• Sonuç bulunamadı

Cumhuriyet’in

İstanbul’daki

simgesi

Taksim

Cumhuriyet

Meydanı

Y. Mimar Hasan Kuruyazıcı

bölgenin omurgası niteliğindeki yol belir-meye, bu yol boyunca elçiliklerin çevresine elçilik görevlileri ve daha başka yabancı-lar da yerleşmeye başladı. Giderek İstan-bul’un gayrimüslim halkından ve yabancı tüccarlardan da bu yöreye taşınan pek çok kişi oldu… 18. yüzyılda sentin sınırları Galatasaray’ı aşarak bugünkü Taksim Mey-danı’na doğru ilerledi. Yerleşimin Pera’dan başka Haliç tarafında Kasımpaşa’ya, Bo-ğaz tarafında da kuzeye, Beşiktaş ve Orta-köy’e doğru yayılması, yörede su sıkıntısı-nın baş göstermesine yol açınca, dönemin padişahı I. Mahmud, 1731’de Belgrad Ormanı’ndan bu bölgeye su getiren şe-bekeyi yaptırdı. Şebekenin ucu büyük bir su haznesiyle bitiyordu. Haznenin hemen yanına da 1732’de bir maskem inşa edildi. Depoya gelen su bu maskemde bir koldan Kasımpaşa, bir koldan Beyoğlu-Galata, bir koldan da Fındıklı-Tophane semtlerine pay-laştırılıyor, yani “taksim” ediliyordu. Zaman-la bu sözcük hem su şebekesinin, hem semtin, hem de daha sonraları meydanın adı haline geldi. Küfeki taşından, sekizgen planlı, yine sekizgen piramit biçiminde bir çatıyla örtülü maskem, bugün de İstiklal Caddesi’nin Taksim Meydanı’na kavuştuğu yerde, sol köşede durmaktadır. Burada il-ginç bir de karşıtlığa dikkat çekelim: Bütün Osmanlı dönemi boyunca ağırlıklı olarak bir gayrimüslim semti olan, binalarından yaşam biçimine kadar her şeyiyle Osman-lı kültüründen çok Batı kültürünü yansıtan Pera-Beyoğlu’nun bel kemiği durumunda-ki Grand Rue de Pera, bir ucundan İslam

kültürüne özgü bir binayla, Galata Mevle-vihanesi’yle başlıyor, öbür ucunda da yine böyle bir binayla, Taksim maksemiyle sona eriyordu.

19. yüzyılın başlarında yerleşim henüz Taksim’den ileri gitmemişti. Maksemle su haznesinin önü bir meydan değil, kırlık bir düzlüktü. Ama boyu 90 metreyi bulan su haznesi bu düzlüğü Pera-Tarlabaşı yö-nünden sınırlıyor, ilerde oluşacak meyda-nın daha şimdiden bir kenarını oluşturu-yordu. Yine yüzyılın başlarında, düzlüğün kuzeydoğusunda Dolmabahçe’ye doğru inen yamacın başına Topçu Kışlası yapıldı. Kışlanın yanından Harbiye yönüne doğru uzanan Kışla Caddesi, Nişantaşı ve Pan-galtı-Şişli yöresinde yavaş yavaş oluşan yerleşimleri Taksim’e bağlıyordu. Cum-huriyet’ten sonra adı Cumhuriyet Cadde-si’ne dönüşecek olan bu yol, bugün Divan

Oteli’nin bulunduğu yerden sonra Pangaltı Caddesi, Harbiye’den sonra da Büyükdere Caddesi adını alıyordu.

