• Sonuç bulunamadı

BÖLÜM 2: SULTAN II. ABDÜLHAMİD DÖNEMİ DONANMA STRATEJİSİ . 44

2.4. Jeune École Stratejisi’nin Düşüşe Geçmesi ve Buna Mukabil Osmanlı Savunma

2.4.2. Boğazların ve Payitaht’ın Müdafaasına Yönelik Planlar

Şurası muhakkak ki Osmanlı devlet adamlarının nezdinde kıyıların ve boğazların müdafaası, Devlet-i Aliye Osmaniye’nin öncelikli savunma mevzi olarak algılanmaktaydı. Bu bağlamda hem müşavir paşalar tarafından kaleme alınan raporlar hem de bahriyenin kıyı savunma anlayışını yansıtan mütalaaları dikkate alındığında, Osmanlı Bahriyesi’nin kıyı tabyaları, torpidobot ve zırhlı muharebe gemilerinden müteşekkil, müşterek yapıda bir savunma anlayışını oturtma çabasının mevzu bahis olduğu tasavvur edilebilir. Osmanlı’nın stratejik mevkileri olarak değerlendirilen liman, boğaz ve kıyı şeritlerinin çağdaş savunma anlayışına uygun olarak koordineli ve buna mukabil etkin bir şekilde korunabilmesi maksadıyla Şura-ı Bahriye bünyesindeki komisyonların da faal bir şekilde çalıştığı, 3 Mayıs 1891 (24 Ramazan 1308) tarihli bir raporda açıkça görülmektedir.

İmalat-ı Bahriye Komisyonu tarafından hazırlanan raporda, başta payitaht veyahut boğazlar olmak üzere belirli limanlara yönelecek her türlü taarruzu savuşturabilmek maksadıyla donanmanın muharebe kapasitesini arttırmaya yönelik neler yapılması gerektiğini içeren geniş çaplı incelemenin zorunlu olduğu ortaya atılmaktaydı. Bunun için Avrupa’daki devletlerin kendi kıyılarına yönelik olarak icra edilen taarruzlara karşı

59 Bunun dışında, Basra ve Kızıldeniz sahillerinin muhafazası için korvet ve vapur talepleri için bkz. BOA, Y. MTV. 232/10.

84

nasıl korunduklarına dair detaylı bir istihbarat çalışmasına ihtiyacın hâsıl olduğundan da bahsedilmekteydi. Aynı raporda donanmada bulunan gemilerin ateş gücünü arttırabilmek için Krupp toplarıyla donatılmamış zırhlılara yeni nesil toplar ve mevcut muharebe gemilerinin seyir kabiliyetlerini iyileştirmeye yönelik olarak kazan ve buna bağlı parçaların tedarikinin zorunluluk arz ettiğinin de altı çizilmekteydi. Raporun devamında, kıyı savunmasına destek verebilmek maksadıyla donanmanın yeterli bir seviyeye getirilebilmesi için toplamda 4.200.000 sterlin tutarında, üç yıllık süre zarfında teslimi yapılacak şekilde, bir gemi tedarik programının yürürlüğe girmesinin önemi izah edilmekteydi. Belirlenen program gereğince, ikişer adet zırhlı fırkateyn ve kruvazör dışında iki adet zırhsız kruvazör, dört adet nakliye vapuru ve bir adet de torpido vapurunun Avrupa’daki tezgâhlardan siparişi planlanmaktaydı. Bahriye İmalat Komisyonu üyelerine göre bu gemilerin Tersane-i Amire’de inşası mümkün gözükse de imalata yönelik olarak bir dizi makine, teçhizat ve Avrupa’dan teknoloji ithali gibi maliyetli teşebbüslere ihtiyaç duyulmaktaydı. Tüm bu ihtiyaçlar temin edildikten sonra bile sadece bir milyon sterlin tasarruf edilerek çok daha uzun bir süreçte programdaki gemilerin inşa edilebilmesi mümkün gözükmekteydi. Komisyonun üzerinde durduğu bir diğer husus ise boğaz ve Karadeniz sahillerinde bulunan Osmanlı istihkâmlarının vuku bulması kuvvetle muhtemel Rus amfibi taarruzuna karşı mukabele edecek mertebede olmadığı ve bu yüzden yüksek kalibreli toplarla teçhiz edilmiş yeni usule uygun istihkâmların inşasının lüzumlu olduğuydu. Nitekim raporun sonunda inşası planlanan istihkâmların, donanma unsurlarıyla birlikte koordineli bir savunma icra edebilmesi için yeni teknoloji mayınların stratejik mevkilere konuşlandırılmasının düşman taarruzunu durdurmakta faydalı olabileceği fikri ifade edilmekteydi (DMA, ŞB. 386/2A-B-C). 1890’lar boyunca boğazların tahkimi ve savunulması, Osmanlı Bahriyesi tarafından Sultan II. Abdülhamid’e sürekli arz edilen meselelerin başında yer almaktaydı. Özellikle Karadeniz’den gelebilecek her türlü taarruz ihtimaline karşı savunma tedbirlerini arttırmaya yönelik maliyetli birçok proje sunulsa da bu projeler, pratikte bir türlü gerçekleştirilememiş; genellikle kâğıt üzerinde kalmıştı. Ne var ki boğazların savunulmasında esas kabul edilen istihkâmların inşası, bunlara ait büyük kalibreli topların teçhizi ve mevzu bahis tahkimatları desteklemeye yönelik olarak donanmaya ait kıyı savunma unsurlarının takviyesi, her daim hem Sultan II. Abdülhamid nezdinde hem

