ِ ِ َّ ا ِ ٰ ْ َّ ا ِّٰ ا ِ ــــــ ْ ِ
َ ِ َ َةَ ِ ٰ ْ ا َراَّ ا َّنِإَو ۚ ٌ ِ َ َو ٌ ْ َ َّ ِإ א ْ ُّ ا ُة ٰ َ ْا ِهِ ٰ אَ َو
1
ُناَ َ َ ْ ا
Ey ihtiyârsız süratle kabre, haşre, ebede giden Said-i şakî! Bil ki:
Uzun ve kısalığı nisbetinde iki hayatın levazımâtını tahsil etmek için Mâlik-i Kerîm sana, bir sermaye-i ömür verdiği hâlde; sen o sermayenin kısm-ı âzamını, hayat-ı bâkiyeye nisbeti bir bahrin bir katre serâba nisbeti gibi olan şu hayat-ı fâniye katresinde zâyi ettin. Eğer aklın varsa elde kalan kıs-mının yarısını veya üçte birini veya lâakal onda birisini,
* Bkz.: Sözler, Dördüncü Söz.
1 “Bu dünya hayatı, (kendine bakan yüzüyle) boş bir oyalanma ve oyundan başka bir şey değildir. Âhiret yurdu ise işte o; hâlis, gerçek hayattır.” ( Ankebût Sûresi, 29/64).
Bahr: Deniz.
Hayat-ı bâkiye: Kalıcı, dâimî ha-yat. Âhiret hayatı.
Hayat-ı fâniye: Fâni, geçici hayat.
Dünya hayatı.
İhtiyâr: İrade, tercih, seçim.
Kısm-ı âzam: Önemli kısım, bü-yük bölüm.
Lâakal: En az, en azından.
Mâlik-i Kerîm: Sahibi olduğu ni-metleri sınırsız, sonsuz lütfuyla kul-larına ihsan eden Hz. Allah.
Şakî: Bahtsız, mutsuz.
Beşinci Ders --- 45 deniz gibi hayat-ı bâkiyeye sarfet. Yoksa “Eyvahlar ol-sun!” diyeceğin bir zaman gelecek. Acâibdendir ki, senin gibi ahmaklara âkil ve zîfünun deniliyor. Şu temsili dinle:
Mesela, şu bir hizmetçi kuldan daha ahmak görünü-yorsun ki; onun seyyid-i kerîmi ona yirmi dört altın ve-riyor. Onu Burdur’dan Antalya’ya, oradan da Şam’a ve Yemen’e gönderiyor. Ve emrediyor ki:
“O altınları, levazım-ı seferinde sarfet! Lâkin Antalya’ya kadar –cebren– iki gün yayan gideceksin. Hem bir nevi ihtiyârın var. O altınları bir şeyde sarfetsen de etmesen de yine gideceğin yere yetişebilirsin. Lâkin Antalya’dan son-raki sâir menzillere gitmekte bir cihette ihtiyâr senin elin-dedir. Eğer bir vesika veya bir bilet alabilir ve bir vapu-ra veya bir trene veya bir tayyareye binebilirsen, bir ay-lık mesafeyi bir günde kat’edebilirsin. Yoksa hem yayan, hem yalnız, hem mütehayyir, hem matrud bir surette yo-luna devam edeceksin.”
Hâlbuki o ebleh ahmak yolcu, yirmi üç altınını, iki günlük mesafede sarfetti. Ona denildi ki: “Şu bâki kalan
Âkil: Akıllı.
Cebren: Zorla.
Ebleh: Pek akılsız, pek budala.
Levazım-ı sefer: Yolculuk için la-zım olan şeyler, gerekli malzeme-ler.
Matrud: Kovulmuş, horlanmış.
Mütehayyir: Şaşkın.
Seyyid-i kerîm: Pek cömert, ke-rem sahibi efendi, sahip.
Zîfünun: Bilim adamı, ilim sahibi.
46 --- Nur’un İlk Kapısı bir altını, o uzun yolun için bir zâd ve bir bilete ver. Ümit edilir ki seyyidin sana merhamet eder, rahatla gidersin.”
O dedi ki: “Yok, lezzet-i hâzıramı terk etmem. Bir ihti-mal var ki, fayda vermez.”
Ona denildi: “Acaba bu derece belâhet olur mu ki se-nin aklın sana nasıl fetva veriyor? Yarı malını, bin adam iştirak eden bir piyango kumarına atarsın. Hâlbuki o ku-marda, bin ihtimalden bir ihtimal ile belki bin lirayı kaza-nabilirsin.
Hem nasıl oluyor ki, şu menfaatperest aklın sana fet-va vermiyor ki; yirmi dört parça malından tek bir cüz’ünü verirsen, binde dokuz yüz doksan dokuz ihtimal ile, tüken-mez hazinelere zafer bulacağın, milyonlar ehl-i hibre ve ehl-i ihtisasın şehâdâtıyla kat’iyyet kesbetmiştir.