Topçu Kışlası ilginç bir binaydı. Kareye ya-kın dikdörtgen bir planı, ortasında büyük bir avlusu vardı. Cepheleri yer yer, tepeleri sivri soğan kubbeli kuleciklerle, at nalı ke-merli kapı ve pencerelerle hareketlendiril-mişti. Kuzey Afrika İslam mimarisine özgü öğelerin ağır bastığı eklektisist (seçmeci) bir üslubu yansıtıyordu. Ölçüleriyle çok görkemliydi; tam, bugün Taksim Gezi-si olan adayı kaplıyordu. TakGezi-sim’deki ilk önemli siyasal-toplumsal olaya da bu kışla sahne oldu. 13 Nisan 1909’daki 31 Mart ayaklanması hemen yakındaki Taşkışla’da başlamış, Topçu Kışlası da ayaklanmaya katılmıştı. Buradaki ayaklanmacılar, olayı bastırmak için İstanbul’a gelen Hareket Ordusu’na teslim olmayıp direnince, 26 Nisan günü açılan top ateşiyle “hizaya getirildiler”, ama bina da epeyce zarar gör-dü. Mütareke yıllarının başlarında bir süre Fransızların Senegalli askerlerinin yerleşti-rildiği kışla daha sonra askeri amaçla kul-lanılmadı, boş kaldı. 1921’de gazeteci Sait Çelebi, kışlanın avlusunu bir futbol stadyu-muna dönüştürdü. Türk takımları burada işgal kuvvetlerinin takımlarına karşı maçlar yaptılar. Türk milli futbol takımı da ilk ma-çını Cumhuriyet’in ilanından üç gün önce, 26 Ekim 1923’te burada Romanya’ya karşı oynadı ve 2-2 berabere kaldı.

Kışlanın önünde, bugün Cumhuriyet Anıtı’yla Atatürk Kültür Merkezi arasında uzanan yeşil alanın olduğu yerde, kışlanın ahırları bulunuyordu. Taksim hala sınırları belirgin bir meydan halini almış değildi. Beyoğlu’ndan gelen Cadde-i Kebir sola kıvrılarak su haznesiyle bu ahırların ara-sındaki geniş boşluğa ulaşıyordu. Cadde-i Kebir’in daha batısında Sıraserviler Cadde-si’nin ağzı vardı ve bu cadde boyunca uza-nan binalar, ahırların köşesinden bugünkü The Marmara Oteli’ne doğru dönerek boş alanın aşağı kenarını oluşturuyordu. Ama yukarı taraf gerçekten bomboştu, çünkü buradan daha yukarıya, kuzeye doğru, Kış-la Caddesi’nin sol yanında, askerlerin talim yaptığı kocaman bir düzlük yayılıyordu. Su haznesinin önündeki boşluğun bugün-kü meydan haline gelmesi sürecindeki ilk adım 1926’da, Cumhuriyet heyecanıyla atıldı. Buraya bir Cumhuriyet anıtı diki-lecekti. Girişimi yürütmek için bir komis-yon kuruldu. Başlangıçta anıtta sadece Atatürk’ün canlandırılması düşünülmüştü. Bu iş için, daha önce Ankara’da Etnoğ-rafya Müzesi’nin önündeki atlı ve Zafer Alanı’ndaki ayakta duran Atatürk heykel-lerini yapmış olan İtalyan heykelci Pietro Canonica seçildi. Canonica tek bir Atatürk

Bütün Osmanlı dönemi boyunca ağırlıklı olarak bir gayrimüslim semti olan, binalarından yaşam biçimine kadar her şeyiyle Osmanlı

kültüründen çok Batı kültürünü yansıtan Pera-Beyoğlu’nun bel kemiği durumundaki Grand rue de Pera, bir ucundan İslam kültürüne özgü bir binayla, Galata

Mevlevihanesi’yle başlıyor, öbür ucunda da yine böyle bir binayla, Taksim maksemiyle sona eriyordu.

heykeli yerine, onu yakın çevresindekilerle birlikte Kurtuluş Savaşı’nda ve Cumhuri-yet’in kurulmasından sonra canlandıracak iki ana sahnenin yer alacağı bir anıt yap-mayı önerdi. Böyle bir anıt, gerek Kurtuluş Savaşı’nı, gerekse Cumhuriyet’in kuruluşu-nu daha iyi simgeleyip ortaya koyacaktı. Canonica’nın önerisi kabul edildi ve dört bir yanından seyredilip algılanmak üzere düşünülmüş, merkezi nitelikteki bugünkü Cumhuriyet Anıtı gerçekleştirildi. Meydanın adı da artık Taksim Cumhuriyet Meydanı ol-muştu.

