• Sonuç bulunamadı

Kentler, tarihsel süreç içerisinde her daim önemini koruyan yerleşme alanları olmuştur. Ancak 18. yüzyılda meydana gelen Sanayi Devrimi, kentlere başka bir boyut kazandırmıştır. Sanayileşme ile birlikte kentlerde iş imkânları artmış, bunun sonucunda kır nüfusu kentlere yönelmiş ve kentleşme hareketleri başlamıştır. Bu anlamda kentleşme süreçleri de Sanayi Devrimi’nden sonra yaşanan gelişmeler çerçevesinde ele alınmıştır.

Sanayi Devrimi’nin başlangıcında, kentlerin ekonomik yapısında burjuvalar önemli rol oynamaktaydı. Gelişen ticaret yaşamı ile sanayi öncesi dönemin izlerini taşıyan zanaatlar bütünleşebilmişti. Bununla birlikte Sanayi Devrimi, geleneksel kent yapısını sarsmaya, değiştirmeye önayak oldu. Tüm sanayi dalları eski kentlerin dışında, enerji kaynakları, ulaşım araçları, ham madde kaynakları ve insan gücünün ucuz ve kolay olduğu alanlarda kuruldu ve buralarda yerleşmeyi ön plana çıkardı. Fabrikalar yakınında, sanayi kapitalizminin simgesi olan işçi kentleri doğdu. Bu sebepten dolayı Sanayi Devrimi sonrasındaki kentleşme, sanayileşmenin bir yan ürünü olarak görünmekte, sanayileşme ve kentleşme ayrılamaz bir biçimde birbirine bağlı olaylar olarak meydana gelmektedir (Keleş, 2012: 33). On sekizinci yüzyılın ortasından itibaren Sanayi Devrimi İngiltere’de başlayıp değişik hızlarla Avrupa’nın diğer devletlerine yayıldı. Bu süreçler, on üçüncü yüzyıldan beri ilk kez Avrupa’daki kent sisteminin nitel ve nicel boyutlarının değişmesine neden olmuştur (Benovolo, 1995: 188).

İlk olarak kırsal kesimden kente yapılan göçler de dahil olmak üzere nüfus artışı kentlerin hızla büyümesine neden oldu. Londra’nın nüfusu on sekizinci yüzyılın sonunda bir milyon sınırını aşıp 1851’de 2.500.000’e ulaştı. Bu sayı, eski ya da modern diğer bütün kentlerin nüfusunun üzerindeydi. Manchester gibi bir sanayi kentinin 1760’da 12.000 olan nüfusu on dokuzuncu yüzyılın ortasında 400.000’e çıkmıştı. Aynı zamanda, toprak, kapitalist bir ilke doğrultusunda yeni bir düzene göre ekiliyordu; yeni

20

yollar, kanallar ve 1830’dan sonra demiryolları yapıldı. Sanayi, önceleri suyun getirdiği ana caddeler boyunca, sonra da kömür ocakları merkezlerinin çevresinde yoğunlaştı (Benovolo, 1995: 188-189). Sanayi Devrimi ile birlikte üretim sistemlerinde meydana gelen değişim ekonomik faaliyetleri kökten değiştirmiş, toprağa bağlı olarak üretim yapan kırsal nüfus kentlere göç ederek kentler ve çevresinde kurulan fabrikalarda çalışmaya başlamıştır. Dolayısıyla kentlerde ve sanayileşen kentlerdeki yaşam biçiminde köklü dönüşümler meydana gelmiştir.

