• Sonuç bulunamadı

BÖLÜM 1: DEMOKRASİNİN KURUMSALLAŞMASI

1.2. Demokrasinin Kurumsallaşması ve Temel Yaklaşımlar

1.2.1. Demokrasinin Pekişmesi

Pekişme kavramı, özellikle 1974 sonrası Güney Avrupa, Latin Amerika, Orta ve Doğu Avrupa ve de geçmiş Sovyet ülkelerinin demokratikleşme analizlerinde sık kullanılan ve demokrasinin kurumsallaşmasını ifade eden bir terimdir. Demokrasinin pekişmesi, Carsten Q. Schneider ve Philippe C. Schmitter’e göre (Schneider and Schmitter, 2004: 60-62), çok tartışmalı olmakla birlikte, genellikle bir süreci, diğer bir ifadeyle, siyasal aktörler arasında karşılıklı güvene dayalı, sonuçların önceden bilinmediği ve rekabetin belli kurumlar çerçevesinde yapıldığı bir süreci ifade eder. Kısaca, demokrasinin pekişmesi, öncelikle siyasal rekabet sürecinde önceden belli olmayan tesadüfi sonuçlara rızayı ifade eder.

Bununla birlikte, demokratik pekişme kavramı, daha geniş bir demokrasi tanımı yapmayı gerektirir. Pek çok düşünürün demokrasinin pekişmesi konusundaki ortak düşüncesini; demokratik sistemin istikrar kazanması ve demokratik değerlerin ilgili toplumda derinleşmesi, içselleştirilmesi hususu oluşturur. Adam Przeworski ise, demokratik pekişmeyi, kendi kendini yönetme sisteminde bir “denge durumu” olarak tanımlar. Eğer demokratik kurumlar kasabada (toplumda) oynanan oyunun tek kuralı heline gelirse demokrasi pekişmektedir. Ona göre, demokrasinin kökleşmesi, sosyo-ekonomik koşulların ve kurumların ortak etkisinin bir sonucudur (Przeworski, 1995: 24, 34). Yazar’a göre,

“Ne zaman ki, belirli sosyal ve ekonomik koşullar altında siyaset ancak özgün bir kurumsal çerçeve içinde yapılabilir duruma gelir, kimse demokratik kurumlar dışına çıkarak siyasal eylemlerde bulunmayı aklına bile getirmez, ve siyasal

mücadeleyi kaybedenler kendilerini mağduriyete götüren kuralları reddetmek bir yana, aynı kurallar altında yeniden şanslarını denemek isterler, o zaman demokrasinin yerleşiklik kazanmış olduğu söylenebilir. Kurallarına uyulması kendiliğinden sağlandığı zaman, ilgili siyasal güçlerin çıkarlarını ve değerlerini kurumlar arasında cereyan eden ve sonuçları kestirilemeyen bir etkileşime bırakmağa rıza gösterdikleri zaman demokrasi yerleşmiştir.... Ne zaman ki itaat – yani eylemlerin kurumsal çerçeveler dahilinde kalmasını kabullenmek - tüm ilgili siyasal güçlerin izlediği ve bir merkezden yönlendirilmeyen stratejilerin denge durumunu ifade ederse, o zaman demokrasi yerleşmiştir” (Przeworski, 1995:24-25).

Öte yandan, kurumsallaşmasıyla ilgili literatüre baktığımızda kavramın genelde, minimalist ve maksimalist olmak üzere iki biçimde tanımlandığını görmekteyiz (Schedler, 1997: 4, 19-20; Özbudun, 2003: 8). Minimalist tanımlama, serbest seçimleri ve siyasal iktidarın demokratik usullerle barışçıl bir şekilde el değiştirmesini vurgularken; maksimalist tanımlama, demokratik kurumların ve değerlerin hem seçkinler, hem de halk düzeyinde genel olarak içselleştirilmesini ve yerleşmesini vurgulamaktadır. Aslında bu tanımlama, demokrasinin tedricen ve bir sosyalizasyon süreci içerisinde kurumsallaşmasını anlatmaktadır. Gerçek anlamda, demokrasinin kurumsallaşmasını da bu ikinci tanım sunmaktadır.