85

de bahriye yetkililerince barış zamanında bile katlanılması gereken maliyetler olarak görülmüştü.

30 Haziran 1895 tarihinde kaleme alınan İstanbul Boğazı’nın müdafaasına yönelik bir başka raporda, daha önceki raporlardan farklı olarak Sultan II. Abdülhamid’e daha makul maliyetler ihtiva eden savunma planının sunulduğu görülmektedir. Raporda, boğazın korunmasına yönelik planın uygulama aşamasına geçirilebilmesi için Alman Germania Firması’ndan sipariş edilen mayınların bir kısmının temin edildiği, kalan kısmının tedariki ve bölgeye konuşlandırılması için de Sultan’ın onayının gerektiği üzerinde durulmaktaydı. Ekseriyetle her raporda izah edilen boğazı korumakla görevli bahriye askerlerinin eğitim ve talimi sorunu, bu raporda da “mertebe-i ehemmiyet ve

elzemiyet” arz eden bir husus olarak nakledilmekteydi. Raporun devamında İstanbul

Boğazı’nın müdafaasına dönük olarak Feth-i Bülend ve Necm-i Şevket korvetlerinin yanında “hizmet-i tarassudu ifa etmek üzere” de donanmadaki en süratli torpidobotların bu zırhlılara destek görevine tayin edilmesi söz konusuydu. Bu gemilerin tamir ve kömür ihtiyaçlarına dönük olarak kıyıya baraka ve depolar inşa edilmesi, bölgede seyyar vaziyette olacak gemilerin görevlerini aksatmadan ifa edebilmelerine dönük bir diğer projeydi (BOA, Y.MTV. 99/54).

Benzer bir şekilde Osmanlı Bahriyesi, Çanakkale Boğaz’ının mayınlarla müdafaası için de iki İngiliz uzman tarafından tanzim edilen raporu esas alarak, ihtiyaç duyulan mayınların Tophane-i Amire’de imal edilmesinin ardından bölgeye konuşlandırılması kararını almıştı (DMA, MKT. 568/63).