Mumford sanayileşen kenti şöyle anlatmaktadır: “19. yüzyıla kadar kent içinde yapılan şeyler arasında kabaca bir denge söz konusuydu. İş ve ticaret her ne kadar daima önemli olmuşsa da din, sanat ve oyun da kent sakinin enerjisinden kendi payının tamamını talep etti. Ancak kapitalizm; pazarın hacmini genişletmeyi ve kentin her parçasını alınıp satılabilir bir meta haline getirmeyi hedeflemişti; örgütlü kentsel el işinden, geniş çaplı fabrika üretimine geçiş ise sanayi kentlerini günde on iki-on dört saat, hatta bazen yirmi dört saat sürekli oflayıp puflayan, tangırdayan, iç gıcıklayıcı sesler çıkaran, duman salan karanlık kovanlara dönüştürdü” (Mumford, 2007: 548-549). Sanayileşme ile birlikte yeni kent kompleksindeki ana unsurlar fabrika, demir yolu ve kenar mahalleler olmuştur. Bizatihi bu unsurlar sanayi kentini oluşturuyorlardı. Sürekli nüfus artışı yaşayan sanayi kentleri, kenti karakterize eden kurumların gölgesine bile sahip olmadan yüz kat daha büyüyebilirdi ve büyüyordu. Bu kentlerde, büzüşmüş, kalıntı biçimler sayılmazsa, taş çağının karakteristik organları bile yoktu (Mumford, 2007: 561-562). Kentlerin bu şekilde kontrolsüz ve hızlı büyümesi, kentlerin kurumsallaşmadan ve kentsel fonksiyonlardan uzak olarak büyümesine yol açmıştır.

Bu yeni modelde kentin kendisi fabrikalar, demir yolları, yükleme istasyonları ve çöp tepelerinden artakalan yerlere kurulu anlamsız cadde ve bulvarlarla tuhaf şekilli parçalı arazilerden meydana gelen bir yapıya dönüştü. Bütünlüklü bir belediye yönetiminin veya planlamasının yerine, kentin karakterini belirleme ve sınırlarını çizme işi demir yoluna kaldı. Böylece demir yolu, kentin tam göbeğine sadece gürültü ve iş getirmedi, sanayi tesislerini ve ancak böyle bir ortamda var olabilecek bir kötü yapılaşmayı da getirdi. Sanayi kentinde bu çevresel bozulma ile birlikte işçiler için konut sorunu şöyle çözülüyordu: Eski temeller üzerinde büyümüş olan sanayi kentlerindeki işçiler ilk olarak eski tek ailelik evlerden bozma kiralık barakalara yerleşti. Bu derme çatma evlerde her odada artık bütün bir aile yaşıyordu. Dublin’den, Glasgow

21

ve Bombay’a, bu her odaya bir aile standardı uzun süre devam etti (Mumford, 2007: 564-565).

Engels de 1872 tarihli eserinde, Sanayi Devrimi sonucunda nüfusun ani bir şekilde artması ile kentlerin yoğun göç almasının, kira oranlarında büyük artışa neden olduğunu ve konut sorununu doğurduğuna dikkat çekmektedir. Sanayileşme ve kentlere göç hareketleri sonrasında ortaya çıkan konut sorununu çözmek için fabrika çevrelerinde işçi konutları inşa edilmeye başlanmıştır. Ancak inşa edilen işçi konutları sorunu çözmekten ziyade beraberinde yeni sorunlar da getirmiştir. İngiltere’de büyük fabrikaların bulunduğu yakın yerlere işçi konutları yapılması 60 yılı aşan süredir gelenek haline gelmiştir. Daha önce bahsedildiği üzere, fabrikaların çevresinde yerleşim alanlarının açılması, sorunları da birlikte getirmiştir. Dolayısıyla bu koloniler konut sorununu çözememiş, tam tersine konut sorunu yumağı oluşturmuştur (Engels, 2013: 63). Birçok sorunun beraberinde ortaya çıktığı sanayi devriminin ilk yıllarından sonra, işçi ücretlerinde, konut sorunlarında ve kent içi ulaşımı gibi konularda çözüm arayışları başlamış 19. yüzyılın sonlarına doğru bir takım iyileşmeler yaşanmıştır.

