• Sonuç bulunamadı

Suçun anlaşılması açısından sapma konusunun açık analizinin yapılması önem taşımaktadır. Toplum içinde yaşayan insanlar günlük ihtiyaçlarını ya da yaşantılarını düzenlemek adına birtakım faaliyetlerde bulunmak zorundadırlar. Bu yolla da ihtiyaçlarını karşılamaları bakımından bazı davranış kalıplarına sahiptirler.

Ne yapmaları gerektiklerine, karşısına çıkan başka bir birey ile ilişki içerisinde

41 olmaları, ilişki içerisinde olduğu insan ile konuşması gerektiğinde, kelimeleri seçerken bile sosyal bir gelişim alanını dikkate almak zorundadır. Kendi yaşamlarına gelince toplum içerisinde ya evlerinde nasıl yaşayacaklarına, nasıl giyineceklerine, ne tür yiyecek tüketmeleri gerektiğine göre davranış kalıplarına sahiptirler. Bu davranış kalıpları toplum tarafından oluşturulmuş, birtakım uyulması gereken kurallar gibidirler (Çoban, 2013: 245). Bu davranış kalıpları, norm olarak ifade edildiğinde yukarı bölümlerde detaylı bir şekilde incelenmişti. Toplumsal normlar;

nelerin kabul edilip edilmeyeceği, yazılı ya da sözlü, resmi ya da resmi olmayan kurallar bütünüdür.

Sapma, bireylerin yukarıda bahsedilen kurallara uymama sürecinde ortaya çıkan bir olgudur. Birey toplum tarafından reddedilebilir ya da davranış toplum tarafından hoş da karşılanabilir. Ancak burada belirtilmelidir ki, bu davranış kuralları toplumdan topluma hatta bölgeden bölgeye değişiklikler göstermektedir. Ayrıca bu kurallar zaman içerisinde de değişime uğrar. Örneğin; kitle iletişim araçları bunun en barizidir. Kitle iletişim araçları bireylerin yaşamlarına öylesine müdahale eder ki bu bireyin davranışlarında dönüşümlere neden olur. Bireyin davranışlarında meydana gelecek bir dönüşüm önce aile sonra da topluma yansır (Durkheim, 1994: 17).

Eşcinselliği incelemek bunun güzel örneklerinden biri olacaktır. Örneğin;

cinsel birlikteliklerde homoseksüel evlilikler toplumda sapma olarak görülürken, bu sorun sapma olmaktan çıkıp kurumsallaşmış aileye doğru gitmiştir. Bazı Avrupa ve Amerika ülkelerinde eşcinsel evliliklere izin verilmiş, hatta Kuzey Avrupa ülkelerinde bu evlilikle birlikte eşcinsel ailelerin evlat edinebilmesi gündeme gelmiştir. Eşcinsellik bu yolla sapma olmaktan çıkıp normal bir olgu halini almıştır.

Bilimsel literatürde Amerikan Psikiyatri Birliği, 1973 yılında eşcinselliği psikolojik bir hastalık olmaktan çıkarıp ruhsal bir sıkıntı olmadığını dile getirmiştir. APA’ya göre; birçok eşcinsel birey duygusal veya cinsel olarak hemcinsi ile ilişki içerisindedir (APA, 2011: 1). İlişkideki tarafların kendi psikolojik algılayışları açısından bu tür ilişkiler ile heteroseksüel ilişkiler bağlamı düşünüldüğünde hiçbir fark yoktur. Tarihsel sosyolojik süreçte eşcinsel ilişkiler ve eylemler aldıkları şekle ve bulundukları kültürlere bağlı olarak zaman zaman takdir edilmiş zaman zaman da yargılanmışlardır. 19. yüzyılın sonlarından beri, eşcinsellerin görünürlülük ve tanınırlıklarının artırılmasının yanı sıra; evlilikler, medeni birliktelikler, evlat edinme

42 ve ebeveynlik; işe ve askere alınma ile sağlık hizmetlerine eşit erişim gibi yasal hakların kazanılması için büyük bir mücadele verilmektedir.

Çok eskilere dayanan ve tıpta geniş tartışmalara neden olan, akıl almayacak yöntemlerle tedavi sürecine tutulan veya şuanda da tutulmakta olan, dinler tarafından çok ağır şekilde cezalandırılan eşcinsellik modern zamanlarda artık bilim adamları tarafından bir hastalık olarak görülmemektedir. Son 35 yıldır psikologlar, psikiyatrlar ve diğer ruh sağlığı uzmanları eşcinselliğin hastalık, ruhsal bozukluk veya duygusal bir sorun olmadığını onayladılar. İlk olarak 1973’te Amerikan Psikiyatri Derneği yönetim kurulu, eşcinselliğin hastalıklar kategorisinden çıkartılmasına karar vermişti.

