• Sonuç bulunamadı

ِ ِ َّ ا ِ ٰ ْ َّ ا ِّٰ ا ِ ــــــ ْ ِ

ْ ِ َ ٍ َئِّ َ ْ ِ َכَ א َ َأ א َو ِّٰ۬ ا َ ِ َ ٍ َ َ َ ْ ِ َכَ א َ َأ א

1

َכ ِ ْ َ

Ey zaafıyla beraber mağrur ve işlemediği şeyle müf-tehir bîçâre Said! Senin fahir ve gurura hiç hakkın yok.

Çünkü senin nefsinde kusur ve şerden başka yoktur. Eğer hayır olsa, o hayır da cüz-i ihtiyârın gibi cüz’îdir. Lâkin deme ki şerrim de cüz’îdir. Hayır, sen o cüz-i ihtiyârın ile bir şerr-i küllîyi işleyebilirsin. Çünkü sen işlediğin bir kusur ile, senin maksuduna müteveccih olan sâir es-babın semerât-ı sa’ylerini hükümden ıskat ederek bir

* Bkz.: Sözler, On Dördüncü Söz, Beşinci Mesele; Lem’alar, On Üçüncü Lem’a, On İkinci İşaret, Birinci, İkinci ve Üçüncü Sualler.

1 “Sana gelen her iyilik Allah’tandır. Başına gelen her fenalık ise nefsin-dendir.” ( Nisâ Sûresi, 4/79).

Bîçâre: Çâresiz, zavallı.

Cüz’î: Sınırlı, küçük.

Cüz-i ihtiyâr: İnsanın, eşyanın olu-şumunda pek de fazla tesiri olma-yan küçük seçimi, tercihi.

Esbab: Sebepler.

Iskat etmek: Düşürmek, hüküm-süz kılmak.

Mağrur: Gururlu, kibirli.

Maksud: Maksat, arzu, gaye.

Müftehir: İftihar eden, övünen.

Semerât-ı sa’y: Gayret ve çalış-maların meyveleri, neticeleri.

Şerr-i küllî: Geniş dairedeki şer, birçok şeyi etkileyen, zarar veren kötülük.

50 --- Nur’un İlk Kapısı hasâret-i külliyeye sebep ve bir hacâlet-i daimîye müste-hak olursun.

Hakikat böyle iken şeytanın bir cihette şâkirdi olan nef-sin, kaziyyenin aksine olarak hayrı küllî, şerri cüz’î tasav-vur eder, firavunlaşırsın. Bilir misin misalin neye benzer:

Mağrur ahmak bir adam, bir gemi ile ticaret eden bir cemaate şerik olur. O cemaatin her biri bir kısım sermaye verip, gemide bir vazifeyi deruhde eder. Herkes kendi va-zifesini îfâ eder. Yalnız o mağrur, hareket-i sefineye me-dar olan vazifesini terk ederek, geminin garkına sebebiyet verir. O cemaatin hepsi bin lira zarar ederler. Ona denildi:

“Hak olan odur ki, bütün hasâreti sen çekeceksin. Çünkü bizim sa’yimizi de heba ettin.”

O dedi: “Yok kabul etmem. Belki bu hasâret taksim edilerek hissem miktarınca çekebilirim.”

Sonra ikinci seferde, o dahi onlar gibi vazifesini îfâ et-ti. Bin lira kâr ettiler. Dediler ki: “Hasâret vazifeye bakar;

kâr, re’sü’l-mala bakar. Öyle ise re’sü’l-mal nisbetinde taksim edelim.”

Deruhde etmek: Üstüne almak, yüklenmek.

Gark: Batma.

Hacâlet-i daimî: Sürekli, daimî bir utanç.

Hareket-i sefine: Geminin hare-keti, yol alması.

Hasâret-i külliye: Çok büyük,

ge-niş dairede kayıp, zarar.

Kaziyye: Hüküm.

Medar olmak: Dayanak, sebep, vesile olmak.

Re’sü’l-mal: Sermâye.

Sa’y: Çalışma, çaba, gayret.

Şâkirt: Öğrenci, talebe.

Şerik: Ortak.

Altıncı Ders --- 51 O mağrur dedi ki: “Yok, belki bütün kâr benimdir.