Diğer yandan Andreas Schedler, demokratik pekişmenin minimalist ve maksimalist tanımlamalarına benzeyen bir analitik ayrım daha yapmaktadır. Bu ayrım, pekişmenin “pozitif” ve “negatif” konseptlerini içermektedir (Schedler, 1997: 3-4; 2001: 68). Negatif konsept, demokratik istikrarın korunmasını, anti-demokratik etkilerin azaltılmasını, demokratik bozulmanın, aşınmanın ve geriye dönüşün önlenmesini kapsarken; pozitif konsept, demokratik pekişmeyi gelişmiş bir demokrasiye ulaşma yönünde ilerleme olarak sunmaktadır (Schedler, 1997: 10-11). Sonuç olarak negatif konsept demokrasinin biçimsel düzeyde hayata geçmesini ifade ederken, pozitif konsept kurumsallaşma sürecinin tamamlanmasını vurgulamaktadır.

Bununla birlikte, kurumsallaşma sürecinin ne zaman tamamlandığı konusu oldukça belirsiz bir durum arzetmekte ve tartışmalara neden olmaktadır. Bu konuda Schedler, demokratik pekişmenin başlaması ve beklenen sonuçları üretmesi için demokratik rejime geçilmiş olmasını gerekli ve zorunlu bir ön koşul olarak görmektedir. Fakat, demokrasiye geçişin başarıyla tamamlanması da her zaman demokratik pekişmeyi mümkün kılmamaktadır (Schedler, 1997:6). Bazılarına göre (Özbudun, 2003:9),“bu tartışma, demokrasiye geçişin tamamlandığı an ile demokrasinin pekiştiği an arasında büyükçe bir gri alanın var olduğunu göstermektedir.”

Öte yandan, Guillermo O’Donnell’in üzerinde durduğu “ikinci geçiş” kavramı, bu tartışmada faydalı bir analitik araç olarak ortaya çıkmaktadır. Guillermo O’Donnell’e göre (O’Donnell, 1993: 4), otoriter rejimlerin demokrasiye dönüşümü ya da demokratikleşme sürecinin tamamlanması iki geçişi içermektedir. Birincisi daha evvelki otoriter rejimden açık ve rekabetçi seçimlerle demokratik yönetimin kurulmasına geçiştir. İkinci geçiş ise, demokrasinin kurumsallaşmasına, diğer bir ifadeyle, demokratik rejimin bütün fonksiyonlarıyla kökleşmesine geçiştir. O’Donnell, demokrasinin pekişmesinde özellikle ikinci geçişin (second transition) önemine dikkat çekmektedir. Çünkü birinci geçiş çeşitli zorlukları ve geriye dönüş ihtimallerini de içermektedir.

Philippe C. Schmitter, Carsten Q. Schneider ve Adam Przeworski gibi düşünürler ise, makro düzeyde ulusal siyasal rejimlerin demokratikleşmesi sürecini, liberalleşme, demokrasiye geçiş ve demokrasinin kurumsallaşması biçiminde üç aşamada ele almaktadırlar (Schneider and Schmitter, 2004: 59-63; Przeworski, 1995: 51-77). Liberalleşme, bireylerin ve sosyal grupların haklarının ve özgürlüklerinin tanınmasını, vatandaşlık haklarının genişlemesini, hukukun egemenliğini, seyahat, konuşma, inanç ve sözleşme özgürlükleriyle özelleştirme ve desantralizasyon hamlelerini gerektirir. Siyasal liberalleşme, minumum düzeyde, bireylerin ve grupların serbest hareket edebilmesini, güvenliğini ve buna karşın mevcut otoritelerin sorumluluğunu, hukukun saygı görmesini gerektirir. Ayrıca, bu süreçte, siyasi güçle vatandaşlık arasındaki bağın, ilişkinin kurulması ve vatandaşların siyasal sürece eklemlenmesi de gerekir. Demokrasiden ve demokrasinin pekişmesinden öncelikle anlaşılması gereken budur (Schneider and Schmitter, 2004: 60-61).