Anıtın kaidesini ve çevre düzenlemesini İtalyan asıllı Levanten mimar Giulio Mon-geri tasarlamıştı. Canonica klasik tarzda çalışan, akademik kurallara bağlı bir hey-kelciydi. Mongeri ise yüzyıl başında İstan-bul’da yeni-klasik ve yeni-bizans öğelere yer verdiği eklektisist binalar yapmış, Cum-huriyet’ten sonra Ankara’ya giderek bu kez I. Ulusal Mimarlık akımı doğrultusundaki binalarıyla kentin imarında rol oynamıştı. Bu iki sanatçının ortak çalışması sonucu ortaya çıkan anıt, başta kaidesindeki nişle-rin teğet sivri kemerleri, iki büyük nişi içeri-de birleştiren iki renkli taşlarla oluşturulmuş basık kemeri, niş kemerleri hizasında bü-tün anıtı çepeçevre dolanan ve geometrik kabartmalardan oluşan bezeme kuşağı ile I. Ulusal Mimarlık akımının bir örneği idi. Anıt 8 Ağustos 1928’de törenle açıldı, ardından çevre düzenlemesi de yapılarak önce küçük, bir süre sonra da daha büyük, yuvarlak bir göbek içine alındı. Az sonra, İstiklal Caddesi’nden gelip açıklığın sağın-daki ahırların önünden geçerek Cumhuri-yet Caddesi’ne ulaşan tramvay hattı da ge-liş ve gidiş olarak bu göbeğin çevresinden dolaştırıldı. Böylece anıtın merkezi niteliği daha da vurgulanmış oluyordu.

İleriki yıllarda ahırların önüne, ortadaki gö-beğe uygun kavisli bir biçimde iki katlı, teraslı kahveler yapıldı. Aslında meydana yüksekçe bir yerden bakan kahvehane ge-leneği burada epeyce eskiden beri vardı. Bu teraslı kahvelerin yerinde daha önce de, alçak bir setin üstünde kahveler oluş-muş, ama bunlar antın yapılmasından ön-ceki bir tarihte yıktırılmıştı. Daha da eski bir kahve Eptalofos (ya da halk arasında daha çok söylendiği biçimiyle Eftalopos) Kahvesi’ydi. 19. yy’ın son çeyreğinde, İs-tiklal Caddesi’nin Sıraserviler’le birleştiği köşede açılmıştı. O da zemindeki dükkan-ların üstündeki terasta yer alıyor, meydana yukardan bakıyordu. Varlığını 1970’lere kadar sürdürdükten sonra iyice yozlaştı ve kapandı.

1920’lerin sonuyla 1930’ların başında, kış-lanın karşısında, Cumhuriyet Caddesi’nin solunda yer alan, eskiden talim alanı

ola-rak kullanıldığı için “talimhane” diye anılan düzlük imara açıldı. Birbirini dikine kesen yolların arasına 5-6 katlı apartmanların ya-pılmasıyla, meydana kadar ulaşan bugün-kü Talimhane semti doğdu. Az sonra bu apartmanların önüne, maydanın kenarına, yine ortadaki göbeğin biçimine uyularak kavisli bir bina daha yapıldı. Bu binanın, dükkan ve işyerlerinin bulunduğu iki alt katı geri çekilmişti; üçüncü kat ise kolonlar üze-rinde ileri doğru çıkıntı yapıyordu ve içinde ünlü Kristal Gazinosu bulunuyordu. Böylece 1930’ların Taksim Cumhuriyet Meydanı bir meydan biçimini almış,

çe-peçevre binalarla sınırlandığı için artık iyice algılanabilen bir açık mekân niteliği kazanmıştı. Bu duruma yavaş yavaş, biraz kendiliğinden, biraz tesadüflerle, bazen sadece yakın çevresiyle sınırlı bir düzen-lemeye konu olarak, ama hiçbir zaman (aslında olması gerektiği gibi) kentin bütü-nünü kapsayan bir imar planlaması içinde ele alınmadan biçimlenerek gelmişti. Ama aradan on yıl bile geçmeden, bu kez de bazısı yine kent ölçeğinde alınmamış dar kapsamlı planlamalara, bazısı da keyfi ka-rarlara dayanan “müdahaleler”le, gerçek bir kent maydanı olma niteliğini adım adım yitirmeye başlayacağı yeni bir sürece girdi. 1936’da Fransız mimar ve kent plancısı Henri Prost, bir nazım plan hazırlamak üze-re İstanbul’a davet edildi. Prost’un 1939’da onaylanan planı Taksim çevresine de dü-zenlemeler getiriyor, Topçu Kışlası’nın kaldırılarak yerinin yeşil alana çevrilmesi-ni öngörüyordu. Önce kışlanın ahırlarıyla bunların önündeki iki katlı teras kahveler yı-kıldı ve yerleri hemen yeşillendirildi. Böyle-ce, bugün anıttan Atatürk Kültür Merkezi’ne kadar uzanan geniş yeşil bant ortaya çık-mış oluyordu. Ama meydan bir yana doğru birden bire iki katından fazla genişlemiş, böylece ölçüsünü kaybetmişti. Cumhuriyet Anıtı da, ölçüsü yok olan bu yeni meyda-nın bir köşesinde kalmış, küçülüvermişti. Ardından, yine Prost’un düzenlemesine

Su haznesinin önündeki boşluğun bugünkü meydan haline gelmesi

sürecindeki ilk adım 1926’da, Cumhuriyet heyecanıyla atıldı.

