• Sonuç bulunamadı

Varoluş İçindeki

Mükemmellik ve Noksanlıkla İlgili İlim

101. Bil ki, varoluş içinde noksanlığın bulunması varoluşun

mükemmelliğindendir. Eğer durum böyle olmasaydı orada noksanlık olmadığından ötürü gerçekten varoluşun mükemmelliği noksan olurdu.

Allah dışındaki (mâ siva’llahi) şeylerin mükemmelliği hakkında Allah Teâlâ şöyle buyurmuştur: “Her şeye yaratılışını (n hakkını) veren, sonra da doğru yola ileten Rabbimizdir” (Kur’an, Taha, 20/50). Allah bu açıdan hiçbir şeyi kesinlikle eksik bırakmamıştır; hatta noksanlığa bile

yaratılışının hakkını vermiştir. İşte, âlemin mükemmelliği budur; âlem ise, Allah dışında, Allah’tan başka her şey âlem kapsamına girer. Allah’tan başka hiçbir şey yoktur, ancak Allah vardır; sonra, insan gelir.

102. Demek ki, Allah için O’na lâyık bir mükemmellik söz konusudur;

insan için ise, ancak insanın kabul edebileceği bir mükemmellik söz konusudur. İnsanlar arasından kim bu mükemmellikten noksan kalırsa, işte, âlemdeki noksanlık onların noksanlığıdır; çünkü insan da âlemin kapsamına girmektedir. Ve doğal olarak her insan mükemmelliği kabul edemez. Dolayısıyla, mükemmelliği kabul edemeyenlerin dışında kalan insan, kendi derecesine göre “kâmil”dir, mükemmeldir; onda hiçbir şey noksan değildir; bu, Kur’an nass’ıyla sabittir. Hz. Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem de insan hakkında şöyle buyurmuştur: “Erkekler arasında mükemmel olan çoktur; kadınlar arasında da Meryem ve Asiye vardır.

Ayşe’nin öteki kadınlara olan üstünlüğü ise, tiridin öteki yemeklere olan üstünlüğü gibidir.”

103. Demek ki, âlemde noksanlık, ancak bu insanda tezahür eder, çünkü insan âlemin bütün hakikatlerinin toplamıdır; insan, hakikatlerin özlü bir özetidir. Âlem ise, yayılmış, geniş ayrıntılardır.

104. Ulûhiyyetin mükemmelliğine gelince, bu, şeriatlarda tezahür etmiştir.

Ancak, aklî delillerle bu mümkün olmaz. Aklın kemal ya da mükemmel olarak gördüğü şeyin aynısı Allah katında bir noksanlık olabilir. Eğer

aklın delili, o delilin iktiza ettiği gibi olsaydı, o zaman aklı

“marifetullah”ın, yani Allah’ı tanımanın, ancak yarısını sağlayabilirdi — ki bu “tenzih”’tir— ve birçok hükümleri Allah Teâlâ’dan selbederdi,

soyutlardı. Oysaki şari’, yani Şeriat koyucu, aklın kendi deliliyle Allah’tan selbettiği, soyutladığı şeylerin (sıfatların) Allah için sabit olduğunu haber vermektedir. Ayrıca, Şari’ aklın Allah’tan soyutladığı şeyleri (sıfatları) takrir ettiğini, sağlamlaştırdığını bildirmektedir. Bundan başka, Allah Teâlâ’ya lâyık olan kemali, mükemmelliği görmek için, şari’ iki şey (yani hem tenzih hem de teşbih delillerini) getirmiştir. Böylece, akılları hayrete düşürmüştür. İşte, İlâhî kemal, mükemmellik budur!

105. Eğer onun zikrettiği şeyler bu şekilde akıllara hayret vermeseydi, o zaman Tanrı yarattığı şeyin/aklın hükmü altında olurdu. Çünkü his ve hayal güçleri kendilerini varedeni görmek için zâtlarıyla O’nu görmek isterler; akıllar ise, kendilerini var edeni bilmek için nefy ve isbat, vücûb ve cevaz ve muhallik bakımından delillerle ve zâtlarıyla O’nu tanımak, bilmek isterler. Dolayısıyla o, aklî delillerin delâlet ettiği “soyutlama”yla duyulara (havas) ve hayale hitap etmiştir. Duyular bu hitabı işitirler;

duyular ve hayal bu hitap karşısında şaşırıp kalırlar ve “Elimizde ona dair birşey yok; biz bundan birşey anlamadık!” derler. Aynı şekilde, O, duyuların ve hayalin delâlet ettiği “teşbih”le akıllara hitap etmiştir.

