• Sonuç bulunamadı

Cevaben deriz ki:

Felsefe, hakikatin yolunu şaşır-mış. Geçmiş derslerden anladın ki; Kur’ân-ı Hakîm, şu kâinattan bahseder, tâ zât ve sıfât ve esmâ-yı ilâhiyeyi bil-dirsin. Yani bu kitab-ı kâinatın maânîsini anlatıp tâ Hâlık’ı tanıttırsın. Demek Kur’ân mevcudâta, kendileri için de-ğil Mûcid’leri için bakıyor. Hem umuma hitab ediyor.

İlm-i hikmet ise mevcudâta, mevcudât için bakıyor. Hem havassa ve ehl-i fenne hitab ediyor. Öyle ise mademki Kur’ân-ı Hakîm mevcudâtı delil yapıyor, burhan yapıyor, delil zâhir olmak ve nazar-ı umumîde çabuk anlaşılmak gerektir.

Hem mademki Kur’ân-ı Mürşid, bütün tabakât-ı be-şere hitab ediyor. Kesretli tabaka ise tabaka-yı avâmdır.

İrşad ister ki, lüzumsuz şeyleri ibham ile icmâl etsin; da-kik şeyleri, temsil ile takrib etsin. Mağlatalara düşürmemek

Fikr-i avâm: Avâmın fikri, çoğu şey hakkında fazla bilgisi olmayan halkın aklı.

Hâlık: Yaratıcı, yaratan.

Havas: İleri gelenler, seçkinler.

İlm-i hikmet: Felsefe.

Kur’ân-ı Mürşid: Doğru yolu gös-teren Kur’ân-ı Kerim.

Mağlata: Yanıltıcı, aldatıcı ifade, diyalektik.

Mûcid: Var eden, yapan.

Suret-i basitâne ve zâhirâne: Ba-sit, açık şekil.

Tabakât-ı beşer: İnsanlar arasın-daki sınıflar.

Tabaka-yı avâm: Genel halk taba-kası.

Takrib etmek: Yaklaştırmak, ya-kınlaştırmak.

180 --- Nur’un İlk Kapısı için, nazar-ı zâhirîlerinde bedihî olan şeyleri lüzumsuz, belki zararlı bir surette tağyir etmesin.

Mesela güneşe der: “Döner bir sirâcdır, bir lâmbadır.”1 Zira güneşten, güneş için ve mahiyeti için bahsetmiyor, belki bir nevi intizamın zenbereği ve merkezi, ve intizam ve nizam ise Sâni’in âyine-i mârifeti olduğundan bah-sediyor. Evet

ي ِ ْ َ ُ ْ َّ اَو

der, yani “Güneş döner.”2 Bu “döner” tabiri ile, kış ve yazın, gece ve gündüzün deverânındaki muntazam tasarrufât-ı kudreti ihtar ile, aza-met-i Sâni’i ifham eder. Bu dönmek hakikati ne olursa ol-sun, maksud olan, mensûc, meşhûd intizama tesir etmez.

Hem 3

א ً اَ ِ َ ْ َّ ا َ َ َ َو

der. Şu tabir ile, bu âlemin bir kasır suretinde olduğunu, içinde olan eşyanın insana

1 Güneş’in döndüğüne ve bir lâmba gibi etrafını aydınlattığına işaret eden bazı âyetler için bkz.: Yunus Sûresi, 10/5; Enbiyâ Sûresi, 21/33;

Furkan Sûresi, 25/61; Lokman Sûresi, 31/29...

2 Yâsîn Sûresi, 36/38.

3 “Güneş’i gökyüzüne bir lâmba yaptı.” ( Nûh Sûresi, 71/16).

Âyine-i mârifet: İlâhî bilgileri yan-sıtan ayna.

Bedihî: Açık, âşikâr.

Deverân: Peş peşe hareket etme, birbirini takip etme.

İfham etmek: Anlatmak.

Kasır: Saray.

Mensûc: Dokunan işlenen.

Meşhûd: Görülen, şahit olunan.

Sâni: Sanatlı, estetik ölçülerle ya-pan, Yüce Yaradan.

Sirâc: Lamba, fener.

Tağyir etmek: Değiştirmek.

