• Sonuç bulunamadı

3. KENTSEL YIĞILMANIN KORUNMASINA ĐLĐŞKĐN KAVRAMLARIN

3.3 Boşluk

Korumanın ilgi alanına giren varlıkların sayısındaki artış, ilginin; tek yapıdan yapı gruplarına, yapıların yakın çevrelerine, bölgelere hatta kentlere doğru genişleme süreci daha önce incelenmişti. Koruma disiplininde, korunması gerektiği düşünülen kentsel çevre; yapı ve boşlukları kapsayan bir bütün olarak ele alınır (Howard, 2006). Sözü edilen bütünün içerisinde değerlendirilen kentsel boşluklar, çalışmada, yapılardan bağımsız olarak başlı başına bir koruma varlığı olarak incelenmekte. Korumanın ilgi alanına giren varlıkların sayısındaki artışa karşın, koruma sürecinin nesne merkezli yapısı değişmemiştir. Bu sürecin koruma konferanslarındaki yansımalarına bu başlık altında yer verilmektedir.

3.3.1 Anıtın Çevresine Đki Yaklaşım: 1931- 1933 Atina Toplantıları

1931 Atina Konferansı ve 1933 Atina Anlaşması, tarihi çevre ile ilgili alınan kararlar kapsamında birbirine zıt iki görüşü barındırır. Birinde; tarihi nesneyle ilişkisi bağlamında bir değer olarak görülen tarihi çevrenin korunması önerilirken, diğer toplantıda tarihi nesnenin tek başına anıtlaştırılması amacıyla yakın çevresinin yıkılabileceği önerisine yer verilmiştir. 1931 Atina Konferansı sonuç bildirgesinde tarihi anıtların etrafına saygı gösterilmesi gerekliliği, “Tarihi Anıtların Estetik Değerinin Arttırılması” başlığı altında, bir diğer deyişle, estetik kaygıyla yer almıştır. “Tarihi anıtın etrafı” olarak tarif edilen koruma bölgelerine manzaralar da dahil edilmiş “...bazı özellikleri olan güzel görünüşlü manzaraların oluşumu korunmalıdır” ifadesi kullanılmıştır (Erder, 2007). Atina Konferansı’nda anıt çevresine saygı gösterme gerekliliği vurgusu, 1933 yılındaki Atina Anlaşması’nda, anıt çevresinde boşluk oluşturma önerisine dönüşmüştür. Bir başka deyişle, koruma pratiğinde kültür varlıklarının yitirilmesine sebep olan, anıtın çevresindeki dokunun ortadan kaldırılması yaklaşımı, bu madde ile meşrulaşmıştır. “Tarihi değeri olan bazı anıtların etrafındaki sefil ve sağlığa zararlı evlerin yıkılması, bazı durumlarda, yüzyılların sağladığı ortamı bozabilir” (Erder, 2007) ifadesi ile yüzyılların sağladığı birikim ortamı, anıtların ürünü olarak ele alınmış, “sefil ve sağlığa zararlı evlerin” bu birikime olan katkıları yadsınmış, yüzyılların sağladığı birikim, yalnız anıttaki birikime indirgenmiştir. Maddede, söz konusu bozulan ortam karşısında duyulan üzüntünün yansıtılmasının ardından, durumun önüne geçilebilmesi için de yeşil alan yaratma önerisi ile çözüm üretilmiştir: “...Bu üzücü fakat önüne geçilmez bir şeydir. Durumdan yeşil alanlar açmak sureti ile yararlanılabilir.” (Corbusier, 2009) Anıt çevresindeki yıkımların ardından bu yaklaşım 1964 yılında Venedik Tüzüğü ile değiştirilse de bu tür uygulamaların sonlanması çok daha uzun yıllar içerisinde gerçekleşebilmiştir. Türkiye’de de, sözü edilen anıtların etrafındaki köhne olarak nitelenen dokunun temizlenmesi için gerçekleştirilen yeşil alan oluşturma yaklaşımı ile pek çok tarihsel doku yitirilmiştir. Korumanın nesne merkezli yaklaşımının en açık örneklerinden biri olan anıt etrafını boşaltma uygulaması, 1964 Venedik Tüzüğü ile konferans metinlerinde değişse de, yaklaşım “anıt etrafını boşaltma”dan “anıt etrafını koruma”ya evrilmiştir. Dolayısıyla anıt etrafı söylemi değişmemiş, nesne vurgusu sürmüştür. Tarihsel çevrelerin ele alındığı bu iki toplantıda, anıtın yakın çevresi olarak değerlendirilen alanların, çalışmada kent boşlukları olarak adlandırılan mekanlardan en önemli farkı kuşkusuz nesneyle kurulan ilişkidir. Korumanın kentsel mekana bir koruma değeri atfetmesinin tek yolu, tarihsel bir nesnenin varlığıdır. Đki toplantıda alınan farklı iki çevre yaklaşımında anıtın çevresi korunabilir ya da yıkılabilir. Ancak her iki durumda da çevreye atfedilen; tarihsellik, özgünlük gibi koruma değeri, içerikteki nesneler

