• Sonuç bulunamadı

2. TEORİK ARKA PLAN

2.3. Genel Değerlendirme

Enformelleşme ve enformel emek konusundaki tüm bu genel tartışmalardan hareketle, Zonguldak’ta madencilik endüstrisindeki üretim ilişkilerinin dönüşümünü açıklamak üzere temel alınan teorik argüman, Marksistlerin enformel sektör ve emek üzerine açıklamalarıdır. Araştırmanın bulguları yorumlanırken, bu teorik yaklaşım temelinde ilişkisel şekilde bir araya getirilmiş kavramsal çerçeve, belirli başlıklar altında şu şekilde özetlenebilir:

• Ekonomik Dönüşüm

Madencilik sektöründeki özelleştirme, devlet varlıklarının veya müştereklerinin özel mülkiyet haline getirilmesi bağlamında Harvey’in (2003) “mülksüzleştirerek

birikim” kavramı çerçevesinde tartışılmakta ve kapitalizmin devam eden ilkel birikim formlarından biri olarak ele alınmaktadır. Özelleştirme sonucu oluşan yeni üretim ilişkileri ise Portes’in (Portes ve Walton, 1981; Castells ve Portes, 1989; Portes ve Schauffler, 1993; Centeno ve Portes, 2006) öncülük ettiği ve formel/enformel sektörler arasındaki işbirliğini vurgulayan “simbiyotik ilişki” argümanı çerçevesinde tartışılmaktadır.

Marksistler, şirketlerin üretim ve dağıtım maliyetlerini düşürerek kar elde etme stratejilerinin, formel istihdam olanaklarının azaltılması, esnekleştirme, kayıt altına almama, dışarıya iş verme ve altsözleşme/taşeronluk olduğunu öne sürmektedir.

Zonguldak’ta uzun yıllar devletin tekelinde olan madencilik endüstrisine özel sermayenin girişiyle birlikte ortaya çıkan taşeron ve kaçak ocaklarda, bahsedilen bu stratejiler uygulanmaktadır. Madencilik sektörünün bugünkü yapısı içinde, Modernleşme Okulu ve takipçilerinin iddia ettiği gibi kapitalist/geçim, modern/geleneksel veya formel/enformel olarak iki ayrı ekonomik sektörün birbirinden bağımsız olmadığı, tersine formel/enformel sektörler arasında Marksistlerin öne sürdüğü gibi simbiyotik bir ilişkinin olduğu görülmektedir. Bu ilişkide formel özel sermaye, altsözleşme/taşeron sistemi veya dışarıya iş verme (outwork) yöntemleriyle enformel işletmelerle ilişki kurarak yedek iş gücü havuzuna ulaşmakta ve bu iş gücünü sosyal güvenlik korumaları olmadan düşük ücretlerle çalıştırarak karlarını arttırmaktadır.

Kaçak madenciliğin ilkel bir sektörken, formel özel sermayeyle ilişki içine girerek kapitalize olma süreci ise Marx’ın (1867/2011) “basit meta üretimi” ve “kapitalist meta üretimi” kavramları çerçevesinde ele alınmaktadır. Onların kapitalist meta üreticilerine dönüşmelerini sağlayan birikim ise, Marx’ın (1867/2011) ve Luxemburg’un (1913/2004)

“ilkel birikim” tartışmasının modern versiyonları olarak yine Harvey’in (2003)

“mülksüzleştirerek birikim”, De Angelis’in (1999; 2001) “yeni çitlemeler” ve Polanyi’nin

57

(2010) “çift yönlü hareket” kavramlarını bir arada ele alarak “müştereklerin çitlenmesi”

argümanı çerçevesinde yorumlanmaktadır.

• Emeğin Dönüşümü

Emeğin karakteristikleri ele alınırken, 3 madenci grubundaki emek, Marx’ın (1867/2011) klasik proletarya tanımında yedek işgücü ordusundaki dalgalı” (floating),

“gizli” (latent), “durağan” (stagnant) ve “yoksullaşan” (pauperized) artı nüfus sınıflandırmasına yerleştirilmektedir. Marksistlerin prekaryanın üretim ilişkileri içinde tek başına ayrı bir sınıfı teşkil etmediği şeklindeki eleştirileri çerçevesinde (Munck, 2013;

Jonna ve Foster, 2015; Wright, 2016), TTK, taşeron ve kaçak maden işçileri, proletarya ve prekarya olarak iki ayrı sınıf bağlamında değil, işçi sınıfının ayrı segmentleri olarak ele alınmaktadır. Kaçak madenlerdeki emeğin bir kısmı ise Breman’ın (2010) “bağımlı emek” (bonded labor) ve Brass’ın (2011; 2014) “deproleterleşme” (deproletarianization) ve “özgür olmayan emek” (unfree labour) kavramları çerçevesinde yorumlanmaktadır.

Kaçak ocak girişimcilerinin sınıfsal konumları ise Poulantzas’ın (1974) “küçük burjuvazi” tanımı bağlamında değerlendirilmektedir. Kendi hesabına çalışanlar olarak enformel girişimcilerin ekonomik amacının kapitalist girişimlerin kar elde etme ve biriktirme amacının aksine sadece geçinmek olduğu şeklinde farklı bir rasyonalitesi olduğunu öne süren ILO’nun (1972) görüşlerinin aksine, ilkel birikimin yeni formlarda devam ettiğini iddia eden (De Angelis, 1999; 2001; Harvey, 2003; 2004; Munck, 2013) ve kapitalist meta üretimi yapan girişimcilerin birikim odaklı rasyonalitesine vurgu yapan Marksistlerin görüşleri temel alınmaktadır.