Buraya bir Cumhuriyet anıtı dikilecekti. Girişimi yürütmek için bir komisyon kuruldu. Başlangıçta anıtta sadece atatürk’ün canlandırılması düşünülmüştü. Bu iş için, daha önce

ankara’da Etnoğrafya Müzesi’nin önündeki atlı ve Zafer alanı’ndaki ayakta duran atatürk heykellerini yapmış olan İtalyan heykelci Pietro

Canonica seçildi.

dayanılarak, o dönemde içinde bazı bö-lümlerin konut, bazılarının da garaj ya da tamirhane olarak kullanıldığı Topçu Kışla-sı da yıkıldı ve yerinde, alt baştaki Taksim Belediye Bahçesi’ne kadar uzanarak bir setle ona bağlanan yeni bir park düzenlen-di. İnönü Gezisi adı verilen parkın ucuna, meydanla olan yükseklik farkından yarar-lanılarak oluşturulan geniş terasın üstüne de dönemin cumhurbaşkanı İnönü’nün at üstünde bir heykelinin dikilmesine girişildi. Bu, meydan açısından doğru olmayan bir karardı. Çünkü aradaki binaların kaldırıl-masıyla bu yana doğru akıp fiziksel sınır-larını ve bütünlüğünü yitiren meydanın, bu heykelin oluşturacağı ikinci bir ağırlık nok-tasıyla (çünkü bu heykel hem toplam 12.5 metre yüksekliğiyle 11 metrelik Cumhuriyet Anıtı’ndan daha büyüktü, hem de bulundu-ğu nokta ondan çok daha yüksekteydi) bu kez merkezi niteliği de ortadan kalkacaktı. Heykelin mermer kaidesi yapıldı, dönemin ünlü Alman heykelcisi Rudolf Belling’e ıs-marlanan heykel de 1944’te bitirildi, ama bir türlü yerine konamadı. 1950’de CHP karşısında seçimi kazanarak iktidara gelen DP döneminde parkın adı Taksim Gezisi’ne

çevrildi, kaidenin üzeri de kabartmaların görünmemesi için bir tahta perdeyle ör-tüldü. Çok daha sonra, 1982’de kaide ye-rinden sökülüp, Taşlık Parkı’na, İnönü’nün oradaki evinin hemen alt başına kurulacak, yıllarca depoda bekletilen heykel de üstü-ne dikilecekti.

Meydanın bütünlüğünü bozan bir girişim de 1970’lerin başında gerçekleşti.

Talim-hane tarafında, su haznesinin köşesi ile Cumhuriyet Caddesi’nin başlangıcı arasın-da kalan Kristal Gazinosu bloku yıktırıldı. Bu uygulamanın amacı, sıkışan trafiğe yer açmaktı; oysa boşalan arsa yola katılmadı, otopark ve dolmuş durağı olarak kullanıl-maya başlandı. Meydan bir yara daha al-mıştı; şimdi de Talimhane tarafındaki sınırı belirsiz hale geldiği için o yöne doğru an-lamsız bir çıkıntı yapıyordu. 1986’da, çok tartışmalı bir imar operasyonuyla Tarlabaşı Bulvarı’nın açılması sırasında, meydanla bulvar arasındaki bloklar da yıkılınca, bu çıkıntı daha büyüdü, neredeyse bir boşluk durumuna geldi. Artık meydanın meydan-lıktan çıkma süreci tamamlanmış, yerinde, sınırları iyice belirsiz, ölçüsüz, amorf bir boşluk kalmıştı.

1993’te İstiklal Caddesi yaya bölgesi ha-line getirilirken, meydanda da, üstünde anıtın yer aldğı göbek ve bununla su haz-nesi arasındaki bölge yayalara ayrıldı; araç trafiği göbeğin öbür yanına alındı. Bu uy-gulama Cumhuriyet Anıtı’nın, çevresinde dönülen bir merkez nokta olma özelliğini epeyce zedeledi.