Bahr-i Sefîd Boğazı Muhafızlığı Vekâleti’nden Tophane Müşirliği’ne gönderilen 6 Ekim 1895 tarihli hususî bir telgraf, Çanakkale Boğazı’nın savunma tertiplenmesine yönelik önemli bilgiler içeriyordu. Telgrafta, Boğazın müstahkem mevkilerini oluşturan istihkâmların coup de main taarruzu icra edecek düşman filosuna karşı müdafaa edebilecek hâle getirildiği ve bazı noksanların giderilmesine yönelik faaliyetlerin de sürdüğünden söz edilmekteydi. Ayrıca envanterde bulunan 40 adet mayının yirmisinin iki hat şeklinde Namazgâh ile Hamidiye diğer yirmisinin ise Kepez ile Kumburnu mevkilerine konuşlandırılması için dört zabitana ihtiyaç duyulduğu ve bunların İstanbul veyahut İzmir’den tayin edilmeleri gerektiği üzerinde özellikle durulmaktaydı. Telgrafın devamında, Çanakkale Boğazı’nın savunmasında bulunan beş istihkâm bölüğünden üçünün Kilitbahir, diğer ikisinin ise Çimenlik ve Hamidiye tarafındaki boğaz hattı ile

86

torpido istasyonlarının müdafaasında görevlendirildikleri için düşmanın amfibi harekât ile karaya çıkması durumunda, Boğazı karadan savunmanın mümkün olamayacağı da öngörülmekteydi. Belirtilen amfibi taarruz tehdidine karşı bölgede en az 12 piyade taburunun bulundurulması gerektiği salık verilirken gece denizden yapılması muhtemel bir taarruza karşı da ileri karakol vazifesi ifa edecek güçlü elektrik fenerle teçhiz edilmiş dört adet torpidobota acilen ihtiyaç duyulduğundan bahsedilmekteydi (BOA, Y.PRK. ASK. 107/25).

Buna ek olarak Çanakkale Boğazı’ndaki mevcut tabyaların yetersizliği de göz önünde bulundurularak yeni model 24 santimetrelik Krupp toplarının da müstahkem mevkilere yerleştirilmesi de gündeme gelmişti (DMA, MKT. 647/27-2). Aslında daha 1880’lerin sonunda bahriye tarafından Sultan II. Abdülhamid’e sunulan bir raporda, Çanakkale Boğazı’ndaki istihkâmlarının karadan ve denizden gelebilecek taarruzlara karşı müdafaa ve mukabele edilebilecek bir vaziyete getirilmesine yönelik önemli hazırlıklardan söz edilmekteydi. Raporun genelinde 50 tabur askerin Kumkale ve Seddülbahir’deki istihkâm inşaatları için görevlendirildiğinden, yakın zamanda Krupp Firması’na sipariş edilen büyük çaplı topların da bu mevkilere konuşlandırılacağından ve bu iki istihkâm arasındaki deniz kıyısının da mayınlaması girişiminden bahsedilmekteydi. Raporun devamında, Çanakkale Boğazı’nın denizden daha etkili savunulabilmesi için iki hafif tonajlı muharebe gemisinin, istihkâmlara ateş desteği sağlama ve karakol görevlerini yerine getirebilmek için bölgede bulunduğu bildirilmekteydi (BOA, Y. MTV. 20/13). Bu arada Osmanlı sefaretleri de Avrupa’da Çanakkale ve İstanbul boğazlarının müdafaası katkı sağlayacak yeni nesil savunma silahlarla ilgili istihbarat toplamanın yanı sıra gerektiğinde “boğazdan cebren mürûra tasaddî edecek düşman sefâin-i

harbiyesi içün bir mâni’i kavî olacak” potansiyeldeki silahları imal eden fabrika

temsilcileriyle de bizzat görüşme düzenlemekteydi. Bu görüşmeler neticesinde elde edilen bilgilerin payitahta detaylı bir rapor olarak sunulması dışında, direkt olarak fabrika temsilcisinin teklifi yazılı olarak bildirilmesi de sıklıkla karşılaşılan bir durumdu. Gerçekten de Osmanlı Devleti’nin kıyı savunma ihtiyaçlarını karşılamak maksadıyla bu alandaki en güncel ve güvenilir bilgiye ulaşan sefaret yetkilileri, Osmanlı Devleti ile dış dünya arasındaki en önemli bağlardan biriydi. Bu manada askerî teknolojide önde gelen ülkelerdeki Osmanlı sefaretlerinin, teknoloji istihbaratı ve silah fabrikalarıyla bağlantı kurulması noktasında bir hayli aktif olduğu görülmektedir.