aracılığıyla kazandırılmaktadır. Zemin altındaki yığılma potansiyeli ya da kentsel boşluğa ait karakteristikler çevreyi korumanın ölçütleri arasında yer almamıştır.

3.3.2 Bir Değer Olarak Anıt Çevresi: 1964 Venedik Tüzüğü

1957 yılında Paris’te toplanan “I. Uluslararası Tarihi Anıtlar Mimar ve Teknisyenleri Kongresi”nde, “kent içerisinde tek anıt” kavramından “anıt olarak kent” kavramına doğru geçiş -kent bütününün bir nesne olarak algılanışı- gözlense de, anıtın çevresiyle birlikte ele alınışı 1964 Venedik Tüzüğü ile gerçekleşmiştir (Erder, 2007). Kongrenin ardından yayınlanan Venedik Tüzüğü’nün ilk maddesinde; “Tarihi anıt kavramının yalnız bir mimari eseri içine alamayacağı, bunun yanında belli bir uygarlığın, önemli bir gelişmenin, tarihi bir olayın tanıklığını yapan kentsel ya da kırsal bir yerleşmeyi de kapsadığı” belirtilmiştir. Toplantıda koruma kavramının kapsamı, anıttan veya binadan -nesneden- tarihi kentsel veya kırsal alanlara -boşluğu da içeren yakın çevreye- doğru genişletilmiş; bütünlük (integrity) kavramı vurgulanmıştır (Jokieltho, 2008). Koruma alanında birçok yeniliği içerisinde barındıran tüzük, kent ve çevre ile ilgili çok sayıda madde içermemekte, tek yapı ölçeğinde koruma kararlarına ağırlık vermektedir. Ancak tarihi çevre kaygısının resmi olarak bir tüzükte yer alması ve anıtın tek başına değil çevresi ile birlikte -anıtın tüm çevresiyle bütün bir nesne olarak- değerlendirilmesi gerekliliğini bu netlikte vurgulaması açısından ilk tüzük olma niteliği taşımakta.

Daha sonraki yıllarda hazırlanan tüzük, anlaşma ve kartalarda, Venedik Tüzüğü’ne atıfta bulunmak bir gelenek halini almış, Venedik Tüzüğü koruma literatüründe adeta bir kutsal metin ya da anayasa metni görevi görmüştür. C. Binan, Venedik Tüzüğü’nü, çağdaş koruma kavramının kilometre taşı ve koruma kavramının ilkeleştiği ilk metin olarak niteler (Binan, 1999). Görülüyor ki, bu tüzüğün ardından oluşturulan koruma metinleri, büyük oranda, Venedik Tüzüğü’nün güncellenmesi ve tamamlanması hedefleri ile ele alınmaktadır. Örneğin 1990 yılına ait “Arkeolojik Mirasın Korunması ve Yönetimi Tüzüğü”nde, Venedik Tüzüğü’nün başarısından esinlenilerek metnin hazırlandığı ifade edilmiştir. 1994 Nara Özgünlük Belgesi’nin de Venedik Tüzüğü’nün ruhu ile hazırlandığı belgenin önsözünde belirtilmiştir. Venedik Tüzüğü’nün önemi, uluslararası boyutta çözümler üretme geleneğini günümüze taşımasına dayandırılmaktadır (Binan, 1999). Korumanın ilgi alanına, obje ve mekanın yanı sıra, anılar, sosyal olgular gibi unsurları da dahil etmesi açısından önemli bir dönüm noktası olan 1999 Burra Kartası da, Venedik Tüzüğü etkilerini taşır (Jokieltho, 2008). Venedik Tüzüğü, Gayrimenkul Eski Eserler ve Anıtlar Yüksek Kurulunun 24 Eylül 1967 tarih