Tasarrufât-ı kudret: İlâhî kudretin farklı, çeşitli tasarrufları.

Zenberek: Çarkı hareket ettiren çelik yay.

On Dördüncü Ders / On Dördüncü Lem’a (Reşhalar)--- 181 ve zîhayata ihzâr edilmiş müzeyyenât ve mat’umât ve levazımât, ve güneş dahi musahhar bir mumdar olduğu-nu ihtar ile, rahmet ve ihsan-ı Hâlık’ı ifham eder.

Şimdi bak! Şu sersem, geveze felsefe ne der? Diyor ki:

“Güneş, bir kütle-i azîme-i mâyia-yı nâriyedir. Ondan fır-lamış olan seyyârâtı etrafında döndürür. Cesameti bu ka-dardır. Mahiyeti böyledir, şöyledir!..” der. Ruha, muvah-hiş bir dehşetten ve bir hayretten başka bir kemâl-i ilmî vermiyor. Güneşin en mühim olan vazifesinden, en bü-yük, en güzel, en tatlı bir hakikat-i ilmiyeyi ruha veren bahs-i Kur’ân gibi bahsetmiyor.

Buna kıyasen bâtınen kof, zâhiren mutantan felsefî meselelerin ne kıymette olduğunu anla! Onun şâşaa-yı sûrîsine aldanıp Kur’ân’ın gayet âlîve fehme gayet karib olan beyan-ı mu’ciz-nümâsına karşı hürmetsizlik etme!..

Âlî: Yüce, yüksek.

Beyan-ı mu’ciz-nümâ: Mu’cize gösteren, mu’cizeli beyan, ifade.

Fehm: Fehm

İhsan-ı Hâlık: Yaradan’ın hediye-si, ikramı.

İhzâr etmek: Hazırlamak.

Karib: Yakın.

Kemâl-i ilmî: İlmî güzellik, zevk.

Kof: Boş, değersiz.

Kütle-i azîme-i mâyia-yı nâriye:

Büyük, akışkan, yakıcı kütle.

Levazımât: Lâzım olan, gerekli olan şeyler.

Mat’umât: Yiyecekler.

Mumdar: Mum tutan, ışık saçan.

Musahhar: Emre âmâde, hizme-te hazır.

Mutantan: Şatafatlı, gösterişli.

Muvahhiş: Dehşet veren, ürkütücü.

Müzeyyenât: Zînetler, süslü şeyler.

Seyyârât: Gezegenler.

Şâşaa-yı sûrî: Dıştaki yanıltıcı şa-şaa, gösteriş.

ِ ِ َّ ا ِ ٰ ْ َّ ا ِّٰ ا ِ ــــــ ْ ِ

1

ُروُ َ ْ ا ِ ّٰ אِ ْ ُכَّ َّ ُ َ َ َو ۗאَ ْ ُّ ا ُة ٰ َ ْا ُ ُכَّ َّ ُ َ َ َ

2(Hâşiye)

Ey birader! Düşman hariçte olsa insan silâhsız o düş-manla geçinebilir. Fakat düşman kale içine girse ve giz-lense o vakit o düşmana karşı silâhlanmak, zırh giy-mek ve gayet dikkat etgiy-mek, hem pek ciddî sebat etgiy-mek lâzımdır. Tâ ki hayat-ı ebediyesini hafî darbelerden kur-tarabilsin.

Ey kardeş! Zırh ve silâh, namaz ve takvadır. Kur’ân’ın zincirini muhkem tut. Onun sözüne kulak ver. Başkaları se-ni aldatmasın. Şu zamanın gâfil sarhoşları içinde, sese-ni terk-i şeâire ve medeniyet-i dünyaya davet edenlere de ki:

“Hey sersem gâfiller! Benim hâlim sizi dinlemeye mü-sait değil, zira;

1 “Dünya hayatı sizi sakın ola ki aldatmasın! Yine sakın ola ki, (o çok hilekâr şeytan dahil) aldatanlar da sizi Allah hakkında (yanlış bilgi, yanlış inanç ve yanlış yaklaşımlarla) aldatmasın.” ( Lokman Sûresi, 31/33; Fâtır Sûresi, 35/5).