Hâlbuki böyle cesîm menfaatler için, bir tek âmînin ihbarı dahi nazar-ı itibara alınır. Hâlbuki muhbirler, nev-i beşerin şümus ve nücumu hükmünde mütevatir
Âmî: Halktan, sıradan biri.
Belâhet: Aptallık, budalalık.
Cesîm: Büyük.
Ehl-i hibre: Tecrübe sahibi kimse, bilir kişi.
Ehl-i ihtisas: Sahasında uzman olan kimse, mütehassıs.
Lezzet-i hâzıra: Hâl-i hazırdaki lez-zet, o an içinde bulunduğu anki keyifli hâl.
Muhbir: Haberci.
Mütevatir: Yalanda ittifak etmele-ri aklen mümkün olmayacak sayı-daki topluluk.
Nev-i beşer: İnsanlık, insanlar.
Nücum: Yıldızlar.
Şehâdât: Şehâdetler.
Şümus: Güneşler.
Zâd: Azık.
Beşinci Ders --- 47 ehl-i şuhûddurlar ki; o müsbitlerden ikisi, binler ehl-i ne-fiy ve münkirlere tercih edilir. Çünkü hilâl-i Ramazan’ın rü’yetini dâvâ eden iki şahit, binler nâfî fikirlerin hükmü-nü ıskat eder.1 Şöyle ehl-i şuhûdun ihbaratı nasıl oluyor ki sana tesir etmiyor? Cehalet ve gafletin ne kadar kalın-laşmış!
Ey târikü’s-salât! Misali anladınsa hakikati dinle:
O abd-i misafir sensin. Burdur dünyadır. Antalya kabir.
Şam, berzah ve haşirdir. Yemen, mâbâdü’l-haşirdir. Yirmi dört lira da yirmi dört saattir. Sen o yirmi dört saatin yir-mi üçünü şu hayat-ı fâniyeye bilâ-tereddüt ve bilâ-pervâ
1 İki âdil şahidin Ramazan hilâlini gördüklerine dair şehâdetleriyle Ramazan ayının girdiğine hükmedildiğine dair bkz.: Ebû Davud, savm 14; Beyhakî, es-Sünenü’l-kübrâ 4/247; Serahsî, Mebsût 3/139-140...
Abd-i misafir: Misafir, yolcu kul.
Berzah: Kabir âlemi, dünya ve âhiret arası.
Bilâ-pervâ: Çekinmeden, pervâsız.
Bilâ-tereddüt: Tereddütsüz, hiç düşünmeden.
Ehl-i nefiy / nâfî: Bir şeyin varlığı nı inkâr eden, olmadığını iddia eden.
Ehl-i şuhûd: İnanca dair gaybî me-seleleri göz ve kalbleriyle müşâhe-de emüşâhe-den peygamberler ve veliler.
Haşir: Dirilme, mahşer meydanın-da toplanma.
Hilâl-i Ramazan: Ramazan ayının girdiğini gösteren hilâl şeklindeki yeni ay.
Iskat etmek: Düşürmek, hükümsüz kılmak.
İhbarat: Haber vermeler, bilgilen-dirmeler.
Mâbâdü’l-haşir: Haşir sonrası.
Münkir: İnkâr eden, inanmayan.
Müsbit: Bir şeyin varlığını kabul eden, var olduğunu iddia eden.
Rü’yet: Görme.
Târikü’s-salât: Namazı terk eden.
48 --- Nur’un İlk Kapısı sarfediyorsun. Pek uzun seferin için elzem-i zâd olan beş vakit namazın edâsına, bir saatin sarfında tehâvün göste-riyorsun yani ağır davranıyorsun. Hattâ sarfettiğin vakitte bir hisse de dünyaya çıkarıyorsun ki, namaz içinde dün-yanı da düşünüyorsun.
Hallâk-ı Kerîm’in bu kadar az birşeyle şu kadar büyük şeyleri sana verdiği hâlde sen yapmazsan, senin bu insaf-sızlığın ile cehennem sana lâyık olmaz mı ve sen ona müs-tehak olmaz mısın, ey gâfil ve ey târikü’s-salât?
1
ِت ْ َ ْا َ َْ ِ َ ْ َّ אِ َو ِتْ َ ْا َ َْ ِة َ َّ אِ ا ُ ِّ َ
1 “Vakti çıkmadan önce namazı kılmada, ölüm gelip çatmadan önce de tevbe etmede acele edin!” (Bkz.: Münâvî, Feyzu’l-kadîr 5/51; Sağânî, Mevzûât 1/37). Namazı vaktinde kılmaya teşvik eden bazı hadis-i şerifler için bkz.: Buhârî, mevâkît 5; Ahmed İbn-i Hanbel, Müsned 4/244; Dârakutnî, Sünen 1/248. Tevbenin geciktirilmemesiyle ilgili bkz.: Nisâ Sûresi, 4/17, 18.
Elzem-i zâd: Çok lâzım olacak, gerekli azık.
Hallâk-ı Kerîm: İhsanı bol, pek cömert Yüce Yaratıcı.
Tehâvün: Ehemmiyet vermeme, gevşeklik.