Karar, Amerikan Psikiyatri Derneği’nin bir yıl sonra (1974) yapılan yıllık genel kurulunda üyelerin çoğunluğu tarafından onaylandı. Amerikan Psikiyatri Derneği, 2006’da yapmış olduğu genel kurulunda söz konusu kararı tekrar yeniledi. Benzer şekilde 17 Mayıs 1990 tarihinde Dünya Sağlık Örgütü (WHO), eşcinselliği hastalıklar listesinden çıkardı. 1992’de bu karar, ICD-10 (Hastalıkların Uluslararası Sınıflandırılması) listesine resmen kaydedildi. 1994 tarihinden itibaren WHO üyesi tüm ülkeler yeni yöntemlendirmeler kullanmaya başladı (ILGA, 2013: 2).

Eşcinselliğin bir hastalık, bozukluk ya da eksiklik olmadığını; 3 farklı cinsel yönelimden biri olduğunu ve doğuştan ya da 3 ile 4 yaşlarına kadar belirlenen, kişinin kendi seçmediği bir durum olduğu tıp bilim tarafından tespit edilmiş; bu durum kabul görmüş ve eşcinseller çoğu gelişmiş ülkelerde eşcinseller arası resmi evlilik dâhil olmak üzere heteroseksüellerin sahip olduğu pek çok hakka kavuşmuştur.

Amerikan Psikiyatri Birliği (APA), 1973 yılında eşcinselliği, "Akıl Hastalıkları Teşhis ve İstatistikleri Kılavuzu"ndan çıkarmıştı. Günümüzde APA'nın pozisyonu, objektif ve iyi planlanmış bilimsel çalışmalar ve klinik psikoloji ya da psikiyatri doğrultusunda eşcinselliğin insanların cinselliğinin "pozitif ve normal"

çeşitlerinden biri olduğudur. APA'ya göre; eşcinselliğin geçmişte bir akıl hastalığı olarak görülmesinin nedeni, akıl sağlığı alanında çalışan profesyonellerin ve toplumun bu konuda taraflı şekilde bilgilendirilmiş olmasıdır. 1 Ocak 1993 tarihinde Dünya Sağlık Örgütü (WHO) eşcinselliği "Uluslararası Hastalıklar Sınıflandırması"ndan çıkarmıştır. ICD-10 maddesi "cinsel yönelim, tek başına, bir rahatsızlık/hastalık olarak kabul edilemez" şeklindedir.

43 Sosyal yapılar çeşitli sosyal grupları, kurumları ve sosyal değerleri kapsamaktadırlar. Değerler ise, kendi aralarında sınıflandırılabilmekte ve sosyal gruplara, kurumlara şekil verebilmektedirler. Bu açıdan bakıldığında, değerler toplumsal yapıda değişken bir yapıya sahip bulunmaktadırlar. İnsanlar da kendi şahsî bütünlükleri ile sahip bulundukları değer hükümlerine göre çeşitli grupların, kurumların sosyal değerlerini yaşamakta ve aynı zamanda birbirlerine aktarmaktadırlar. Kişiliğe sahip olan her birey içinde bulunduğu kurumun ve kendi kişisel değer yargılarına tabii olarak aynı sosyal grubun diğer fertlerinden bu değer hükümlerine uymalarını istemektedir. Bu arzu, her defasında belirli soyut istekleri somut hale getirir. Fakat sosyal grubun her bireyi her zaman bu beklentilere yeterince uyamaz ve yanıt veremez (Nirun, 1970: 405). Kişisel ihtiyaçlarını cevaplandırma olumlu, olumsuz ya da tamamen anlamsız bir şekil ile belirmiş olur ki bu olay iki birey arasındaki sosyal münasebetin yönünü ve varlığını belirler. Acaba, niçin bazı şahıslar kurumların değerlerinden ve diğer şahısların değer hükümlerinden uzak kalabilmekte ve böylece toplumun değer yargılarına ters düşebilmektedirler? Başka ifade ile niçin bazı bireyler kurumların ve bireylerin değerlerine ve değer hükümlerine dayalı bulunan beklentilerinden sapmaktadırlar? Değer hükümleri kendi aralarında “iyi” ve “kötü”; “faydalı” ve “faydasız”; “güzel” ve “çirkin” gibi ayırımlara ve ters durumlara tabii tutulmaktadırlar (Nirun, 1979: 406). Bunlar yapılar içinde, çeşitli, birbirlerine göre olayların niteliğine bağlı olarak beliren değer hükümleridir.