Önce liberalleşme, sonra “otoritecilikten çıkış” ve demokrasiye geçiş ve nihayet ikinci geçiş yani, pekişme olgusu üzerinde duran Adam Przeworski’ye göre, politik liberalleşme, eski Sovyet Bloku’nda olduğu gibi, gerek iktidar blokunda ortaya çıkardığı çatlaklar, gerekse, sivil toplumu harekete geçirmesi yoluyla otoriter rejimlerin çözülmesini sağlamaktadır. Bu da ilerleyen süreçte, muhalefetteki ılımlılar-radikaller ile iktidardaki reformcular-sertlik yanlıları arasındaki etkileşimin ve mücadelelerin sonucuna göre, önce seçim ve demokratik hükümet gibi bazı kurumların inşasını ve demokrasiye geçişi beraberinde getirebilmektedir. Sonra da, demokrasinin pekişmesi sorunu ortaya çıkmaktadır. Fakat gerek liberalleşme, gerekse demokrasiye geçiş süreçleri geriye dönüş olasılıklarını da çoğu zaman beraberinde taşımaktadır (Przeworski, 1995: 51-77).

Öte yandan, bazı düşünürler demokrasinin kurumsallaşmasını bir takım koşullara ya da faktörlere bağlı olarak ele almaktadırlar. R. Dahl’a göre (Dahl, 2001:148-149), bir ülkede demokrasinin yerleşmesi, demokratik kurumlar ve istikrar için elverişli olan ve zemin hazırlayan bazı gerekli ve yararlı koşulların mevcut olmasını gerektirmektedir. Dahl, bunları beş grupta toplamaktadır: Bunlardan ilki; asker ve polisin seçilmiş yetkililer tarafından denetimini, ikincisi; demokratik inançları ve siyasal kültürü, üçüncüsü; demokrasiye düşmanca yaklaşan dış kontrolün olmamasını, dördüncüsü; modern bir piyasa ekonomisini ve modern bir toplumu, sonuncusu ise; alt kültür çoğulculuğunun güçlü olmamasını içermektedir.

O’Donnell ise, demokratik pekişmenin şu beş faktöre bağlı olduğunu belirtmektedir: Birincisi; siyasal gücün eski ve yeni alternatifler arasında değişimi, ikincisi; en ağır ekonomik kriz dönemlerinde bile siyasal sistemin istikrarını koruması ve sisteme desteğin devam etmesi, üçüncüsü; isyanların ve stratejik mevkilerde bulunan az sayıda kişilerin sisteme zarar vermesinin başarıyla önlenmesi, dördüncüsü; parti sistemlerinde ortaya çıkan radikal unsurlara karşın rejimin istikrarını koruması ve son olarak, anti-sistem partilerinin ya da sosyal hareketlerin olmaması hususu vurgulanmaktadır (O’Donnell, 1996: 38).

Andreas Shedler ise, demokratik pekişmenin davranışsal, tutumsal ve yapısal kaynakları üzerinde durur. Shedler’e göre, bu üç faktör arasındaki etkileşim, yapısal faktörlerden aktörlere ve tutumlara ordan da, davranışlara ve istikrara doğru bir gelişme göstermektedir. Davranışsal faktörler, temel olarak rejimin istikrarını ele almaktadır. Burada, siyasal kurumların güçlenmesi ve sürdürülebilirliği siyasal aktörlerin davranışlarına bağlanmaktadır. Demokrasinin kasabada oyunun tek kuralı olarak yerleşmesi demokratik oyuncuları gerektirmektedir. Diğer bir ifadeyle, “demokratik oyuncular yoksa, demokratik rejimin de olmayacağı” düşüncesi vurgulanmaktadır (Shedler, 2001: 69-70).

