda hukuk yaratır. Toplumlarda hırsızlık, cinayet, zina, sahtekârlık gibi fiillere karşı sosyal yaptırımlar vardır. Fakat bu yaptırımlar yetkili kurumlar tarafından uygulanmaz. Toplumu oluşturan bireylerin ortak bir tavır alarak faili kınaması, ona küsmesi ve onu yalnızlaştırması gibi davranışlardan oluştur. Üstelik herkese sosyal yaptırım uygulanabilmesi söz konusu değildir. Yani sosyal yaptırım yalnızca toplumdaki konumu itibariyle güçsüz olanlara karşı uygulanabilir (Fried, 1967, s. 15; Service, 1975, s. 86). Devlet yaptırım uygulama yetkisini tekeline alır ve bunu koyduğu kurallara göre yapar. Krader, devletin biricik siyasî otorite olma niteliğini koruma isteği ve gereksinimi, kurallara uyulmasını sağlama iradesinde kendini gösterir. Çünkü devletin koyduğu kurallara uyulmaması bir anlamda devleti tanımamak gibi bir anlam içermektedir. Buna ek olarak kuralları koyma ve uygulama yetkisi de yalnızca devlete ait olmak kaydıyla şekillendirilmiştir, çünkü kural koyma yetkisine ortak olmak da benzer bir biçimde devletle rekabet etmek gibi bir sonuca çıkmaktadır (Krader, 1968, s. 10).

Hukukun bir başka boyutu devletle ilişkili olan vergi, yargı, protokol, hiyerarşi gibi konuları şekillendiren yeni kurallar koymasıdır.

Devlet doğal olarak gücün, yetkinin ve sorumluluğun paylaşılmasını gerektirir. Bu paylaşımdan ki siyasî iş bölümü olarak adlandırılabilir (Fried, 1967, s. 22), kurumlar doğar. Bir devletin bünyesinde belirli bir işlevi yerine getirmek için görevli ve yetkili birimler olan kurumlar, yerine getirdikleri işleve ihtiyaç duyulduğu sürece varlıklarını sürdürürler (Frank-Allan, 1999, s. 166).

Kendi içlerinde ve birbirleri arasında hiyerarşi vardır. Böylece yetkinin kimden alınacağı ve kime karşı sorumlu olunacağı belirlenir. Bütün bunlar devletin yarattığı hukukun bünyesindedir. Aynı hukuk, hiyerarşiye uygun olarak resmî törenlerde ve toplantılarda uyulacak özel kurallar olan protokol kurallarını ortaya koyar.

Devlet, sahip olduğu ve kullandığı gücü mutlaka ve iki yolla meşrulaştırır. İdeoloji, yönetilenlerin otoriteye boyun eğmesini sağlayan bir dünya görüşü olarak meşruiyetin ilk ayağını oluşturur (Krader, 1968, s. 13). İlk devletlerde ideoloji dinle iç içe bulunuyordu. Hükümdar, tanrı buyruğuyla hüküm sürüyor, dinî-resmî törenlere başkanlık ederek bereketi arttırıp felaketleri def ediyordu (Childe, 1971, s. 100). Bu şekilde devlet dünyevî düzenle ilahî düzeni bir araya getiriyordu. Aynı zamanda hükümdar olmanın veya devletin belirli kademelerinde yer almanın koşullarını belirleyen kurallar oluşturularak bu kurallar çerçevesinde meşruiyet yaratılıyordu.

Devletle sınıflı toplum arasında bir ilişki olduğu kesin görülmekle birlikte ilişkinin türü konusunda farklı görüşler vardır. Engels iş bölümünün ve sınıflaşmanın devletin ortaya çıkmasının sebebi olduğunu düşünür (Engels, 19, s. 133). Dahası, devletin egemen sınıfın ayrıcalıklarını kalıcı kılma arzusunun sonucu olduğuna inanır. Ronald Cohen ise Engels’in görüşünün bir komplo teorisi olup, sebeple sonucu karıştırdığını savunur (Cohen, 1978, s. 51).

Krader, devletin üreten sınıfların üretmeyen sınıfları destekleyebileceği bir üretim fazlası sayesinde mümkün olabildiğini düşünür (Krader, 1978, s. 93). Service, devletin sınıflaşmanın sonucu değil, sebebi olduğunu düşünür. (Service, 1972, s. 72). Childe, “şehir devrimi” ile yoğun iş bölümü ve uzmanlaşma ile sınıflaşmış, bir arada yaşayan büyük bir nüfus oluştuğunu, sınıflaşmanın bir yönetici sınıf yaratarak devleti oluşturduğunu düşünür (Childe, 1958, s. 35, 138-139, 182). Bu çalışmanın konusu sınıflaşmanın sebep mi yoksa sonuç mu olduğunu tespit etmek olmadığı için, yalnızca devletin ortaya çıkışıyla sınıflaşma arasında bir ilişki olduğunun vurgulanması yeterlidir. Sınıflaşma ekonomik faaliyetlerin çeşitliliğine, dolayısıyla gelir düzeylerinin farklılaşmasına bağlı olarak ortaya çıkar ve bu karmaşık toplum yapısı devletle bir arada bulunur.