Sapma davranışı, bireyin toplumsal kurallara aykırı davranışlarda bulunmasıdır. Bu davranışlardan bazıları suç sayılmaktadır. Bazıları ise toplum tarafından hafif bir yaptırımda bulunulmakta, bazıları ise hoş karşılanmaktadır.

Davranışlara verilecek cezalar da davranışların ya da suçun ağırlığına göre değişmektedir. Bireylere toplum tarafından ağır yaptırımlar uygulanabilmekte olduğu gibi tam tersi de mümkün görünmektedir (Çoban, 2013: 246). Örneğin; Türk toplumunda kız arkadaşını eve getirme davranışı yaşa göre değişmekle birlikte ergenlikte Anadolu insanı tarafından hoş karşılanmamaktadır. Ancak Batı toplumunda bu olaya verilen hassasiyet çok daha düşüktür.

Sosyal kurumlar ve yapılar, sosyal ve kültürel sistemler ile birlikte düşünülmedikçe tam olarak anlaşılamazlar. Öncelikle bir sosyal kurum ve yapı

44 birlikte düşünülmelidir. Sosyal grubun kendilerinin sahip olduğu bir ya da birden fazla sosyal sistemleri olması gerekir. Bu, ya büyük bir sistemdir ki, bu sistem kendi içinde ikinci dereceden daha küçük sistemlere bölünür; sonuç olarak bir sistem gibi ele alınır ya da benzer anlam derecesinden birden fazla sistemler yan yana belki de arka arkaya kendi aralarındaki işlevlerini tamamlayarak sonuca varırlar (Nirun, 1970:

406). Bu sosyal organizasyonun üyeleri birbirleriyle etkileşim ve iletişim içinde bulunurlar ve diğer grupların üyeleri ile aynı zamanda ve aynı grup içinde etkileşmeleri söz konusu olamaz. Sosyal grup kendi içerisinde iletişim içerisinden olduğundan başka grup tarafından kabul edilmez, kendi grubunun daha da içine girmesini sağlar. Bir sosyal gruba katılmak, grubun sosyal organizasyonu içinde bir sosyal sisteme katılmak anlamını taşıyor ki grup üyeleri burada sistemin bir kısmı olma durumundadırlar. Böylece sosyal gruplar sistemleri sayesinde ve sistemlerinin ulaşabildikleri sonuç noktaları ile birbirlerine karşı sınırlandırılmış olurlar.

Bu sosyal gruplardan birine uymayan ya da katılamayan bireylerin durumu asıl olarak önem arz etmektedir. Bireyin, -örneklerini yukarıda verdiğimiz- temel bir ötekileştirilmesi meydana gelir. Ötekileştirilen birey ya Durkheim’in ifade ettiği gibi intihara sürüklenecek ya da suç davranışını gerçekleştirecektir. Suç davranışını gerçekleştirecek olan bireylere; sokak çocukları, köyden kente göç etmiş olan bireylerin uyum sağlayamaması gibi örnekler verilebilir. Bu bireyler toplumsal normlardan ayrıldıkları için herhangi bir sosyal gruba dâhil olamamış ve toplum tarafından davranışları bir yaptırım ile karşılaşmıştır. Toplumun verdiği cezalar sadece hapse atmak olmadığı gibi ötekileştirme de çok önemli bir yaptırım var olagelmiştir. Toplum bu tür bireyleri ya kendi içerisinde istemez ya da onları bazı yerlere göç etmeye zorlarlar. Örneğin; Hitler’in Yahudilere Almanya’da bir getto oluşturmasının psişik altyapısında, Yahudilerin Alman toplumsal gruplarına dâhil olamadıklarını ve ötekileştirildiklerini görmekteyiz. Hitler bu bireyleri cezalandırarak soykırıma uğratmış ya da onları kent dışında getto oluşturarak bu bireyleri yalıtmıştır.