Çünkü çendan evvelce hasâret sana râcîdir demiştiniz, ben kabul etmemiştim. Öyle ise bütün kâr da bana ol-malı.”

O vakit ona denildi: “Ey cahil nâdan! Bir şeyin vücû-du, bütün eczave şerâitinin vücûduna tevakkuf eder.

Öyle ise vücûdun semeresi, bütün esbab-ı vücûda ve-rilir. Kâr ise vücûdun semeresidir. Hasâret ise ademin semeresidir. Hâlbuki bir şeyin ademi, bir cüz-ü vâhidin ademiyle veya bir şartın fıkdânıyla oluyor. Öyle ise ademin semeresi, in’idamın sebebine verilecektir.

Elhasıl: Yâ Said, –aslahakellah– senin fahre ve gurura hakkın yoktur. Çünkü:

Evvelen: Şer senden, hayır ise gayrıdandır.

Sâniyen: Şerrin küllî, hayrın cüz’îdir.

Adem: Yok, yokluk.

Aslahakellah: Allah seni ıslah et-sin, hâlini düzeltsin.

Cüz-ü vâhid: Bütününe ait parça-lardan biri, bütünün bir parçası.

Çendan: Gerçi, her ne kadar.

Ecza: Cüzler, parçalar, kısımlar.

Esbab-ı vücûd: Var olma sebep-leri.

Fahr: Övünme, böbürlenme.

Fıkdân: Yokluk, bulunamama, ek-siklik.

İn’idam: Yok olma, bitme.

Nâdan: Cahil, kaba.

Râcî: Ait, bağlı.

Sâniyen: İkinci olarak.

Şerâit: Şartlar.

Tevakkuf etmek: Bağlı olmak, il-gili olmak.

Vücûd: Varlık, var olma.

52 --- Nur’un İlk Kapısı Sâlisen: Sen amel-i hayrın ücretini, amelden evvel al-mışsın. Belki bütün hasenatın, seni insan-ı müslim yapan Mün’im’in in’amına karşı, öşr-ü mi’şâr-ı öşrüne de –yani onda birin onda birinin onda birine de– mukabil gelmez.

Öyle ise daha gururun nedendir? Fahrın ne içindir? İşte bu sırdandır ki cennete girmek mahz-ı fazldır. 1 O dehşetli cehennem, ceza-yı amel ve ayn-ı adldir. Çünkü beşer bir şerr-i cüz’î ile, bir cinâyet-i külliye-i daimeyi işleyebilir.

Râbian: Hayır o vakit hayır olur ki Allah için ola…

Eğer Allah için olsa o vakit kat’î O’nun izniyledir. Tevfik O’nundur, minnet O’nadır. Senin hakkın şükürdür, fahir değildir. Çünkü fahir, irâe yani gösteriş ve riya iledir. Riya ise hayrı şer eder. Şer ile iftihar edersen et. İşte bu hakika-ti bilmediğindendir ki, nefsinden mağrur, gayriye de gu-rurlu oldun.

1 Cennetin Cenâb-ı Hakk’ın fazlı olduğuna işaret eden, Peygamber Efendimiz’in (s.a.s.) “Allah’ın rahmetiyle kuşatması durumu hariç beni de amelim kurtarmaz.” hadis-i şerifi için bkz.: Buhârî, rikak 18, merdâ 19; Müslim, münâfıkîn 71-78; İbn Mâce, zühd 20.

Amel-i hayr: Hayırlı amel, iş.

Ayn-ı adl: Adaletin ta kendisi.

Ceza-yı amel: Yapılan işin, ame-lin karşılığı.

Cinâyet-i külliye-i daime: Tesiri sürekli devam eden geniş çaptaki suç, cinâyet.

İn’am: Nimet verme, nimete er-dirme.

Mahz-ı fazl: Tamamen Allah’ın lütfu.

Mün’im: Nimet veren, nimetleri ih-san eden Hz. Allah.

Râbian: Dördüncü olarak.

Sâlisen: Üçüncü olarak.

Şerr-i cüz’î: Küçük şer, cüz’î, az bir kötülük.

Tevfik: Allah’ın muvaffak etmesi.