Bozkır toplumlarında ekonomik faaliyetler sanıldığının aksine çeşitlidir ve toplum yapısı da sınıflıdır. Bozkır-orman sınırında yaşayan Dubo’lar (都波) sığır ve koyun beslemiyor, tarım yapmıyor, bitki köklerinden yemek yapıyor, balık tutup samur ve geyik avlıyorlardı (TD: 199:

5467; XTS: 217B: 6144). Baykal’ın kuzeyindeki yaşayan Boma’lar (駮馬) çok soğuk olan memleketlerinde hububat ekiyor, balıkçılık ve avcılık yapıyorlardı (TD: 200: 5493). Bayırkular tarım, hayvancılık, avcılık yapıyor, demir madeni çıkarıyor ve işliyorlardı (TD: 199: 5468; XTS:

217B: 6140). Shiwei’lerin atları azdı. Koyun yerine domuz besliyorlardı. Ayrıca şarap üretiyorlardı (TD: 200: 5487; BS: 94: 3130; SS: 84: 1882). Kırgızlar tarımla meşgul oluyorlardı (TD: 200:5493). Mezarların duvarlarını teşkil eden tomruklar, çadır direkleri, divan, yatak, kürek sapı, kaşık gibi nesnelerin hammaddesi bozkır-orman sınırından getiriliyordu. Pazırık’ta bulunan yaylar köknar ağacından yapılmıştı (Rudenko, 1970, s. 195). Ivolga, Selenge nehirleri, Altaylar Hun devrinden itibaren metalürji merkezleriydi (Kyzlasov, 2010, s. 165). Jang-Sik Park, Eregzen Gelegdorj ve Yeruul-Erdene Chimiddorj, Hunlardan kalan metal ürünleri inceleyerek Hunların imparatorluğun kuzey kesimlerinde metalürji merkezleri oluşturduklarını ve Çin’dekinden farklı bir metalürji tekniği geliştirdiklerini ortaya koydu (Park vd. 2010, s. 2696). Ordos bölgesinden çıkarılan ve Hunların Bai-yang yahut Lin-hu beyine ait olduğu düşünülen altın taç, Bozkırın güney kısımlarında da metal işleme ve kuyumculuğun teşekkül ettiğini gösteriyor (Jiang, 2017, s.

32-33). Di Cosmo, konargöçerlerin tarım faaliyetlerinin bir dökümünü çıkararak tarım ürünleri için Çin’e muhtaç olmadıklarını ortaya koymayı amaçlayan bir çalışma yayımladı (Di Cosmo:

2010: 12). Bu çalışmada daha çok arkeolojik çalışmalara dayanarak konargöçerlerin bozkırın farklı bölgelerine kümelenmiş tarım merkezlerine sahip bulunduklarını gösterdi. Baykal Gölü çevresi, Tuva ve Yenisey bölgeleri (Di Cosmo: 2010: 14, 21), İç Moğolistan (Di Cosmo: 2010:

14, 15) Hun devrinde ve öncesinde tarım merkezleriydi. Tanrı Dağları ve Altay Dağları çevresinde de tarım merkezlerinin bulunduğu anlaşılır (Ögel: 2014: 20, 23, 168). Aynı şekilde Leonid R. Kyzlasov da konargöçer toplumların şehirler kurduklarını göstermiştir. Kyzlasov’a göre Güney Sibirya’da ve Orta Asya’da şehirler 6-8. Yüzyıllarda başladı (Kyzlasov, 2010, s. 42).

8-9. Yüzyıllarda Hakaslar ticaret yolları üzerine şehirler kurdu (Kyzlasov, 2010, s. 62). Tobol-İşim arasında şehirler çok daha eskiydi. M.Ö. 7-6. Yüzyıllarda hendeklerle çevrelenmiş, çamur duvarlarla korunan şehirlerde ahşaptan ve bazen taştan yapılmış evler bulunuyordu (Kyzlasov, 2010, s. 139). Andronovo kültüründe kent, tarım ürünlerinin ve metal ürünlerin depolandığı ve dağıtıldığı merkezlerdi (Kyzlasov, 2010, s. 154).

Arkeolojik çalışmalar konargöçer toplumun sınıflı yapısını mezar buluntularıyla ortaya koyuyor.

Erkeklerin mezarları kadın ve çocuk mezarlarıyla karşılaştırıldığında hem daha büyüktü hem de içerdiği eşyalar bakımından daha fazla ve daha değerliydi. Engels’in isabetle tahmin ettiği gibi, cinsiyet eşitsizliğinin temelinde ekonomik faaliyetlerin eşitsizliği vardır. Erkekler daha önemli faaliyetleri yürüttükleri için sosyal değerleri artmıştır. Gao-che’lerin düğün adetlerinde bunu görmek mümkündür. Evvelce bahsi geçmiş olan adete göre oğlan tarafı kız evine gidip onların sürüsünden at seçip biner. Attan düşmemeyi becerebilenler o atın sahibi olur. Fakat kızın babası

ölmüşse bu adet uygulanmaz. Çünkü kız evinin direği olan erkeğin hayatta olmaması sebebiyle önemli bir ekonomik kayıp söz konusudur. Eşitsizlik erkeklerin mezarları arasında yapılan karşılaştırmalarda da belirir. Bazı erkeklerin mezarları daha büyüktür ve içlerinde daha değerli nesneler vardır.

Boyun hem siyasal hem de sosyal anlamda hiyerarşik bir yapı oluşu konargöçer ordanın yerleşimle ilgili kurallarına yansımıştır. Her ailenin evi hiyerarşik düzen içindeki konumlarına göre belirlenmiştir. Boy beyinin evi en batıda ve diğer evlerden bağımsız bir şekilde kuruluyor, kapısı doğuya bakıyordu. Böylece devletin başı olarak eşsizliği, rakipsizliği vurgulanıyordu. Bey soyundan olanların evleri büyük oranda akrabalık düzeylerinden kaynaklanan asalet derecelerine göre sıralanmak kaydıyla bey evinin sağında ve solunda bulunuyordu. Orunları en büyük olanlar sol tarafta bulunuyordu. Diğerleri ise sağ tarafta oturuyordu. Resmî bir tören yapılırken, bey yürüyüşe çıktığında veya boy meclisi toplandığında aynı usul takip ediliyordu (İnan, 1998, s.

248).