ve 3674 sayılı kararı ile ulusal koruma kanununa dahil edilmiştir. Resmi olarak yasalaşmasının ardından 1968 yılında, C. Erder’in Vakıflar Dergisi’nde yazdığı bir makale ile de ulusal akademik bir metinde ilk kez incelenmiştir (Erder, 1968).

1964 Venedik Tüzüğü’nün ardından gerçekleştirilen diğer toplantı ve yayınlanan tüzüklerde benzer uyarılara dikkat çekilmiş ancak bu yayınlar Venedik Tüzüğü kadar yenilik içeren metinler olmamıştır. Bunlar arasında 1975 yılında yayımlanan, “Amsterdam Bildirgesi”, bütünleşmiş koruma ve çevre ölçeğinde koruma ilkelerine yer vermesi ile dikkat çekmektedir. 1987 yılında ICOMOS Genel Kurulu’nda kabul edilen, “Tarihi Kentlerin ve Kentsel Alanların Korunması Tüzüğün”de (Washington Tüzüğü) tarihi kent ve kentsel alanların korunması için yapılacak planlama çalışmalarında disiplinlerarası araştırmaların önemine vurgu yapılmıştır. Tüzükte, kent ve tarihi alanın geçmişi ile ilgili araştırmaların içeriğine değinilerek, geçmişin belgelenmesi için arkeolojik araştırmalara yer verilmesi önerisinde bulunulmuştur [www.icomos.org.tr]. 1964 Venedik Tüzüğü gibi bu tüzüklerde de çevrenin önemine vurgu yapılmış ve anıtın çevreden bağımsız düşünülmemesi gerekliliği vurgulanmıştır. Günümüz çağdaş koruma anlayışında, tüzükte yer alan hedeflere ulaşılmış, anıt; çevresi ile birlikte ele alınarak araştırılan bir koruma nesnesi olmuştur. Anıt çevresinin, bölgelerin hatta kent bütününün bir koruma nesnesi olarak algılanması geleneği korumanın yasal ve yönetsel metinlerinden de okunabilmektedir. Bu bölümde arkeolojik korumanın ve kentsel çevrenin koruma tüzüklerindeki ele alınış biçimlerine yer verilmiştir. Metinlerde kentsel çevrenin; kendi evrimini geçmişte tamamlandığı, olması gereken son şeklini aldığı düşünülen mekanlar olarak algılandığı söylenebilir. Fiziksel çevreye günümüzde yapılacak olan müdahalelerin de sözü edilen bitmiş düzenli tarihsel bütünlülüğe uyum içerisinde gerçekleştirilmesi beklentisi yaygındır. Koruma tüzük ve konferans metinleri bunun hangi ilkelerle gerçekleştirilebileceğinin ipuçlarını veren önerileri içerir. Görülüyor ki korumanın konusu henüz nesneye olan konsantrasyonunu sürdürmektedir. Kentsel arkeoloji ve kentsel koruma konularında da bu bakış açısının sürdüğü açıkça gözlenir. Ancak bu yaklaşımların o dönemde bir sorun olarak algılanmamasının kendi dönemsel koşulları içinde değerlendirilmesi, boşluk ve yığılma olgusunun günümüzün kültürel koşullarında sorunsallaşmaya başladığı ifade edilebilir.

Bu çalışmada nesneye ait analiz ve onarım yöntemlerinde etkili olan koruma alanının, zemin altında gerçekleşen yığılma ile nesne içermeyen tarihi kent boşluklarının korunması konularında karşılaşılan koruma problemleri üzerinde durulmuştur. Bu bağlamda, son bölümdeki alan çalışmalarında yığılma olgusu, korunması gerekli kentsel boşluklarda

4. ĐSTANBUL TARĐHĐ YARIMADA BOŞLUKLARINDA KENTSEL