87

Mesela, önemli sanayi tesislerinin bulunduğu Palermo’daki Osmanlı Sefareti’nin kıyı savunma sistemleri ilgili gelişmeleri yakından takip ettiği, 13 Mart 1888 tarihli Palermo Şehbenderi Ernest Bonkourki Efendi tarafından tanzim edilen bir rapordan hemen anlaşılmaktadır. Ernest Efendi, raporunun başında Boğazların girişine istihkâm ve bataryaların inşa edilmesinin önemli tedbirler olduğundan söz etse de ona göre “bir

geminin her gûne vâsıta-i tahribiyeden en ziyade korktuğu şey gerek sâbit ve gerek muhterik torpido” olduğunu vurgulamaktaydı. Ancak Ernest Efendi, kıyı savunması için

kapasitesi kısıtlı sabit torpidolardan faydalanmak yerine cûzi bir meblağ karşılığında yönlendirilebilir hareketli torpidoların temin edilmesinin daha doğru olacağına inanmaktaydı. Zira 50 kilograma kadar dinamit ve pamuk barutu ile takviye edilmiş olan bu yeni torpidoların, düşman donanmasının karaya asker çıkarması için istifade edeceği amfibi unsurlarına karşı da oldukça etkili olması bir yana, aynı zamanda

“Bahr-i sef“Bahr-id c“Bahr-ihetler“Bahr-inden mezkûr boğazdan cebren mürûra tasaddî edecek düşman sefâ“Bahr-in-“Bahr-i harbiyesiçün bir mâni’-i kavî” olacağını öngörmekteydi (BOA, Y. MTV. 30/71).

Viyana Sefareti’nde görevli ataşenaval Kolağası Mehmet Pir Efendi’nin kaleme aldığı bir arızada da Macaristan ahalisinden Mihail adında bir zattan icat ettiği deniz torpidosu hakkında izahat alınmasına istinaden silahın teknik özellikleriyle ilgili malumatlardan söz edilmekteydi. Ayrıca Kolağası Mehmet, bu mucitin icat ettiği tarzda infilak gücü yüksek patlayıcıya sahip silahların boğaz ve limanların müdafaasında fevkalade önemli olduğuna işaret etmekteydi (BOA, Y. MTV. 15/23). Bunun dışında patlayıcı konusunda uzman olan Fransız kimyacı François Eugène Turpin’in de Memâlik-i Şâhâne’nin sahil ve boğazlarının savunulmasına katkı sağlayacağını düşündüğü kendi icadı olan bir top hakkında Mabeyn’e teklif verdiği görülmektedir. Mevzu bahis teklifte, 250 kilogramlık Pikrik asitle (melinit) güçlendirilmiş patlayıcıya sahip torpido benzeri bir mühimmatı atma kabiliyetine sahip büyük çaplı bir toptan söz edilmekteydi. Teklifin devamında Fransız kimyacı, zırhı delme özelliğine haiz çinkodan mamul torpidoyu bir kaç kilometre uzağa atabilecek kabiliyetteki bu topun, hareketli hedeflere karşı da oldukça etkili olduğu hatta gece-gündüz her şartta yüksek isabet oranına sahip olduğundan söz etmekteydi. Teklifin sonunda bilindik konvansiyonel toplara göre daha ucuz ve daha uzun ömürlü olan bu topa, arabasıyla birlikte 18.000 frank bedel biçen Eugène Turpin, sahil muhafazası için bir başka icadı olduğunu; Osmanlı yetkilileri ilgilendikleri

88

takdirde onlara bu konuyla ilgili de teklif götürmeye hazır olduğunu bildirmekteydi (BOA, Y. PRK. ASK. 96/64).

