• Sonuç bulunamadı

3.2. KENTSEL DÖNÜŞÜMÜN TARİHSEL GELİŞİMİ VE EKONOMİK

3.2.1. Üretim Sisteminin Değişmesi ve Kent Planlama

Kentleşme bölümünde de bahsedildiği üzere 18. ve 19. yüzyıllarda başlayan ve hız kazanan Sanayi Devrimi ile birlikte öncelikle Avrupa kentleri olmak üzere, kırsal alanlardan kentlere doğru yoğun bir göç akışı ile karşı karşıya kalmıştır. Yoğun göç akışı ile birlikte kentlerde konut ve yerleşme sorunları, çevre ve bulaşıcı hastalık sorunları, sosyal ve kültürel sorunlar yaşanmaya başlamıştır. Kentlerin içinde ya da hemen kıyısında yer alan sanayi tesisleri, bir yandan kentler üzerinde büyük bir kirliliğe yol açmış, bir yandan da sanayi tesislerinin yanındaki geniş alanlara yayılmış, sağlıksız, hijyen ve altyapı sorunları bulunan işçi konutları kentler için sorun haline gelmiştir. Bu durum, kentsel alanlarda ciddi boyutlarda çöküntülere neden olmuştur. Ortaya çıkan çöküntü alanlarına karşı, Avrupa’da 1870-1880 yıllarında tüm metropollerde yoğunlaşan geniş kapsamlı kent planlarıyla birlikte modern merkezlerin yaratılmaya başlandığı bilinmektedir (Bonacorsi, 1996 aktaran Özden, 2016: 51).

19. yüzyılın ikinci yarısındaki hızlı kentleşme sürecinde ortaya çıkan bu sorunlar, hem şehir planlamasının hem altyapının önemini ortaya koymuştur. Bir yandan evlere temiz su şebekelerinin ulaştırılması, öte yandan kanalizasyon yapımı çalışmaları başlatılmıştır (Bayraktar, 2006: 36). Avrupa’da ortaya çıkan plansız kentleşmeye karşı çözüm arayışları başlamış, sorunları azaltmak ve planlı kentleşmeyi sağlamak için kent planlama çalışmalarına girişilmiştir.

38

Kentlerin içinde ya da yakınlarında gerçekleşen sanayileşmenin neden olduğu fiziksel tahribat ve sağlık sorunları, sağlıklı kentler yaratma konusunda bir çabayı beraberinde getirmiş, ideal kent arayışları başlamıştır. Kentler ve çevreleri, hiç olmadığı kadar hızla kirlenmiştir. Ebenezer Howard’ın düşük yoğunluklu, bahçeli yaygın Bahçeşehir modeli, Yeni Kentler Hareketi, kentin sağlıksız kısımlarının yıkılması, Le Courbisier’nin öncülüğünü yaptığı, daha fazla yeşil alan ve yüksek kütlelerle yeniden planlanması üzerine kurgulanan Modernist Hareket, kentlerin içinde nefes alacak geniş açık alanlar yaratmayı hedefleyen Park Hareketi gibi birçok deneyim ile Paris başta olmak üzere Avrupa’nın birçok kenti yeniden yapılandırılmıştır (Özden, 2016: 52). Bu çalışmaların başında ise Hausmann’ın yapmış olduğu operasyonlar gelmektedir.

Paris şehrinin Haussmann önderliğinde nasıl bir yenileme hareketine girdiğini Harvey şu cümlelerle anlatmaktadır:

Haussmann’ı ilginç kılan bir yandan Paris gibi bir kent ekonomisinin kendine özgü buhranı bağlamında karşı karşıya olduğu makro ekonomik sorunun ciddiyetini çok iyi kavrayıp aynı zamanda buna karşılık olarak ayrıntılara verdiği yoğun hatta çoğu zaman dayanılmaz önemdi. Caddelere konulan malzemenin tasarımını yakından denetledi. Hizalamanın ayrıntıları zihnini sürekli meşgul ediyordu. Sully Köprüsü’nü Seine üzerinde Parthenon’u Bastille sütunuyla bir doğru oluşturacak şekilde açılandırmıştı ve olağanüstü bir mühendislik becerisiyle Zafer Anıtı’nı yeni yapılan Place Chalet‘nin tam ortasına gelecek şekilde taşıdı. Daha da tuhafı mimar Bailly’nin, Tribunal de Commerce’inin kubbesini yeni inşa edilmiş Boulevard de Sebastopol’den aşağı inenlerin göz hizasında olacak şekilde yerini değiştirmesi konusundaki ısrarıydı. Daha büyük kent ölçeğinde simetri etkisi yaratmak için lokal bir simetri oluşturulmuştu. Haussmann azledildiğinde harekete geçirdiği kentsel dönüşüm öyle bir ivme kazanmıştı ki artık durdurulması olanaksızdı. Avenue de l’Opera’nın tamamlanmasıyla temsil edilen Haussmannizasyon yıllar sonrasına kadar devam etti. Bu süreklilik kısmen Haussmann’ın çevresinde topladığı yetenekli yöneticiler ve teknokratlardan oluşan güçlü ve yetenekli ekibe dayanıyordu (Harvey, 2013: 133-134).