Madenlerdeki emek süreci, özellikle de altsözleşme sistemi ve ekip başı sisteminin yarattığı baskı ve rıza, Burawoy’in (1985) rızanın hüküm sürdüğü ama baskının da dışlanmadığı bir emek rejimi olarak tanımladığı “hegemonik despotizm”

kavramıyla açıklanmaktadır. Taşeron madenlerdeki “parça başı ücret sistemi”nin işçiler arasında rekabet veya rıza yaratmadaki rolü, yine Burawoy (1979) ve Nikitin’in (1974)

argümanları çerçevesinde tartışılmaktadır. Kaçak madenlerdeki “patron-yanaşma ilişkileri”nin rıza yaratıcı rolü ise Breman’ın iyi huylu bir patronaj formu olarak görüldüğünü vurguladığı “geçim garantisi” kavramı bağlamında açıklanmaktadır (Brass, 2014: 302).

Taşeron ve kaçak madenlerdeki üretim ve sömürü ilişkileri incelenirken, çeşitli sömürü biçimlerinin farklı üretim tarzlarında ortak olabileceğini, bu nedenle de kapitalist üretim ilişkilerinde değerin, emeğin eski sömürülme biçimleriyle de gerçekleştirilebileceğini iddia eden Banaji’nin fikirlerinden yararlanılmaktadır (Wolpe, 1984: 45-48). Bu bağlamda taşeron ve kaçak madenlerdeki üretim ilişkileri ve emek süreci, kontrolsüz ve sömürü oranının çok yüksek olduğu eski üretim formları ve sömürü biçimlerinin, sermaye birikimini sürdürmek için yeni üretim formları ve sömürü biçimleri haline geldiği varsayımı üzerinden yorumlanmaktadır (Castells ve Portes, 1989).

• Politik Kültürün Dönüşümü

İşçilerin devletten beklentileri ve bu beklentilere karşı ne sundukları konusundaki fikirleri, toplumsal eşitlik ve adalet vizyonları ve işyerinin onlar için değişen anlamı Thompson (1971) ve Scott’ın (1979) “moral ekonomi” kavramı çerçevesinde tartışılmaktadır. Özellikle Thompson (2012), İngiliz İşçi Sınıfının Oluşumu’nda sanayi devriminin ardından piyasa ekonomisine geçiş sürecinde halkın ihtiyaç ve beklentilerinin köklerinin eski düzende olduğunu moral ekonomi kavramı çerçevesinde tartışmakta; eski düzen çözülürken bu beklentilerin karşılanmaması nedeniyle halkın yaşadığı deneyimler ve bu deneyimler sonucu verdiği tepkilerle ortaya çıkan işçi sınıfı bilincini, sınıf oluşumuyla ilişkilendirmektedir. Havzada devlet kapitalizminin tasfiyesinin ardından işçi sınıfının deneyimleri, beklentileri ve tepkileri de benzer bir sınıf perspektifiyle yorumlanmaktadır.

Devletin, madencilik sektörünün bugünkü yapısının oluşumundaki rolünü ele

59

ancak bu yasaları pratikte uygulamakta aciz ve hayatta kalmak için enformel sektöre bağımlı olan devletleri sınıflandırmak için kullandığı “hüsrana uğramış devlet”

(frustrated state) kavramı kullanılmaktadır. Devletin kaçak madenlerin varlığına ilişkin toleransı, Coser’ın çatışma kuramı çerçevesinde tartıştığı “emniyet süpabı kurumları”na referans vererek (Polama, 1993: 101-102), Kıray’ın (1964) “tampon mekanizma”

kavramıyla açıklanmaktadır.

Üç işçi grubunun bir bütün olarak sınıf mücadelesini engelleyen politik kontrol araçları, Hall (1985) ve Jessop vd. ‘nin (1984) hegemonik bir projeden farklı olarak devletin toplumsal meşruiyetini sağlamak için sürekli popülist ödüller verdiğini ve bu da işe yaramadığı zaman zor gücünü devreye soktuğunu ifade etmek için kullandıkları

“otoriter popülizm” kavramı; Scott’ın (1972) “klientalizm” olarak da adlandırılan

“patron-yanaşma ilişkileri” tanımı; Lloyd (1984), Makal (2002) ve Hymer’ın (Jonna ve Foster, 2015: 36) “işçi/emek aristokrasisi” tartışmaları; ve Posusney’in (1993)

“restoratif/onarıcı kolektif eylem” tartışması çerçevesinde yorumlanmaktadır.

İşçilerin sınıf kimlikleri veya başka bir ifadeyle toplumsal sınıf aidiyeti ve biz/onlar dikotomisi ise Lloyd’un (1984) Üçüncü Dünya işçilerinin streotipi hakkındaki görüşleri ve Elizabeth Gilboy’un “komşuya ayak uydurma” kavramıyla açıklanmaya çalışılmaktadır. Gilboy, kişinin kendisini komşusuyla kıyaslamasının, toplumsal sınıf aidiyetinde ve maddi servet birikiminde temel bir ölçüt olduğunu ifade etmekte; komşuya ayak uyduramamanın, toplumsal, ekonomik ve kültürel bakımdan aşağı olmanın göstergesi olarak algılandığını öne sürmektedir (Freeman ve Louça, 2012: 221).