2 Hâşiye: Bu kısım, Üçüncü Ders’ten tâ Sekizinci Ders’in nihayetine kadar tafsilen yazıldığı hâlde, ehemmiyeti için burada bir hülâsası tekrar yazılması münasiptir.

Hafî: Gizli, saklı.

Muhkem: Sağlam.

Terk-i şeâir: Dini temsil eden sem-bolleri, alâmetleri terk etme.

3. ve 8. Dersler Arasındaki Kısmın Hülâsası --- 183 Benim arkamda

Œ

, tâ kulağımın dibine kadar yakın-laşan ecel arslanı beni tehdid ediyor.

Ve önümde

Œ

bir darağacı dikilmiş ki; gece-gündüzün dönmesinden –zeval ve firak ağacı tesmiye edilen bu firak-ı elîm– benimle bütün sevdiklerimi asıp mahvetmektedir.

Ve sağ tarafımda

Œ

, ciğerlerime kadar işleyen bir acz yarası var. Nihayetsiz zaaf ve aczimle, nihayetsiz düşman ve mehâlikin hücumuna maruzum.

Sol tarafımda

Œ

, kalbimin içine kadar girmiş bir fakr yarası var. Nihayetsiz fakr ve iflasa ve nihayetsiz hâcât ve âmâle mübtelayım. En zelil hayvandan daha âciz, daha zayıf iken, dünya kadar metâlibe ve makâsıda muhtacım.

Bunlarla beraber

Œ

öyle bir yolcuyum ki, önümde ebedü’l-âbâda giden uzun bir yol var. Bu uzun yolda bi-rinci menzilim dünya, ikinci menzilim kabirdir. Bu yolda zâd ister, ziya ister.

Acz: Âcizlik, güçsüzlük.

Âmâl: Emeller.

Ebedü’l-âbâd: Sonsuza kadar, ile-lebet.

Fakr: Fakirlik, muhtaçlık. İhtiyaçla-rını kendi imkân ve iktidarıyla kar-şılayamamak.

Firak-ı elîm: Acı veren ayrılık.

Hâcât: İhtiyaçlar.

Makâsıd: Maksatlar.

Mehâlik: Tehlikeli, helâka götüren durumlar.

Metâlib: İstekler, talepler.

Tesmiye etmek: İsimlendirmek, isim vermek.

Zeval ve firak: Yok olma, ayrılıp gitme.

184 --- Nur’un İlk Kapısı İşte mukaddes Kur’ân, bana bu dehşetleri izale ediyor.

Helâkete, âlâma açılan bu beş kapıyı, saadete, rahmete açı-lacak beş kapıya tebdil edecek iki tılsım-ı imanîyi ve iki ilâc-ı İslâmîyi ve bir nur-u Kur’ânî’yi Kur’ân bize vermiştir:

O tılsım-ı imanînin biri

9 , o müthiş ecel arslanını

mu-sahhar bir ata döndürür ve üzerine bizi bindirir. Ve bizi, zindan-ı dünyadan kurtarır, huzur-u Rahman’a götürür, cennet-i bâkiyeye koydurur.

İkinci olan

9 tılsım-ı imanî ile o darağacını, yani zeval ve firakın ellerini tutup, tazelenen güzel manzaralar üstünde yapılmış bir salıncak hükmüne getirir. Yani, nehr-i zaman ve bahr-i dünyada tazelenen elvâh-ı sanat-ı rabbâniyeyi seyretmek için bir merkeb-i seyr ve tenezzüh olur.

Kur’ân-ı Hakîm’in bir ilâcıyla

9 o acz yarası, tevekkül

gülüne ve teslim çiçeğine döner. Bütün ağırlıklarımı, be-ni kaldıran tevekkül sefinesine koyup, aczin iz’âcâtından beni kurtarıyor. Emr-i kün feyekûn’e1 mâlik olan bir

1 “(O, bir şeyi yaratmak isteyince sadece) ‘ol!’ der, o da oluverir.”

(Bakara Sûresi, 2/117; Âl-i İmran Sûresi, 3/47, 59...) Âlâm: Elemler.

Bahr-i dünya: Dünya denizi.