Sosyal sistemlerde sapmaların “sosyal problemler” ile de yakın alakası görülmektedir. Bazı sosyal problemler sapma olayların sonucunda ortaya çıkabileceği gibi, bazıları da sapma hareketlerinden ibarettirler. Sosyal ve kültürel hareketler ile değerlerden sapma işleminin kendisi bir sosyal problem olarak

45 belirmektedir. Fakat bir gerçeklik de vardır ki, bütün sapmalar bir sosyal problem olmadığı gibi; birçok sosyal problem de sosyal sapmaları açıklamayabilir. Bir olayın sosyal problem olması için toplumun bir bölümüne ya da tamamına etki etmesi gerekmektedir.

Bireyler gruplar halinde toplumun temel kurallarını ihlal ve ihmal ederler ve böylece grupsal esaslarda toplum için yıkıcı hareketler ortaya çıkar. Burada Durkheim’in “anomi” kavramı ile tanımladığı, bir toplumsal düzensizlik ortaya çıkacaktır. Dolayısıyla toplumun temel kurallarına uymama, toplumun sistemlerinin emredici sonuçlarından uzaklaşma ve ayrılma, kişisel ya da grup halinde ortaya çıkar. Her iki çıkış şeklinin sonucunda da istenmeyen sosyal problemler meydana gelir. Toplum, çeşitli sapmalara karşı farklı geri bildirimlerde bulunur. Bu geri bildirimler ise, sapan şahısları daha etkili bir şekilde bir araya getirir ve daha sıkı bağlı sapma grupları ortaya çıkmış olur (Nirun, 1970: 411). Örneğin; küçük gangster gruplarında olduğu gibi. Sapma grupları; suçlu çocukların çeteleri, cinayet işleyen ya da cinsel suç işleyen gruplar, sözleşmeye bağlanmış gibi görünen büyük sosyal grup tarafından izole edilir ve büyük grup tarafından bunlara karşı mücadele başlatılır.

Yabancılaşma süreci incelenecek olunursa; sapan birey önceki sosyal gelişim alanına yabancılaşır ve yalnız olarak yaşımını idame etmeye devam eder ya da başka bir grup arkadaş aramaya koyulur. Bu çelişkili durum arz eden uçta artık bu birey sapma derecesine varmış hareketleriyle önceki normal arkadaş grubundan kopmuş olur. Ancak, onun anormal içkili halleri önceki arkadaşlık grubundan kazandığı ya da öğrendiği davranış tarzları değildir. Bu haller, sadece bu şahsın ferdi tamlaşmasının noksanlığından ileri gelen, şahsiyet bütünlüğünü kazanamamış olmasından doğan davranış şekilleridir ki bir taraftan şahsi benliğindeki çatışmalara diğer taraftan geçmişteki sosyal ilişkilerinin etkilerine dayanırlar. İşte sapmanın bitmesi ile yukarıda örneklenen içkili birey yeni katılacağı toplumsal gruba bazen eski toplumsal grubun değerlerini getirebileceği gibi bazen de getirmemektedir.

Ancak kendisinin kazanmış olduğu değerler ile birlikte yeni değerler getireceği ve grubu etkileyeceği, ardından ise grup tarafından etkileneceği açıktır.

46 1. 9. Toplumsal Düzen Problemi

Toplumlar başlangıcından itibaren düzen içerisinde yaşamaya eğilimlidirler. Bu yaşamı sağlamak için toplumsal kurallar oluşturup bireylerin de o kurallara itaat etmelerini beklerler. İnsanların sınırsız istek ve arzuları vardır. Ancak bu arzular sadece bir insanda değil de tüm toplumun bireylerinde toplanmış olması nedeni ile bu arzuların sınırlandırılması ve bir düzene oturtulması isteği toplumların yüzyıllar boyunca uğraşları olmuştur. Devletler oluşturmuşlar, anayasalar yapmışlar, kanunlar düzenlemişler ve bürokrasi gibi bir yapı getirmişlerdir. Toplumsal düzen konusunda iki önemli açıklamayı dikkate almak zorundayız. Birincisi Durkheim’in;

ikincisi ise Marx’ın açıklamasıdır. Durkheim’in ifadesiyle, toplumda düzenin sağlanmasında toplumun kendi isteği ile ortaklaşa paylaşılan değerler, kurallar ve bunun gibi yapılar vardır. Modernleşme öncesi toplumların toplumsal yapılanmaları genellikle din ve gelenek üzerine kurulu idi. Modernleşmenin etkisinin artması ile birlikte Durkheim, iki dayanışma biçimi ortaya atmış ve bunları modern öncesine ait mekanik ve modern sonrasına ait organik gruplar olarak tanımlamıştır. Dayanışma sürecinde modern dönemde toplumsal düzeni sağlayacak olan şey organik dayanışma biçimi olacaktır. Marx ise toplumsal düzenin mevcut yapı içerisinde zorlukla korunabildiği düşüncesindedir (Marshall, 2005: 742-743). Toplumsal çatışma Marx’ta her zaman güçlünün güçsüzü yenmesi biçiminde olur. Bu çatışma sürekliliği toplumsal düzenin sağlanması açısından oldukça büyük öneme sahiptir.