Meydanın, günümüzdeki ölçüsü kaçmış

1936’da Fransız mimar ve kent plancısı Henri Prost, bir nazım plan hazırlamak üzere İstanbul’a

davet edildi. Prost’un 1939’da onaylanan planı Taksim çevresine

de düzenlemeler getiriyor, Topçu Kışlası’nın kaldırılarak yerinin yeşil

alana çevrilmesini öngörüyordu. Önce kışlanın ahırlarıyla bunların önündeki iki katlı teras kahveler yıkıldı ve yerleri hemen yeşillendirildi. Böylece, bugün anıttan atatürk Kültür Merkezi’ne kadar uzanan geniş yeşil

bant ortaya çıkmış oluyordu

halinde, kenarında yükselerek onu görsel bakımdan biraz olsun sınırlayan iki bina, The Marmara oteli ve Atatürk Kültür Mer-kezi, 1970’lerde ortaya çıktı. 1940’larda meydanda düzenlemeler yapılırken bugün-kü otelin yerinin, gezinin bir devamı gibi, Boğaz ve Sarayburnu’na bakan bir manza-ra temanza-rası haline getirilmesi düşünülmüştü. Ama bu düşünce uygulanmadı. O sırada burada bitişik nizam birkaç bina yer alıyor-du. İçlerinde en önemlisi Osmanlı Banka-sı’nın müdür lojmanı idi. Oldukça büyük, dört katlı bu binanın süssüz, yalın cephesi, birinci katın ortasına 19. yüzyıl sonlarıyla 20. yüzyıl başlarının ünlü Levanten mimarı Alexandre Vallauri’nin eklediği görkemli bir cumbayla hareket kazanmıştı. Bina daha sonra İstanbul Kulübü olarak kullanıldı. 1970’lerde de bitişiğindeki öbür binalarla birlikte yıkıldı, yerine manzara terası yerine Intercontinental Oteli yapıldı. Aslında güzel bir bina olan Osmanlı Bankası binasının yı-kılması kötü, ama yerine otel blokunun ya-pılması bir bakıma iyi oldu. Çünkü manzara terası düzenlemesi, meydanın bu kenarının da boş kalmasına yol açacak, meydanın yerini alan sınırsız boşluk daha da büyüye-cekti. 1975’te açılan Intercontinental oteli daha sonra Etap, ardından da The Marma-ra adını aldı.

Meydanın Ayaspaşa yönünde bugünkü kenarını oluşturan Atatürk Kültür Merkezi, başlangıçta bir opera binası olarak düşü-nülmüştü. Opera ve Batı anlamındaki tiyat-ro İstanbul’a daha 19. yüzyılda girmişti. O zaman özellikle Beyoğlu’nda birçok tiyatro binası yapılmıştı. Bunların bazısı Cumhuri-yet’e kadar ulaşmıştı ve halen kullanılıyor-du. Ama kentin büyümesine ve kültür

ya-şamının renklenip çeşitlenmesine paralel olarak gittikçe artan gereksinmeleri karşıla-yacak, içinde sadece tiyatro değil, opera gösterileri de yapılabilecek büyük bir salon yoktu. Operanın, Batı uygarlığının temel sanat kurumlarından biri olduğu düşü-nülürse, yüzünü daha kuruluşuyla birlikte Batı’ya dönmüş olan Cumhuriyet’in kültür merkezi niteliğindeki bu büyük kentte bir opera binasının bulunmaması büyük eksik-likti. 1930’ların sonunda il genel meclisin-ce Taksim Meydanı’nda belediye eliyle bir opera binası yapılması kararı alındı. Ama, bir mimari yarışma açılarak elde edilen proje, araya II. Dünya Savaşı’nın girmesi nedeniyle uygulanamadı. Savaştan sonra 1946’da inşaata başlandıysa da, belediye-nin olanaklarının tükenmesi üzerine, ancak kaba bölümü tamamlanabilmiş olan bina, çıkarılan özel bir yasayla 1953’te Bayın-dırlık Bakanlığı’na devredildi. Bakanlık bu işi yürütmek için mimar Hayati Tabanlıoğ-lu’nun başkanlığında bir büro kurdu. Bu arada, tiyatro, sinema ve sergi gibi işlevleri karşılayacak mekânların de eklenmesiyle binanın bir kültür merkezine dönüştürülme-si kararlaştırılmıştı. 1956’da yeniden baş-layan çalışmalar 13 yılda tamamlandı ve bina 12 Nisan 1969’da İstanbul Kültür Sa-rayı adıyla açıldı. Ama 27 Kasım 1970’te,

Meydanın ayaspaşa yönünde bugünkü kenarını oluşturan atatürk

Kültür Merkezi, başlangıçta bir opera binası olarak düşünülmüştü.