Elvâh-ı sanat-ı rabbâniye:

Cenâb-ı Hakk’ın sanatlı bir şekilde yarattığı, hâkimiyet ve idaresi al-tındaki varlık tabloları.

İz’âcât: Rahatsız etmeler, sıkmalar.

İzale etmek: Gidermek, yok etmek.

Merkeb-i seyr ve tenezzüh: Gezip dolaşma, etraftaki güzellikleri sey-retme bineği.

Nehr-i zaman: Akıp giden zaman nehri.

Sefine: Gemi.

3. ve 8. Dersler Arasındaki Kısmın Hülâsası --- 185 sultan-ı cihana, acz tezkeresiyle istinad eden bir insana, ne gibi birşey ağır olabilir?

Kur’ân-ı Kerîm’in ikinci ilâcı

9 , fakr yarasını,

vesile-i rızık ve rahmet-i bînihayeye ve iştiha-yı lezzet-i nimet-i bîgayeye tebdil ve tashih eder. Evet nihayetsiz semerât-ı rahmete aç olan ruh ve letâif-i beşer, o nihayet-siz semerât-ı rahmete fakr ve ihtiyacını hissettikçe, lezzet-i saadeti tezâyüd eder. Böyle fakire, fakir nâmı ağır gelebi-lir fakat 1

ي ِ ْ َ ُ ْ َ َْا

bu sırra işaret eder.

Hem

9 Kur’ân-ı Kerîm’in verdiği zâd ve takva ile ve nur-u hidayetle, zulümât-ı berzah ve ehvâl-i haşir âsân olur. Ve o vesika-yı Kur’âniye ile insan, bin senelik bir yo-lu bir günde kat eder.2

1 “Fakrım övünç kaynağımdır.” Bkz.: Sehâvî, el-Makâsıdü’l-hasene s.745; Aliyyülkârî, el-Esrâru’l-merfûa s.320; Deylemî, Müsned 2/70, 2 71.Bu hakikate işaret eden âyet-i kerimeler için bkz.: Secde Sûresi, 32/5;

Meâric Sûresi, 70/4).

Âsân: Kolay, yumuşak.

Ehvâl-i haşir: Mahşer meydanın-daki korkutucu hâller.

İştiha-yı lezzet-i nimet-i bîgaye:

Cenâb-ı Hakk’ın sonsuz nimetleri-ne ait lezzetleri tatma iştahı.

Letâif-i beşer: İnsana ait mânevî duyular.

Rahmet-i bînihaye: Sonsuz, en-gin rahmet.

Semerât-ı rahmet: Rahmet mey-veleri, neticeleri.

Tezâyüd etmek: Artmak.

Vesika-yı Kur’âniye: Kur’ân-ı Ke-rîm’in verdiği izin belgesi, güven-ce.

Zâd: Azık.

Zulümât-ı berzah: Kabir âleminin karanlıkları.

186 --- Nur’un İlk Kapısı Ey gâfil! Eğer ölümü öldürebilirsen.. zevali dahi dün-yadan izale edebilirsen.. ve acz ve fakrı beşerden kal-dırabilirsen.. ve kâtıu’t-tarîklikyapmak için zîhayatın hususan insanın ebede giden yolunu seddedecek bir çare bulmuşsan, dinden istiğna ve dinin şeâirini terk etmeye insanları davet edebilirsin. Yoksa ey sersem, sus!.. Kur’ân-ı Azîmüşşân’ın dediğini dinle.”

Evet bu beş emir, beş âyât-ı uzmâdır. Ra’d gibi müthiş sadâlarıyla

ُروُ َ ْ ا ِ ّٰ אِ ْ ُכَّ َّ ُ َ َ َو ۗאَ ْ ُّ ا ُة ٰ َ ْا ُ ُכَّ َّ ُ َ َ َ

âyetini okuyorlar ve

1

َن ُ َ ْ ُ ْ ُכَّ َ َ ا ُ ِ َْأَو ُ َ ا ُ ِ َ ْ אَ ُنٰاْ ُ ْا َئِ ُ اَذِإَو

âyetinin hakikatine hükmediyorlar.