Hiç şüphesiz ki bütün bu istihbarat ve elde edilen bilgiler doğrultusunda yapılan askerî hazırlıklar, Rusların Dersaadet’e yapacağı cüretkâr taarruz planlarına karşı Osmanlı devlet ricalinin payitahtı savunmaya yönelik eldeki tüm kaynakları seferber etmeye çabasının bir ürünüydü. Dolayısıyla bahriye yetkililerinin, envanterdeki donanmanın gündemden hiç düşmeyen bir taarruz tehdidine karşı hazırlıklı olabilmesi için teçhiz ve takviyesi dışında, kıyıların mayınlanması ve Boğaz’daki istihkâmların güçlendirilmesini ön planda tutan koordineli bir savunma doktrinini tesis etme hedefinde olduğunu açıkça göstermekteydi. Bir taraftan Donanmayı Hümâyûn, ihtiyatta tutulan ve daha sonra takviye edilmesi planlanan zırhlı filo ile daha aktif görevler üstlenen torpidobot filotillasıyla birlikte payitahtın savunulmasına dönük olarak boğazların her iki yakasında konuşlandırılmış büyük çaplı toplarla teçhiz edilmiş istihkâmlara destek hizmeti veren bir yapıya bürünmüştü (BOA, İ. DH. 1150/89643). Dolayısıyla Osmanlı Bahriyesi’nin, donanma envanterindeki muharebe gemilerini top ve zırha yönelik ufak çaplı tadilatlarla, sahil müdafaasına elverişli bir hâle getirme gayesi içinde olduğu aşikârdı.

1902 gibi ileri bir tarihte bile Mirliva Kalau Von Hofe tarafından Sultan II. Abdülhamid’e sunulan bir raporda, hâlâ aktif bir Rus tehlikesinden söz edilmesi oldukça ilginçtir. Nitekim Mirliva Hofe’nin payitahtın Rus İmparatorluk Donanması tarafından işgal tehlikesine karşı bahriyenin alması gereken bir dizi tedbirleri ihtiva eden raporu, o dönem Osmanlı savunma anlayışını göstermesi açısından oldukça önemli bir veridir. Raporda, Rus Karadeniz Filosu’nun İstanbul Boğazı’na girerek payitahta yönelik icra edeceği taarruza karşı kıyı istihkâmlarının yeterli seviyede mukavemet gösteremeyeceği ve donanmada bulunan zırhlıların da çatışma bölgesine intikal edecek imkân ve kabiliyette olmadığı açık ifadelerle yer almaktaydı. Mirliva Hofe’nin mevzu bahis savunma zafiyetine sunduğu çözüm ise bahriyenin en kısa zamanda yüksek sürat ve uzun seyir menziline sahip, etkili toplarla teçhiz edilmiş en az iki adet hafif zırhlı kruvazör tedarik etmesi yönündeydi. Alman müşavir Hofe’nin nazarında, tedarik edilecek kruvazörler, Osmanlı Donanması’na dikkate değer bir sürat avantajı sağlayacaktı. Tedarik edilecek kruvazörler bir yanıyla da Rus Karadeniz Filosu’nun