Durkheim’in temel toplumsal düzen probleminde ana konuyu din oluşturmaktadır. Din araştırmalarını sosyal teorisinin temeline oturtmuş olan Durkheim, toplumsal düzen konusunda da dinin yerini yadsımaz. İfade edilmesi gereken din kuralları toplumsal düzen açısından önemli bir yerdedir. Din kurallarını inceleyecek olursak, öncelikle din kuralları tanrı tarafından bir ya da birkaç birey aracılığı ile toplumlara uyması için ulaştırılmış olan emir ve yasaklardan oluşur.

Toplumsal ilişkileri düzenleyen din kuralları tüm dini düşüncelerde bir takım benzerlikler gösterir. Bu benzerliklerin sebebi toplumsal düzen açısından toplumların bazı benzer özelliklere de sahip olmasıdır. Örneğin; bütün dinlerde insan öldürmek yasaklanmıştır. Bütün dinler insanların huzuru için gönderilmiştir

47 Ancak din kuralları toplumların modern bir döneme geçmesi ile etkisini yitirmeye başlamıştır. Bu kuralların yerini pozitif hukuksal kurallar almış toplumsal düzenleme mekanizması farklı boyutlarda işlerlik kazanmıştır. Yaptırımları maddileşmiş, hapis cezalarına ağırlık verilmiş, bireysel özgürlükler ön plana çıkmıştır. Bununla birlikte pozitif kuralların tam aksine din kurallarının koyduğu emir ve yasaklara aykırı davranışta bulunan kişiler manevi yaptırımlarla karşılaşırlar.

Bu açıdan bakıldığında eğer din özelliği gereği bu dünyada yaptırımı desteklemiyor ve öbür dünyada Tanrı tarafından verilecek bir ceza sistemini öngörüyorsa yaptırımları manevidir denilebilir. Ancak din kuralları İslamiyet’te olduğu gibi bu dünyadaki işlerliği düzenlerse bazı maddi yaptırımlara da neden olabilir. Örneğin;

manevi yaptırımlar hâkim olan dinlerde yoksullara yardım etmek, din kurallarının emirlerinden biridir (Megep, 2007: 5). Ancak, yoksullara yardım etmeyen bir zengin için bu dini kuralı yerine getirmediğinden dolayı maddi bir yaptırım uygulanamaz.

Ancak yaptırımları ile bu dünyadaki toplumsal yaşama ve düzene yaptırım uygulayan dinlerde bu durum tersidir. Örneğin; hırsızlık karşısında bir el kesme cezası bu kapsamdadır.

Dinin toplum hayatına etkisi ve toplumsal düzen içerisindeki durumunu incelerken üzerinde durulması gereken önemli bir nokta da dinin ayrılıkçı işlev de gösterebildiğidir. Tarihsel sosyoloji açısından bakıldığında toplumların kendilerini diğerine üstün kılmak ya da kabul ettirmek için yaptığı dini savaşlar örnek gösterilebilir (Ülgener, 1981: 28-29). Bu savaşların en önemlilerinden biri Avrupa’da yaşanan mezhep savaşlarıdır. Örneğin; Protestanlığın yayılmasını dikkate alacak olursak, dini çatışmalar sonucunda bir noktaya gelinmiş biraz da özgürlükçü bir düzleme ulaşılmıştır.

Kadim toplumlardan ileri modern toplumlara doğru toplumsal yapı ve düzen mekanizması farklılaşmaya uğramıştır. Kadim toplumlarda toplumsal yönetimde ve yaşamda klanların varlığı ve bu klanın da bir başkanı olduğu gerçektir.