İşte bu sadâlara karşı vesvese-i medeniyet olan senin medeniyetçi sözlerin, sivrisineğin vızıltısı kadar da olmu-yor. Öyle ise ihtiyârıyla Kur’ân’ın tılsım ve ilâçlarını terk edip senin ile dalâlet yoluna gidecek, ancak senin gibi bir

1 “Öyle ise, Kur’ân okunduğunda hemen ona kulak verin, susup dinle-yin ki merhamete nâil olasınız.” ( A’râf Sûresi, 7/204).

Âyât-ı uzmâ: Pek büyük, muaz-zam âyetler, deliller.

İhtiyâr: İrade, tercih, seçim.

İstiğna: İstememe, tenezzül etme-me, ihtiyacının farkında olmama.

Kâtıu’t-tarîklik: Yol kesicilik.

Ra’d: Gök gürültüsü.

Seddetmek: Kapamak, engelle-mek.

Şeâir: Dini temsil eden semboller.

Zîhayat: Canlı, hayat sahibi.

3. ve 8. Dersler Arasındaki Kısmın Hülâsası --- 187 sarhoş lâzım ki, ya heves-i nefsî veya hırs-ı şöhret veya zındıka-yı felsefe veya sefâhet-i medeniyet veya derd-i maişet veya kin ve intikam veya gurur gibi bir müskirâtla o derece sarhoş olmalı ki, her şeye kendini muktedir ve mâlik bilsin ve her şey benimdir desin ve kendini lâyemut tahayyül etsin.

Hem sen “Ben de firenk gibi olacağım” diyemezsin ve firenk gibi olamazsın. Çünkü bir firenk, Muham-med (aleyhissalâtü vesselâm) Hazretlerini kabul etmezse de, İsa ve Musa (aleyhimesselâm)’ı veya sâir enbiyaların birini bir derece her nasılsa kabul eder. Sen ise Nebiy-yi Âhirzaman (aleyhissalâtü vesselâm) Hazretlerinin zinci-rinden çıktığın ve derslerini terk ettiğin dakikada, se-nin ruhunda nihayetsiz bir tahribat, bir boşluk, bir ka-ranlık peydâ olacak. Ve senin ruhunda hiçbir kemâlât ve ahlâk-ı âliyeye yer kalmayacak. Meğer insaniyetini söndürüp, zaman-ı hâl ile mukayyet sırf bir hayvan olabilesin.

Derd-i maişet: Geçim derdi.

Firenk: Avrupalı.

Heves-i nefsî: Nefsin haram olan şeylere karşı arzu ve isteği.

Kemâlât: Güzellikler, faziletler, er-demler.

Lâyemut: Ölümsüz.

Mukayyed: Kayıtlı, sınırlı.

Müskirât: Sağlıklı düşünmeyi en-gelleyen, sarhoşluk verici şeyler.

Sefâhet-i medeniyet: Hayatı sırf zevk ve eğlence olarak kabul edip, bunu medeniyetin bir gereği göre-rek haram-helal tanımama.

Tahayyül etmek: Hayal etmek.

Zaman-ı hâl: Şimdiki zaman, için-de bulunulan zaman dilimi.

Zındıka-yı felsefe: Din düşmanlı-ğını meslek edinen dinsiz felsefe.

188 --- Nur’un İlk Kapısı Hâlbuki insan, müstakbelin korkusuna, mazinin hüznüne giriftardır. Bu ikisi insanı pek ciddî düşündü-rür. İnsanın başını mütemâdiyen döver. İnsanı bu havf ve hüzünden kurtaracak ancak bir tek mededkâr var, o da Kur’ân-ı Azîmüşşân’dır ki ilân eder:

1

َن ُ َ ْ َ ْ ُ َ َو ْ ِ ْ َ َ ٌف ْ َ َ ِ ّٰ ا َءא ِ ْوَأ َّنِإ َأ

der, beşaret verir.

1 “İyi bilin ki, Allah’ın velîleri için (özellikle âhirette) herhangi bir korku söz konusu değildir ve onlar asla üzülmeyeceklerdir de.” ( Yunus Sûresi, 10/62).

Beşaret: Müjde, muştu.

Havf: Korku.

Mededkâr: Meded veren, yardım eden.

Mütemâdiyen: Devamlı, sürekli olarak.

Bu kısım, ehl-i dalâletin sahife-i