89

hareketlerini gözetleme ve buna bağlı payitahttaki savunma tedbirlerinin alınmasına imkân veren “erken uyarı” görevi de üstelenecekti (BOA, Y.PRK. ASK. 192/22. ). Aslında Mirliva Hofe’nin Sultan II. Abdülhamid’e sunduğu raporların geneline bakıldığında, Osmanlı payitahtının savunma tertiplenmesine yönelik olarak eldeki imkânlardan en üst seviyede faydalanmayı amaçlayan taktik açılımların önemli yer tuttuğu görülmektedir. Mevcut raporlarda, açıkça ifade edilen taktik bir kaide olmasa da payitahta saldırıya yeltenmiş düşman filosunu yıpratmaya yönelik bir dizi savunma hattından müteşekkil, koordineli ve etkin bir taktik uygulamayı geliştirme çabasından söz edilebilir. Bu yaklaşıma göre, Karadeniz’den boğaza girecek olan Rus Karadeniz Filosu’nu ilk karşılayan Osmanlı kıyı savunma tabyaları olacaktı. Boğaz boyunca istihkâmlardaki tabyalardan ateş altına alınan düşman filosunun ilerleyişini yavaşlatabilmek için belirli hatlara yerleştirilmiş mayın ve sabit torpido istasyonlarından faydalanacaktı. Daha sonra mevcut filonun ilerleyişini durdurabilmek ve boğazın girişine mevzilenmiş yüzer istihkâm maiyetindeki zırhlı muharebe gemilerini perdeleme maksatlı olarak da “Kuvve-i Bahriye-i Osmaniye”nin ana vurucu gücü olarak görülen torpidobot filotillaları, etkili torpido taarruzu icra edilecekti. Manevra (manœuvre) prensibini ön planda tutan torpidobotların icra ettiği taarruz esnasında, zırhlı muharebe gemileri, kıyıda sabit istihkâmlardaki ağır toplarla birlikte, sürati azalmaya başlayan düşman filosunu dengesini bozacak şekilde ateş altına alarak muharebe inisiyatifinin Osmanlı cihetine geçmesini sağlayacaktı60. Hiç şüphesiz, bu taktik uygulamanın arka planını 19’uncu yüzyılın modern muharebe prensipleri arasında yer alan yüksek ateş gücü ve etkin manevra üzerine kurulu, karada konuşlandırılmış istihkâmlarla koordineli, müşterek yapıda bir savunma tertiplenmesinin hayata geçirilme düşüncesini yansıtmaktaydı.

Ne var ki Osmanlı gemilerindeki zabitan ve efradının yeni silahlarla talim eksikliği ve önemli ölçüde taktik tecrübeden yoksun oluşu, tüm unsurların koordinasyonuna dayalı bir savunma düzenini de tartışmalı kılmaktaydı (DMA, MKT. 589/86). Özellikle istihkâmlardaki personelin barış zamanında bile eğitim atışı yapmasına engel teşkil eden talimatların varlığı ve daha da vahimi tabyaların önemli bir kısmında mesafe tayini yapmaya yarayan aletlerin noksan olması, adeta felakete davetiye çıkarır cinstendi

60 Mirliva Kalau Von Hofe’nin tespit edilen muhtelif raporları için bkz. BOA, Y.PRK. ASK. 192/22, BOA, Y.PRK. MYD. 13/38, BOA, Y. MTV. 159/185, BOA, Y. PRK. BŞK. 52/86, BOA, Y.MTV. 196/130, BOA, Y.MTV. 64/65, BOA, Y.MTV 75/236.

90

(DMA, MKT. 733/6). Diğer taraftan, Bahriye kumandanlarının donanmanın bütün unsurlarının “hareket birliğine” dayalı bir savunma düzenini hayata geçirecek komuta-kontrol tecrübesinden yoksun oluşu, iyi eğitimli zabitan ve efrad noksanlığı ile birleştiğinde yüksek derecede iş birliğine dayalı bir savunmanın tatbikini imkânsız hâle getirmekteydi. Deniz savaşlarının temposunun arttığı ve buna bağlı hızlı karar vermenin kıymetlendiği bir dönemde, donanma ile ilgili tüm kararların merkezi yetkiyi elinde bulunduran Sultan II. Abdülhamid’e bağlı olmasından kaynaklanan hantal karar verme süreci de bu tarz bir savunma düzeni için hesaba katılması gereken bir engeldi.

Hiç şüphesiz ki 93 Harbi sonrası girişilen bahriye personelinin eğitimine yönelik çabalar, sınırlı düzeyde sonuç vermişti. Osmanlı idarecileri, kendi savunma hassasiyetlerine göre yeniden tertipledikleri donanmanın, kıyıların ve payitahtın savunulması görevini icra ederken bile üst düzey komutaya ihtiyacı olduğunu ancak 1897 yılında vuku bulan Osmanlı-Yunan Harbi sırasında anlayacaktı. Aynı 93 Harbi’nde olduğu gibi Yunan Harbi’nin sonunda da başta Sultan II. Abdülhamid olmak Osmanlı bahriye ricali de önemli dersler çıkaracaktı.