Hem dini hem dünyevi bakımdan toplumun lideridir. Kutsallıklar ve bunların korunması da klan liderine düşmektedir. Konumu onu diğer kişilerden daha ayrıcalıklı bir üst noktaya da çıkarmaktadır. Ayrıca bu kişiler klanın düzeninde ve bu düzenin sağlanmasının uygulamasında aktif rol aldıkları da görülür. Aynı zamanda, ister irsiyet yoluyla veya ferdi kabiliyetleriyle kazanılmış olsun, sosyal statünün dini

48 hayat ve faaliyetlere katılımlarla daha da değer kazandığı görülmektedir (Nalçacıoğlu, 2011: 280-281). Bu kişiler klan içerisinde hem yargılama yapabilirken hem de iktisadi olarak kendilerini geliştirmişlerdir. Kadim toplumlarda servet, akrabalık ve geçmiş avantajlar, dini faaliyet, dini fonksiyonların belli kişilere tahsisi arasında karşılıklı ilişkiler sergilendiği bilinen gerçeklerdendir. Kadınlar erkeklerden daha çok dini hayata eğilim göstermekte, buna karşılık erkeler ibadetlerin yönetiminde kadınlara öncülük kazanmakta; özellikle Afrika yerlilerinde kadınlar, özel ibadet şekillerine sahip olmakta; Melanezya'da ise cemaat kültüründen tamamen tecrit edilmektedir. Görüldüğü gibi yaş ve cinsiyet farklılıkları ile din arasında bu belirtilen özelliklere uygun veya dini yönlendirmenin isteklerine bağlı etkileşim süreçlerinin birbirini izlediği gözlemlenmektedir (Günay, 1982: 74-76).

Sonuç olarak; din, toplumsal yaşantı içerisinde çeşitli düzenleme mekanizması içeren, bazı çatışmalara da yol açabilen maddi ve manevi kurallar bütünüdür. Din, toplumsal yapıda bir düzenleme mekanizması olması açısından bakıldığında olumlu birçok yönünün olmasının yanında, içindeki farklılaşmalardan dolayı da farklı çatışmalara yol açabilmektedir. Din de çeşitli farklılaşmalar yolu ile toplumsal hayat içerisine derin nüfuz etmiş ve toplumda bir iş bölümünün bile oluşmasını sağlamıştır. Adeta türlü mesleki ve sosyo-ekonomik faaliyetlerin oluşturduğu kompartımanlara sosyal tabakalara bölünen toplum üyelerinin temel inanç etrafında kaynaşması ile sosyal bütünleşmeyi etkin bir biçimde sağlamıştır (Günay, 1982: 78-85).

Genel bir değerlendirme olarak; ister basit ister karmaşık bir toplum olsun sosyal yapı olgusunun üzerinde, diğer sosyo-ekonomik ve kültürel fonksiyonların yanında dini toplumsal düzen, insanlara kazandırdığı akıl ile evrenin algılanmasında, uygun hayat tarzlarının akıllarda meşrulaşmasına ve pratik hayatta değer kazanmasına, bu beliren şeklin peşinde insanların koşmalarına sosyal bütünleşme içerisinde yer veren bir fonksiyona sahip olduğu açık bir biçimde belirmektedir (Nalçacıoğlu, 2011: 280-281).

Özetle din, toplumsal düzen mekanizmasında bireylerin düşüncelerinde etkin bir yer tutarak onların yaşamını inançlar ve değerler üzerinden kontrol eder. Bu mekanizma sayesinde toplumlar bazı konularda ister istemez dini kurallara uygun

49 davranmak zorunda kalırlar. Dini kurallar yaptırımları bakımından modern toplumlarda etkisini yitirse de toplumsal yaşamda bu yaptırımların izleri devam etmektedir. Din, ilkel topluluklardan tutun da karmaşık toplumlara kadar toplumsal yapının biçimlenmesini etkiler. İlkel toplumlarda klanın liderinin hem bireysel isteklerinin hem de dini isteklerinin birer düzenleyici olduğu yukarıda belirtilmişti.

İster genetik ister kabiliyetler yoluyla kazanılmış olan statünün, dini faaliyetlere katılımlarla daha da değer kazandığı görülür. İnsani düzen sisteminde hayata geçen bu sistem; bireyin kişiliği, organik davranışlar ve sosyal sistem rol oynarken birbirleriyle de karşılıklı ilişkileri içerir (Nalçacıoğlu, 2011: 280-281). Dinî ve kültürel düzenleme sistemini, bireysel hareket sisteminden çıkarmak, insanın birçok davranışlarını açıklamayı ve onu anlamayı imkânsız kılar. Çok tanrılı dinlerde Tanrı imajı ile toplumlarının ait olduğu ekoloji veya sosyo-ekonomik ve kültürel özellikler;

demografik ve coğrafî şartlar arasında sıkı bir ilişki vardır. Din, çağları aşan ve

demografik ve coğrafî şartlar arasında sıkı bir ilişki vardır. Din, çağları aşan ve