• Sonuç bulunamadı

İçerdiği Hakikatler Bakımından İnsanın Kendini Tanıması

115. Bil ki, âleme hükmetme özelliği insana, sırf insan olması nedeniyle verilmemiştir. Bu özellik insana Îlâhi ve Rabbanî bir güçle verilmiştir, çünkü âlemde ancak Hakk’ın sıfatı hükmeder, başkası hükmedemez. Bu güç insanda bir sınamadır (ibtilâ), bir şereflilik değildir. Eğer bu güç ona bir şereflilik olarak verilseydi, o zaman bu güç ahirette de yani mutlular diyarında da kendisiyle birlikte kalırdı. Eğer bu bir şereflilik olsaydı, o zaman insana “… sakın heva ve hevesine tabi olma, tutkunun peşinden gitme; yoksa bu, seni Allah yolundan saptırır” (Kur’an, Sâd, 38/26) diye uyarıda bulunulmazdı.

116. Görüldüğü gibi insan “heva”ya tabi olmaktan sakındırılmıştır, alıkonulmuştur. İnsanın bir şeyden alıkonulması (tahcîr), bir sınamadır.

Şereflendirmek ise, bir serbestliktir (ıtlak). Hükmetmede (tahakküm) adalete ve zulme nisbet etmedi Allah. Ayrıca, Allah halifelik vasfını bu âlemde sadece Allah ehline vermiştir. Buna karşılık hükmetme gücünü ise, Allah bu âlemde mü’minler arasından hem saadete erdirdiği “saîd”lere, mutlulara, hem de mutsuzluğa sevkettiği “şakî”lere, mutsuzlara vermiştir.

Bununla birlikte, Hak Teâlâ bize onları dinlememizi, onlara itaat etmemizi ve itaatin asla dışına çıkmamamızı emretmiştir. Ve “eğer onlar

zulmederlerse, bu sizin lehinize, onların ise aleyhinedir” demiştir. İşte bu bir sınama durumudur; bir şeref durumu değildir, çünkü halifelik

makamında bulunan kimse hareketlerinde daima bir sakınma

durumundadır, daima bir ihtiyat hâlindedir; her an gurura kapılmanın eşiğindedir. İşte, bu nedenledir ki, Kıyamet Günü bazı halifelere pişmanlık duygusu gelir.

117. Eğer insan, kendini tanıma üzerinde durursa, insan olması hasebiyle içermiş olduğu hakikatlerin ilmiyle meşgul olursa, kendisiyle âlem

arasında bir fark görmezse, insanlar ve cinlerin (sekaleyn) dışında kalan bütün âlemin Allah’a secde ettiğini görürse ve bütün âlemin Allah’ın

kendilerine belirlemiş olduğu bir tarzda Yaratıcıya ve Varediciye ibadet hâlinde, ibadet ve itaat etme durumunda olduğunu anlarsa, kendisinin de âlemle birlikte içinde birleşmiş olduğu hakikati talep eder, araştırır ve kendi hakikatinin sadece bir imkân, bir yoksulluk, bir zillet, bir aşağılık, bir ihtiyaç ve bir miskinlik olduğunu kavrar.

118. Sonra, Hak Teâlâ’nın bütün âlemi ne ile vasfettiğine bakar ve Allah’ın âlemi ebediyyen Kendine secde etmeyle vasıflandırdığını görür. Ve yine Allah’ın, insanların tümünün değil de sadece bir çoğunun Allah’a secde hâlinde olduğunu, ayrıca bütün âlemin Allah’a secde hâlinde olduğunu bildirdiğini görür. Bu kez insan, üzerlerine azabın hak olduğu çoğu kimselerden olmaktan korkar.

119. Sonra, insan bizzat âlemin Allah’a ibadet etme fıtratı üzere

yaratıldığını görür. Bunun üzerine bu insan, kendini irşad edecek ve Allah katındaki mutluluğa yaklaştıracak bir yolu kendisine bildirecek bir

mürşide ihtiyaç duyar. Çünkü bu insan Allah’ın “Ben cinleri ve insanları ancak Bana ibadet etsinler diye yarattım” (Kur’an, Zariyat, 51/56)

dediğini işitir. Bunun üzerine diğer bütün âlemin Allah’a ibadet ettiği gibi, bu insan da Allah’a muhtaç olduğunu anlayarak Allah’a ibadet eder.

120. Sonra, bu insan Allah’ın kendisi için birtakım sınırlar çizdiğini, kendisi için birtakım işler ve bazı durumlar belirlediğini ve o durumlara doğru yönelmesini kendisine yasakladığını ve elinden geldiğince Allah’ın emrettiği şeyleri yapması gerektiğini emrettiğini görür. Ayrıca, “aslî”

ibadetleri yerine getirdiği gibi “fer’î” ibadetleri de yerine getirmesi için Allah’ın kendisine bildirdiği şer’î ilimleri öğrenmesi gerektiğini anlar. Bu

“aslî ibadetler”i, bütün mümkün varlıkların zâtları, sırf mümkün varlık olmaları hasebiyle yerine getirirler. “Fer’î ibadetler”e gelince, bunları yerine getirebilmek için, kul ilahî haberlere muhtaçtır, çünkü kul Rabbına müstehak ve lâyık olan şeyleri ve kulluğun gerektirdiği şeyleri ancak Rabbinden gelen haberlerle öğrenebilir.