2.5. 1897 Osmanlı-Yunan Harbi ve Muharebe Gemisi Doktrinine Geçiş

1897 Osmanlı-Yunan Harbi, coğrafi alan, muharebe süresi ve katılan asker sayısı açısından daha önceki 93 Harbi ile kıyaslanmayacak derecede kısıtlı, ufak çaplı bir savaştı. Yunan liderler, Girit’in ilhakı ve kuzeye doğru Osmanlı aleyhine sınırları genişletmek için koşulların çok uygun olduğunu düşünmekteydi. Aslında Sultan II. Abdülhamid savaştan uzak durabilmek için birçok diplomatik girişimde bulunmak suretiyle elinde geleni yapmıştı. Ancak kendine askerî olarak gereğinden fazla güvenen Yunanlılar, Osmanlı idaresindeki Rumları isyana kışkırtmaya devam ederek adeta savaşı kaçınılmaz kılmıştı (Uyar ve Erickson: 420). Yaklaşık bir ay süren ve Osmanlı zaferiyle neticelenen savaş, Osmanlı yönetimine Kara Kuvvetleri üzerinde yapılan reformların kayda değer ilerlemeler kat ettiğini göstermişse de kıyı savunma doktriniyle tertiplenmiş olan donanmanın, imparatorluğun etrafını saran denizlerde söz sahibi olamayacağını da açık bir şekilde işaret etmişti.

Aslında Sultan II. Abdülhamid’in muhtemel çatışmadan uzak duran tutumuna karşılık Yunan kuvvetlerinin “hudud-ı hakaniyeye tecavüz eden askerî harekâta” teşebbüs etmeleri, bardağı taşıran son damla olmuştu. Nitekim Osmanlı devlet ricali, seferberlik

91

ilanının hemen ardından ordunun “tedâfüî ve tecavüzî” her türlü harekâtın icrasına yönelik hazırlık yapması ve liman müdürlüklerinin gerekli savunma önlemlerini alması yönünde talimat vermekten geri durmamıştı (DMA, MKT. 1116/27). Akabinde Meclis-i Mahsûs-i Vükelâ’nın 21 Nisan 1897 tarihli kararıyla da Yunan tebaasına ait tüccar ve gemilerinin 15 gün içinde Osmanlı limanlarını terk etmesi ve aynı şekilde Osmanlı tüccar gemilerinin de Yunan karasularından derhal çekilip stratejik önemi haiz Selanik Limanı’na sığınmaları kararı da alınmıştı (DMA, MKT. 1116/31).

Gerçekten de Selanik’in askerî bakımdan taşıdığı önem, bu şehrin denizden gelecek bir taarruza karşı da savunulmasını zorunlu kılmaktaydı. Bu sebepten dolayı, içlerine farklı çaplarda top yerleştirilmiş olan Küçük Karaburun ve Büyük Karaburun tahkimatları, seferberlik emriyle takviye edilmiş ve Selanik Körfezi de mayınlarla kapatılmıştı. Selanik dışında Boğazlar, İzmir ve Edremit limanları da öncelikli savunma ihtiyacı hissedilen diğer mahallerdi (Genelkurmay Başkanlığı Harp Tarihi Dairesi, 1965: 42). Uzun bir süredir Atina Sefareti’ndeki ataşenavallerin Yunan Donanması’nın durumu ve Ege’deki kaygı uyandıran faaliyetleriyle ilgili Osmanlı yetkililerini düzenli olarak bilgilendirmesi de savunmaya yönelik çabaların daha titizlikle icra edilmesine yol açmıştı (DMA, MKT. 657/119; DMA, MKT. 670/187).