Kentlerde yaşanan bu gelişmeler ile birlikte modernizm, ilk sanayileşen ve sermayenin biriktiği alanlar olmaya başlayan Avrupa kentlerinde etkili olmuştur. Modernizmin en yüksek noktası, 20. yüzyılda Fordizm ve refahçılığın birlikte egemen olduğu dönem olarak görülür. Bu, hem ekonomik hem de devlet faaliyetinin üretim ve verimini arttırmak ve tüm bireyleri gittikçe daha çok standartlaşan kitle tüketimi modeline dahil etmek üzere tasarlanan bir zamandı. Banliyöler, kitlesel tüketicilerin belirleyici özelliği olan çamaşır makinesi, buzdolabı, çim biçme makinesi, televizyon ve video gibi ev eşyalarının üretimini teşvik eden mükemmel tasarımlar olarak kabul edilir (Thorns, 2004: 18-19). Banliyöleşme ile birlikte tüketim alışkanlıklarının değişmesi daha fazla üretimi teşvik etmiştir. Otomobil üretimi ile özdeşleşen fordist üretim sistemi diğer sanayi kollarını da yayılmış, seri üretime geçilmiştir.

39

Fordizmin başlangıç yılı 1914 olarak kabul edilmektedir. Bu tarihte Henry Ford, bir yıl önce kurmuş olduğu otomobil montaj hattında çalışan işçilere sekiz saatlik bir iş günü için beş dolar ücret vermeye başlamıştır (Harvey, 2014: 147). Henry Ford tarafından kurulan fordist sistem ile birlikte işçilerde sendikalaşma, çalışma saat ve ücretleri gibi konularda haklar elde etmeye başlamışlardır.

Çok ağır koşullar altında ve düşük ücretlerle çalışan, bu yüzden de tüketim olanakları çok sınırlı bulunan sanayi işçilerinin ücretlerinin arttırılması ve çalışma saatlerinin sınırlandırılması ile kitlesel tüketim artmıştır. Hem üretim hem de tüketimin yükseldiği bu dönemde kapitalizm de en parlak dönemlerini yaşamaya başlamıştır (Bayraktar, 2006: 37). Kapitalizm ile birlikte kentler sermayenin biriktiği, para akışının yoğun olarak yaşandığı tüketim mekânları halini almaya başlamış, işçi ihtiyaçlarına ve kentlerin çekici özelliklerine bağlı olarak kent nüfusları hızlı bir artış yaşamıştır.

Kitle üretimi, seri imalat, büyük fabrikaların oluşumu, üretimin kentsel alanlardaki yer seçimi tercihleri gibi faktörlerin etkisiyle tekdüze, özgün kimlikleri olmayan ya da bu kimliklerini kaybetmiş kentlerin ortaya çıkışı ve belli kentlerin, modernizm akımının paralelinde seyreden Fordist üretimin tercihiyle giderek büyüyüp önem kazanması ve bulunduğu bölgeye hakim konuma ulaşmasının, beraberinde sosyokültürel ve ekonomik dönüşümleri de getirmesi hiç de şaşırtıcı değildir. Monotonluk ve ruhsuzluk diye de adlandırılabilen bu kimliksizlik, bir süre sonra kent yenileme olgusuna olan gereksinmenin tomurcuklanmasına yol açacaktır (Özden, 2016: 114-115). Yirminci yüzyılın başlarında, kentlerin sınırları eskisine oranla birkaç kat genişlemiş, kentin her bir parçasında insan ölçeğinden makineye, araca geçişin izleri açıkça izlenmeye başlanmıştır. Geniş yollar kentsel dokunun karakterini değiştirmiş, artan nüfus daha yoğun ve daha yüksek bir kent dokusunun oluşumunu gerektirmiştir. Kentlere göçün, beraberinde taşımış olduğu sosyoekonomik ve kültürel sorunların da bu gelişmelere eklenmesi, geleceğe ait büyük kentsel sorunların başlangıcı olmuştur. Bu dönemde kentlerin yeniden yapılanmasında çok önemli iki kırılma noktası dünya savaşlarıdır. Gerek birinci gerekse ikinci dünya savaşı hem kentler hem de kent nüfuslarının sosyoekonomik yapıları üzerinde önemli tahribatlar yapmış ve bu savaşların ardından kent yönetimlerinin önündeki en önemli sorun, kentleri yeniden ayağa kaldırma stratejilerinin nasıl kurgulanacağı meselesi olmuştur (Özden, 2016: 107- 108).

40