Altıncı Ders --- 53 Hem sen, bir cemaatin hasenatını tutuyorsun. O hase-natı, müteneffiz bir şahsa vermekle, tefer’una vâsıta ve ve-sile oluyorsun. Belki Allah’ın malını ve ef’âlini, esbaba ve tâgûtlara taksim ediyorsun.

Hem şu cehildendir ki; nefsin ile sana âidiyeti olan seyyiatı kadere vererek mes’uliyetten kaçıyorsun.

Hem nass ile sabit olan, Fâtır’ın sırf feyz-i fazlından olan hasenatı kendi nefsine veriyorsun. Tâ işlemediğin şeylerle medholunasın.1 Şu edeb-i Kur’ân ile edeplen.

Kur’ân-ı Kerîm diyor ki:

َכ ِ ْ َ ْ ِ َ ٍ َئِّ َ ْ ِ َכَ א َ َأ א َو ِ۬ ّٰ ا َ ِ َ ٍ َ َ َ ْ ِ َכَ א َ َأ א

Malına sahip ol. Başkasının malını gasbetme.

Hem Kur’ân-ı Kerîm diyor ki:

1 Bkz.: “Yap tık la rın dan ötü rü se vi nen, öbür ta raf tan yap ma dık la rı iş ler-den do la yı övülmek is te yen kim se le rin sa kın azap tan ya ka yı kur ta ra-cak la rı nı san ma!” (Âl-i İmrân Sûresi, 3/188).

Ef’âl: Fiiller, işler.

Fâtır: Yaradan, Yaratıcı.

Feyz-i fazl: Cenâb-ı Hakk’ın lütuf ve ihsanının bereketi.

Müteneffiz: Nüfuzlu, söz sahibi, hükmü geçen.

Nass: Kur’ân-ı Kerim veya Hadis-i Şerif’lerde bir mesele hakkındaki açık ifade, metin.

Tâgût: Put, şeytan. Allah yoluna engel olan.

Tefer’un: Firavunlaşma. Zalimlikte ve aşırı kibirlenmede Firavun gibi olma.

54 --- Nur’un İlk Kapısı

َ َ ِ َئِّ َّ אِ َءא ْ َ َو ۚאَ ِאَ ْ َأ ُ ْ َ ُ َ َ ِ َ َ َ ْאِ َءא ْ َ

1

אَ َ ْ ِ َّ ِإ ىٰ ْ ُ

Mademki hasene on misline çıkar, seyyie nefsinde birde münhasır kalır. Sen de haseneden neş’et eden muhabbeti, muhsinden muhsinin müteallikâtına teş-mil et. Uyûbundan iğmâz-ı ayn et. Seyyieden neş’et eden adâveti, müsîden müsîin akâribine veya sâir gü-zel sıfatlarına tecavüz ettirme!

Bu edeb-i aliyye-i âdile-i Kur’âniye ile edeplen!

Kur’ân’ın edebiyle edeplenmeyen, zamanın sillesiyle te-dip olunacağı muhakkaktır.

1 “Kim Al lah’a gü zel bir iş le ge lir se, iyi lik iş ler se, ona on mis li ve ri lir;

kim de bir kö tü lük le ge lir se, sa de ce kö tü lü ğü ne denk bir ce za gö rür.”

( En’âm Sûresi, 6/160).

Adâvet: Düşmanlık.

Akârib: Yakınlar, yakın olanlar.

Edeb-i aliyye-i âdile-i Kur’âniye:

Kur’ân-ı Kerim’in adaletli, her şeyi yerli yerine koyan yüce edebi.

Hasene: İyilik.

İğmâz-ı ayn etmek: Göz yummak, görmezlikten gelmek.

Muhsin: İyilik yapan, iyi bir iş iş-leyen.

Müsî: Kötülük işleyen.

Müteallikât: Alâkalı, ilgili olanlar.

Seyyie: Kötülük.

Tecavüz etmek: Haddi aşmak, ileri gitmek.

Tedip: Cezalandırma, haddini bil-dirme.

Teşmil etmek: Yaymak, genişlet-mek, kapsamı içine almak.

Uyûb: Ayıplar, kusur ve eksiklik-ler.