Akıllar bu hitabı işitirler ve hayret içinde kalırlar ve «Elimizde O’na dair bir şey yok; biz bundan birşey anlamadık!» derler.

106. Görülüyor ki Allah Teâlâ akılların, duyuların ve hayalin idrak

edemeyeceği kadar yücedir. Noksan sıfatlardan münezzeh olan yüce Tanrı mükemmellik konusunda münferittir, tektir. Bunu O’ndan başka kimse bilemez. Bunu O’nun dışında kimse müşahede edemez. Hiç kimse O’nu ilmen ihata edemez. Hiç kimse O’nu aynen göremez. Demek oluyor ki, eserler müşahede edilir. Cenab-ı Allah maksûd olur. O’nun Yüce Rütbesi için hamd edilir, hem münezzeh hem müşebbeh bir ilâh olarak O’na ibadet edilir. İşte, İlâhî Kemal budur!

107. Böylece insan, hayretin, şaşkınlığın ve haddin, sınırlı olmanın kemali, mükemmelliği arasında orta hâlli bir varlık olarak kalır. İnsan, âlemin kemalidir; âlem ancak insan ile mükemmel olur; insan âlemle mükemmel olmaz. İnsan olmasından ötürü, âlemin bütün hakikatleri insanda inhisar

ettiği için, insan âlemden özellikle hacminin yani bünyesinin küçüklüğüyle temeyyüz eder; böylece insanın mükemmellik rütbesi insana kalır.

Dolayısıyla, mevcut varlıkların tümü kendi mükemmelliklerini kabul etmişlerdir. Hak Teâlâ (her yönden) kâmildir, mükemmeldir. İnsan ise, iki kısma ayrılır: Bir kısım, mükemmelliği (kemali) kabul etmez; oysaki o da âlem cümlesindendir; şu var ki, o yine de âlemin mecmuudur, toplamıdır. O büyük âlemden muhtasar olmuş, küçültülmüş bir toplamdır. Bir diğer

kısım, mükemmelliği kabul eder; o insanın istidadına göre, ilâhi hazret, mükemmelliği ve bütün isimleriyle o insanda zuhur eder. İşte, bu kısım insanları Allah kendine halife yaptı ve onlara hayret hullesini giydirdi.

Bunun üzerine, melekler onun vücudunun neşetine baktılar ve işte o zaman insan hakkında söylediklerini söylediler, çünkü Allah’ın onun vücuduna koyduğu hakikatlar birbiriyle çelişmekteydi (tenafür).

108. Daha sonra, Hak Teâlâ onu nasıl ve niçin yarattığını ve ona ne gibi özellikler verdiğini meleklere bildirince, melekler hayret içinde kaldılar ve işte o zaman, “Ey Rabbimiz Seni noksan sıfatlardan tenzih ederiz! Kemal sıfatlarla tavsif ederiz! Senin bize öğrettiğinden başka bizim için bir ilim yoktur” (Kur’an, Bakara, 2/28) dediler. Tabii ki, hayrete düşen için ilim diye bir şey olmaz; oysaki, Allah Teâlâ insana meleklerin Allah’ı tesbih ve takdis edemeyecekleri ilâhi isimlerin ilmini vermiştir. Nitekim Hz.

Peygamber aleyhisselâm, yarın Kıyamet Gününde şefaat konusunda istekte bulunduğunda şu anda hiç bilmediği hamd cümleleriyle o vatanın (el-mevtın) gerektirdiği ifadelerle Allah’a hamd edeceğini söylemiştir. Çünkü Allah Teâlâ’yı hamd etme tarzı ve hamd ifadeleri vatanların (mevatın) ve neşetlerin gerektirdiği şekillerde olur. Bu nedenle Allah, Âdem’in neşetine ve onun torunlarından ona benzeyenlere, bu alemde halifelik ehliyeti

vermiştir; onlardan başkasına bu özellik verilmemiştir. Dolayısıyla insanın kemali, bu özel tecelliye olan istidadıyla olmaktadır.