Tutumsal bakış ise, “demokratik konsensus” ve rejimin meşruiyeti üzerinde odaklanmaktadır. Burada demokrasinin pekişmesi, siyasal elitlerin ve vatandaşların ekseriyetinin demokratik rejimi desteklemesi ve anti-demokratik tutumlardan ve düşüncelerden uzak olması biçiminde değerlendirilmektedir. Yapısal faktörler de hem aktörlere, hem de tutumlara kaynaklık etmekte ve demokrasiyi sağlam sosyo-ekonomik ve kurumsal unsurlara dayandırmaktadır (Shedler, 2001: 75-80). Shedler’in ayrımına benzer bir ayrımı da, Juan J. Linz ve Alfred Stepan yapmıştır. Linz ve Stepan (Linz and Stepan,

1996:5-6), demokrasinin pekişmesini davranışsal, tutumsal ve anayasal boyutlarıyla analiz etmişlerdir. Davranışsal boyut, siyasal, sosyal, ekonomik ve kurumsal aktörlerin anti-demokratik rejim talebinde bulunmamasını, şiddete ve yabancı (dış) müdahalesine yönelinmemesini içermektedir. Ancak bu şekilde demokratik rejim pekişebilecektir.

Tutumsal boyut ise, halkın çoğunluğunun demokratik yöntemleri ve usulleri en iyi yönetişim biçimi olarak görmesini ve alternatiflerin pek anlam taşımamasını ifade etmektedir. Linz ve Stepan’a göre, “halkın ezici çoğunluğu şiddetli politik ve ekonomik krizlerle karşılaşıldığında bile, daha ileri politik değişimin parametrelerinin demokratik prosedürler içinde ortaya çıkacağına inandığı zaman demokrasi kasabada tek oyun olmaktadır” (Linz and Stepan, 1996: 5). Anayasal boyut ise, ülkede hükümet ve hükümet dışı güçlerin demokratik sürecin gerektirdiği demokratik usuller ve kurumlar çerçevesinde hareket etmesini ve bu tarz işleyişin alışkanlık haline gelmesini kapsamaktadır (Linz and Stepan, 1996: 6).

Linz ile Stepan ayrıca, demokrasinin pekişmesi için şu beş temel şart üzerinde durmuşlardır (Linz and Stepan, 1996: 7-15): Bunlardan birincisi; devletten özerk ve gelişmiş bir sivil toplum, ikincisi; meşru görülen kamu gücü ve devletle, gelişmiş siyasal kurumların varlığı (siyasal partiler, seçimler, seçim yöntemleri, liderlik vb.), üçüncüsü; hukukun egemenliği; güçlü bir yargı sistemi ve hukuk kültürü, dördüncüsü; seçilmiş demokratik liderlerin kullanabileceği etkili ve yararlı bir devlet bürokrasisi ve beşincisi; devletle piyasa arasında köprü olacak normların, kurumların ve düzenlemelerin yani, iktisadi toplumun mevcutluğu hususlarıdır.

Demokrasinin pekişmesiyle ilgili farklı düşünürlerin bu yaklaşımlarından sonra öz olarak şunları söyleyebiliriz: Demokrasinin bir toplumda kurumsallaşması için rejimin meşruluğu, demokratik değerlerin ve kurumların o toplumda büyük ölçüde içselleştirilmesi ve demokratik bir kültürün oluşumu gerekmektedir. Ayrıca, bu değerleri ve kurumları destekleyecek sosyo-ekonomik bir zeminin oluşumu da zorunlu gözükmektedir. Yine, ülkede politik ve sosyo-ekonomik bir monopolün olmaması, özgürlüğün kurumsallaşması, hukukun egemen kılınması, gücün bir merkezde toplanmaması ve desantralize edilmesi, dolayısıyla; güçlü bir yerel yönetişim ağı ile rekabetçi, çoğulcu ve katılımcı bir yapının oluşması gerekmektedir. Diğer bir ifadeyle, demokrasinin kurumsallaşması olgusu, demokrasinin bir kültür olarak içselleştirilmesini ve buna bağlı olarak özgürlüğün, eşitliğin, hukukun, katılımın, yerel yönetimin, sivil toplumun, çoğulculuğun ve ademi merkeziyetçi bir yönetim kültürünün varlığını gerektirmektedir.