Opera ve Batı anlamındaki tiyatro İstanbul’a daha 19. yüzyılda girmişti.

O zaman özellikle Beyoğlu’nda birçok tiyatro binası yapılmıştı. Bunların bazısı Cumhuriyet’e kadar

ulaşmıştı ve halen kullanılıyordu. ama kentin büyümesine ve kültür yaşamının renklenip çeşitlenmesine

paralel olarak gittikçe artan gereksinmeleri karşılayacak, içinde sadece tiyatro değil, opera gösterileri de yapılabilecek büyük

bir salon yoktu.

1987’de düzenlenen “Taksim Meydanı Kentsel Tasarım Projesi Yarışması”nda Mimar Vedat Dalokay-Hakan Dalokay’ın birinci olduğu proje. (Yapı Dergisi, Nisan 1988, Sayı:78).

gösteri sırasında çıkan bir yangında büyük salon ve sahnesi harabe haline dönünce, aynı büro onarım için çalışmaya başladı. 8 yıl süren onarım ve yenileme çalışmala-rı sonunda 6 Ekim 1978’de yeniden açılan binaya bu kez Atatürk Kültür Merkezi adı verildi. Garip tesadüf, The Marmara Oteli gibi AKM’nin yerinde de daha önce baş-ka bir yabancı şirket yöneticisinin, Elektrik İdaresi’nin Fransız müdürünün lojmanı bu-lunuyordu.

Fiziksel bir kent öğesi olarak zaman için-de anlamından çok şey yitirmesine karşın, Cumhuriyet Meydanı baştan beri Cumhu-riyet İstanbulu’nun toplumsal yaşamında çok önemli bir odak noktası olmuştu. İnönü Gezisi’nin açılmasından sonra her yıl Cum-huriyet Bayramı’ndaki geçit töreni onun önünde yapılıyordu. Yine başta Cumhuriyet Bayramı olmak üzere, önemli günlerin ge-celerinde meydan bir şenlik yerine dönü-yor, her yer ışıklarla süsleniyordu. 1940’taki düzenlemeler sırasında su haznesinin meydana bakan duvarının üstünde kaskat-lar oluşturulmuş, önüne boydan boya ince uzun bir havuz eklenmişti. Bayram gecele-rinde kentin her yegecele-rinden insanlar, bu kas-katlardan havuza dökülen ve renk renk ışık-larla aydınlatılan suları görmeye geliyordu. Önemli günlerde anıtın önünde törenler ve saygı duruşu yapılıyor, kenti zayerete gelen yabancı resmi konuklar anıtı ziyaret ederek çelenk koyuyarlardı. Toplumu heyecan-landıran herhangi bir olayı protesto etmek isteyen grupların, İstiklal Caddesi’ndeki yü-rüyüşlerini anıta çiçek koyarak, bazen de önünde bir konuşma yaparak bitirmeleri bir tür gelenek haline gelmiş, bir anlamda Cumhuriyet’e duyulan bağlılığın bir göster-gesi gibi olmuştu. Toplumun dinamiğinin ve kentin nüfusunun artmasıyla, Taksim’de yapılan ya da başka yerlerde başlayıp Tak-sim’de son bulan gösterilerin de boyutu büyüdü. 1933’te Vagon-li (Wagons Lits) olayı sırasında bir grup üniversiteli gencin burada toplanması ilk gösterilerden biriy-di. 1950’lerin ortalarındaki Kıbrıs olayla-rı nedeniyle düzenlenen “Ya taksim – ya ölüm” mitingleri çok daha kalabalık kitleleri Taksim’e topladı. Bu arada kolluk güçleri de bu tür gösterilerin ayrılmaz bir parçası haline gelmişlerdi; göstericileri dağıtmak için de zaman zaman oldukça sert müda-halelerde bulunuyorlardı.

16 Şubat 1969 Pazar günü böyle kitlesel

Benzer Belgeler