19. yüzyıl biterken şehir yapısını biçimlendirmede iki faktör önemliydi. Bunlar; yeni kapitalist endüstriyel ekonominin oluşturduğu refah seviyesindeki yükselme ve kentsel reform hareketlerinin büyümesiydi. Reel ücretler artmaya, ulaşım sistemleri gelişmeye başladı. Bunu 20. yüzyılın ilk on yılında elektrikli tramvaylar ve otobüsler ve nihayet özel arabalar izledi. Şehrin mekânsal düzeni üstünde özel arabaların önemli etkisi vardı ve banliyölerin gelişmesine neden oldu. Banliyöleşme ile birlikte aynı zamanda mülkiyete geçiş ve konut sahipliğinin artan rolü ortaya çıktı (Thorns, 2004: 17). İlk romantik banliyöler, kirli metropolün yarattığı bunalım ve düzensizliğe orta sınıfın kişisel bir çözüm bulma çabası, yurttaş sorumluluğundan ve belediye tedbirlerinden bir kaçıştı (Mumford, 2007: 599).

19. yüzyıl sanayi devrimine bağlı olarak kent kavramının değiştiği ve günümüz anlamındaki tanımına eriştiği bir yüzyıl olmuştur. 20. yüzyıla gelindiğinde ise artık kentleşme hareketleri sadece sanayi devriminin başladığı kıta Avrupa’sında değil, farklı özellikler gösterse de dünyanın diğer bölgelerinde de yaşanmaya başlamıştır. Ancak, Avrupa ülkeleri ile geri kalmış ve gelişmekte olan ülkelerin konut sorununa buldukları çözüm yöntemleri de farklı olmuştur.

22

Gelişmiş ülkelerde büyük şehirlerin etrafında banliyöler oluşurken, geri kalmış veya kalkınmakta olan ülkelerde ise büyük şehirlerin etrafında, çöküntü alanları oluşmuştur. Bu durum; gelişmiş ülkelerin refah toplumlarının şehir gürültüsü ve stresinden kaçarak, yeşili bol çevrelerde mekân tutma arzusu ile gelişmekte olan ülkelerdeki kırsal kesim insanlarının, daha iyi yaşamak için şehirlere akın etmesi sonucu, şehirlerin etraflarında derme çatma evlerde ve sağlıksız çevrelerde ikamete mahkum olmasının ters benzeşimidir (Bayraktar, 2006: 43).

Kentleşme, bu özellikleri ile 20. yüzyılın ayırt edici özelliklerinden biri olmuştur. Gelişmiş olsun, gelişmekte olsun, kapitalist olsun, sosyalist olsun bütün ülkeler, kentleşme olayının ve sonuçlarının etkileriyle karşı karşıya kalmışlardır. Dünya nüfusu 1800’de 990 milyon iken, 1900’de 1.5 milyara, 1960’ta 3.3 milyara yükselmiştir. 21. yüzyılın başında da 7 milyarı bulmuştur. Bunun yanı sıra, kentleşmenin çok daha büyük bir hızla ilerlediği görülmektedir. Nüfusu 100 bini aşan kentlerde, 1800 yılında dünya nüfusunun sadece % 1.7’si yaşarken, bu oran 1900’de % 5.5’e, 1970’te ise % 22’ye yükselmiştir. 1800 yılında 15 milyon olan kentli nüfus, 1980’lerde 800 milyona yükselmiştir. 2000’li yılların başında ise yeryüzünde 3,5 milyar kişi kentlerde yaşamaya başlamıştır. Birleşmiş Milletlerin verilerine göre 1980’lerde sayıları 35 olan 5 milyondan kalabalık kentlerin sayısı, 21. yüzyılın başında 60’ı geçmiştir (Keleş, 2012: 33-34). 2018 yılı itibari ile nüfusu 5 milyondan kalabalık kentlerin sayısı 81’dir.