121. İşte, insan Rabbinin emirlerini ve yasaklarını öğrenince, Allah Teâla’nın hakkını ifa edince ve kulluk görevini yerine getirince, kendi nefsini tanımış olur. Kendini tanıyan bir kimse, Rabbini de böylece tanımış olur.

Rabbini tanıyan bir kimse ise, Rabbinin emrettiği bir şekilde Rabbına kulluk yapar.

122. Allah’ın emirlerine uymak ve yasaklarından sakınmak suretiyle ortaya çıkan iki tür kulluk görevi sadece insanlarda ve cinlerde (sekelân) biraraya gelmiştir. Çünkü melek olan ruhlarda, yasaklanan kaçınma diye bir kulluk şekli yoktur, onlar yalnızca kendilerine emredilen şeyleri

yaparlar. Nitekim Allah Teâlâ onlar hakkında şöyle buyurmuştur:

“Allah’ın kendilerine emrettiği şeylere karşı gelmezler ve emredildikleri şeyleri yaparlar” (Kur’an, Talak, 65/6); melekler için “nehy”,

yasaklardan kaçınma diye birşey zikredilmemiştir. Onların zâtî ibadetleri hakkında da Allah şöyle buyurmuştur: “Senin Rabbinin yanındaki melekler gece ve gündüz Allah’ı tesbih ederler, onlar bu işten hiç usanmazlar”

(Kur’an, Fussilet, 41/38); “Onlar gece ve gündüz Allah’ı tesbih ederler ve bundan hiç bıkmazlar, hiç usanmazlar” (Kur’an, Enbiya, 21/20). Hiç

kuşkusuz meleklerin neşetlerinin hakikatleri onlara bu niteliği

vermektedir. Bu, bir zâtî kulluktur; bu zâtî kulluk Allah dışında her şeyde devam eden bir kulluktur.

123. Yukarıda dediğimiz gibi, insan âlemin hakikatlerinin hülâsası olunca ve içermiş olduğu hakikatler bakımından kendini tanıyınca, tek başına bütün âlemin ibadetini kendinde toplamak gibi bir özellikle kaim olması gerekmektedir. Eğer bunu yapmazsa, o zaman içermiş olduğu hakikatler bakımından kendini tanımamış olur, çünkü o hakikatler, zâtî bir kulluktur.

İnsanın bu şekilde kendini tanımasının (sureti) yöntemi ise, içermiş olduğu hakikatlerin tümünü, o hakikatle ibadetlerinde nasılsa o şekilde olduğu gibi keşfen müşahede etmektir; böylece onlar ister keşfedilsin ister keşfedilmesin fark etmez. İşte, insanın içerdiği hakikatleri bilmesinden, yani keşfetmesinden kastettiğim budur.

124. İşte, insan bunları bu şekilde müşahede ettiği zaman, Efendisinin, Rabbının kendisine emrettiği hiçbir emre karşı gelme gibi bir durum

olmaz: İbadetleri hakkıyla yerine getirir; O’nun çizdiği hudutlarda durur;

kendisine gelen ve kendisinden çıkan söz ve fiillerde Hakk’ın emirlerine uyar. Dolayısıyla, belirttiğimiz şekil üzere, insan bütün varlığıyla birlikte

“Sübhanallah!” dediği zaman, bu tesbih ile bütün âlemin söylediği şeyler ve yaptığı tesbihler o insanın benliğinin cevherine bir gergef gibi işlenir.

İşte, böyle bir kimse “arı duru bir kimse” ve “bütün âlemin dili” diye adlandırılır. Şöyle ki: Sözgelimi, âlemde herhangi bir şey Rabbine ibadet etmeyi tatil etse, yani farz-ı muhal böyle bir şey doğru olsa, o arif kul bu

özelliğiyle o şeyin makamına geçer, boş bıraktığı yeri doldurur, açık

bıraktığı yeri kapatır. Öyle bir şey tasavvur edilse, bu kul Allah tarafından o oranda ödüllendirilirdi; bu ödüllendirme ise, küçük birinin çok büyük bir ödülle ödüllendirilmesidir.

125. Derler ki; eğer insandan başka, bütün âlemin göz açıp kapayıncaya kadar da olsa bir an için Allah’a ibadet etmekten gafil olduğunu farz etsek, yukarıda söz ettiğimiz Allah’ı zikreden bu insan, o an için âlemin yerine geçer ve onun görevini yerine getirir; âlemin naipliğini yapar;

âlemin boş bıraktığı yeri doldurur. Dolayısıyla da bütün âlemin

ödülleneceği oranda ödüllendirilir. Gerçi âlemin bir an için bile olsa, Allah’a ibadetten gafil olacağı tasavvur edilemez. Çünkü gaflet ehli özellikle sadece cinler ve insanlar âlemidir (sekalân).

126. Öyleyse, ey dostum! Sen de kendini bilmenin sana neler kazandıracağını iyi düşün! Kâinatın hakikatlerinden hangileri üzerinde bulduğuna iyi bak!