109. Demek ki, insan Hak Teâlâ’nın isimleriyle ve o isimlerin

karşılıklarıyla zuhur etmiştir. Hak Teâlâ insana o isimleri nasıl tasarruf edeceği konusunda da bilgi vermiştir. Bu nedenle, Allah Teâlâ, Kendisine halife yapmak istediği insanın zuhuruyla zahir olmaktadır. Bu durum halifelik konusunda hak ve adaletle adlandırılmıştır. Nitekim, Allah Teâlâ bununla ilgili olarak Davud aleyhisselâm’a şöyle buyurmuştur: “Ey Davud! Biz seni yeryüzünde halife yaptık. Öyleyse insanlar arasında hak

ve adaletle hükmet, hevaya (heves ve tutkuya) uyma; yoksa, bu, seni Allah yolundan saptırır” (Kur’an, Sâd, 38/26). Demek ki, hevaya tutkuya tabi olmakla bu halifelik makamından uzaklaşılmaktadır. Oysaki sen bu halifelik makamı için biçilmiş bir kaftansın, haifelik de senin için tam uygundur ve bu hususta senin bir başka benzerin de yoktur.

110. Nitekim şair Ebu’l-Atahiyye şöyle diyor:[1]

Halifelik ona boyun eğerek geldi Ve eteklerini sürüyerek

Halifelik ancak ona uygun oldu O da halifeliğe tam uygun

Ondan başkası uygun olsaydı halifeliğe Sarsılırdı yeryüzü, yer yerinden oynardı»

111. Demek ki, insana bu âlemde Allah tarafından hükmetme (tahakküm) gücü verilmiştir ki bu “halifelik”tir. Öyleyse, eğer insan isterse hükmünü icra eder ve tıpkı Abdul-Kâdir Cîlî (Geylanî) gibi, zuhur eder; isterse o gücünü Allah’a teslim eder ve kullar arasında tasarrufu Allah’a bırakır, buna gücü yetmesine rağmen, bunun böyle olması gerekir, tıpkı Ebu Mesud bin eş-Şiblî gibi. Ancak ilahî bir emir gelmesi durumu başkadır, örneğin Davud aleyhisselâm’ın durumunda olduğu gibi. O zaman, Allah’ın emrini geri çevirmenin yolu yoktur.

112. İşte tabi olunması nehyolunan, yani yasaklanan “heva”, budur; örneğin Hz. Osman radiyallahu anh’ın durumunda olduğu gibi: Hz. Osman, ta öldürülünceye kadar boynundan (üzerinden) halifelik elbisesini çıkarmamıştır, çünkü, onda Hak Teâlâ’ya ait olan şeyin ne olduğunu biliyordu. Hiç kuşkusuz Allah’ın Resulü sallallahu aleyhi ve sellem halifelik elbisesini çıkarmasını ona yasaklamıştı.

113. Hükmetmesiyle ilgili olarak kendisine ilâhi bir emir gelen kimsenin, O’nunla zuhur etmesi gerekir. O kimse Hak Teâlâ tarafından daima desteklenir. Kendisine böyle bir ilahi emir gelmeyen kimseye gelince, o

kimse muhayyerdir: İsterse O’nunla zuhur eder, isterse etmez ve Hak Teâlâ ile gizli kalır. Bu şekilde zuhuru terk etmek daha evladır.

114. Veliler peygamberlere özellikle “halifelik”le iltihak ederler. Onlara nebilik ve resullükle iltihak etmezler, çünkü nebîlik ve resullük, yani peygamberlik kapısı artık kapanmıştır. Ayrıca Resul için hükmetme söz konusudur. Eğer yerine birini halef etmek isterse, onun için de hükmetme söz konusu olur. Eğer bu halef bir peygamber ise, o zaman onun hükmetme şekli, halefi olduğu peygamberin şeriatıyla olur. Eğer bu halef bir peygamber değilse, o zaman onun hükmetme şekli Allah’ın emriyle çağının hükmüne göre olur ki onun çağının şeriatı da odur, çünkü ancak hükmetmeyle adalete ve zulme nisbet olunur.

Yüzonuncu cüz burada bitmiştir.

Bismillahirrahmanirrahim