Günümüzde dünya nüfusunun % 55,3’ü kentlerde yaşamaktadır. Birleşmiş Milletlerin yayımlamış olduğu 2018 yılı verilerine göre 1 milyon ile 5 milyon arasında nüfusa sahip 467 kent bulunmaktadır. Nüfusu 5 milyon ile 10 milyon arasında olan 48, nüfusu 10 milyonu aşan ve megakent olarak tanımlanan 33 kent bulunmaktadır (Şekil 2). Gelişmiş bölgelerde nüfus artış hızının yavaşlamasından dolayı, megakentler çoğunlukla gelişmekte olan bölgelerde yer almaktadır. Gelişmiş bölgelerde kentleşme oranı % 80 ve üzerindedir. Geri kalmış ve gelişmekte olan bölgelerde ise bu oran düşmektedir (Şekil 2). Asya kıtasında kentleşme oranları % 50 civarında iken kentleşmenin en düşük olduğu kıta % 43 ile Afrika kıtasıdır. Ancak nüfus projeksiyonları incelendiğinde, geri kalmış ve gelişmekte olan bölgelerde kentleşmenin yüksek oranda devam edeceği ve 2030 yılında dünya nüfusunun % 60’4’ünün kentlerde yaşayacağı tahmin edilmektedir (UN World Urbanization Prospects, 2018).

23

Şekil 2: Dünya Kentleşme Oranları ve Şehir Nüfus Büyüklük Sınıfları Haritası

Kaynak: www.population.un.org/wup/maps/-değiştirilerek

Günümüzde kentler, sonunda kır üzerinde tam bir tahakküm kurmuş görünmektedir. Gerçekten de banliyölerin açık alanlara eşi görülmemiş bir ölçekte yayılmasıyla, kent tarım alanlarını ve doğal dünyayı tam anlamıyla yutmuş, komşu kasaba ve köyleri genişleyen metropoliten bir varlığın içine çekmiştir (Bookchin, 2014: 37). Tarihsel süreç içerisinde de görüldüğü üzere Batı’da kentleşme liberal bir ekonomik düzen içinde başlamış ve gelişmiştir (Keleş, 2012: 35). Sermayenin yetersiz kaldığı dönemlerde ise gelişmekte olan ülkeler başta olmak üzere, birçok ülke müdahaleci ekonomik sistemlerin yardımıyla kentleşme sorunlarına çözüm arayışına gitmiştir.

Ancak, gelişmiş ülkelerde devletin içine girdiği mali kriz, az gelişmiş ülkelerde ise izlenen ithal ikameci politikaların tıkanması neoliberal politikaların uygulanmasına yol açmıştır. Neoliberal politikaları ise bir önceki dönemden ayıran nokta sadece devlet merkezli gelişme stratejilerinin ya da sosyal devlet uygulamalarının sona ermesi değildir. Aynı zamanda, sermaye birikim süreçlerinin coğrafyası da değişmeye başlamıştır. Neoliberal politikaların ve küreselleşme sürecinin gerek gelişmiş gerekse de az gelişmiş kentler üzerindeki etkisi dramatik olmuştur (TÜBA Raporu, 2006: 34).

Küreselleşme, kentlerin bölgesi içinde yayılarak sınırlarının kalkması sürecini pekiştirmiş, sermayenin ve işgücünün küreselleşmesi kent mekânlarının ekonomik, politik ve kültürel olarak bugüne kadar görülmemiş şekilde heterojenleşmesine yol

24

açmıştır. Yeni sanayi mekânları oluşurken sınıf kimlikleri yeniden tanımlanmakta ve kentlerde sınıfsal mekânsal ayrışma yeniden biçimlenmektedir. Bu gelişmelerin sonucu olarak günümüzde oldukça farklı bir kent mekânı, kentlerde yeni sosyal hareketler ve kentlerin yönetimine yeni yaklaşımlar ortaya çıkmaktadır (TÜBA Raporu, 2006: 16-18).