• Sonuç bulunamadı

Batı Medeniyeti Tarafından Kabul Edilen İslamofobi İle Dinsel Amaçlı Terör

4. DİNSEL AMAÇLI TERÖR VE İSLAMOFOBİ’NİN DİNSEL AMAÇL

4.3 Batı Medeniyeti Tarafından Kabul Edilen İslamofobi İle Dinsel Amaçlı Terör

İrdelenmesi

“Arap Baharı” içerisinde değerlendirilmekte olsa da, Suriye’de meydana gelen olaylar ilerleyen zamandaki gelişmeler neticesinde “Sui Generis” bir duruma dönüşmüştür. Dünya genelinde “Arap Baharı” şeklinde betimlenen hadiselerin başlangıcının, 2010 senesinin Aralık ayında Tunus’ta Muhammed Buaziz’in kendisini yakma eylemi olduğu kabul edilmektedir (Dinçer ve Kutlay, 2012: 2). Tunus genelinde bahsedilen bu eylem ile başlayan ve otoriter-kısıtlayıcı yönetimlere ve insan haklarının ihlal edilmesine yönelik eylemler zamanla

Bahreyn, Mısır, Yemen ve Libya gibi Kuzey Afrika ve Ortadoğu ülkelerine de yayılmıştır. Bu yayılmanın neticesinde de “Arap Baharı” olarak betimlenen hadiseler, Ortadoğu’nun genelinde hatta Kuzey Afrika’nın bile içinde yer alacağı geniş bir coğrafyadaki mühim gelişmeleri ve değişimlerin tetikleyicisi olmuştur.

2011 senesinin Ocak ayında Tunus lideri Zeynel Abidin bin Ali yönetimi devrilmiş, bu gelişme neticesinde kendisi Tunus’tan kaçmıştır. 2011 senesinin Şubat ayında benzer bir son ile Mısır Cumhurbaşkanı Hüsnü Mübarek de karşı karşıya kalmıştır. 2011 senesinin Ekim ayında ise çok uzun süredir Libya’yı yöneten lider Muammer Kaddafi öldürülmüştür. Aynı yılın Kasım ayında da Yemen lideri Ali Abdullah Salih görevini bırakmıştır. Özgürlük ve hak isteyen bireylerce başlatılan ayaklanmalar sonucu yukarıda bahsedilen ülkelerin dışında Cezayir, Ürdün, İran, Irak, Fas ve birçok Arap ülkesinde vukuu bulmuştur (Kanat ve Zenginoğlu, 2017: 21-22).

Tüm bu olaylar çevre tüm ülkelere sıçradığı gibi Suriye’ye de sıçramıştır. Suriye’de 2011 senesinin Mart ayında, ülkenin güneyinde yer alan Daraa bölgesindeki bir okulun duvarlarına “demokrasi istiyoruz, hürriyet istiyoruz” yazılması sonucu yazıyı yazan çocuklar tutuklanmış, bunu protesto etmek isteyenlerin gerçekleştirdikleri gösteriler ile de olaylar başlamıştır (Suriye Acil Yardım Raporu, 2012: 1). Bununla birlikte, Suriye’de meydana gelen olayların zamanla “Arap Baharı” havasından çıktığı ve bir krize hatta bir iç savaşa dönüşmeye başladığı söylenebilir (Sandıklı ve Semin, 2012: 20). Bu noktada krizin derinleşme nedenleri incelendiğinde, muhalifler ile Suriye yönetiminin yaşadığı çatışmaların ön plana çıktığı görülse de bilhassa IŞİD etmeniyle mevcut durum, global bir duruma dönüşmüştür. Suriye’deki bu kaos ortamı içerisinde kendisi için bir yaşam alanı oluşturan IŞİD terör örgütünün dünya genelinde çok önemli bir tehdit oluşturduğu ve yaptıkları eylemler neticesinde birçok masum bireyin hayatını kaybetmesine sebep olduğu görülmüştür. Bu sebeplerden yola çıkıldığında da Suriye özelinde yaşanan iç savaş/kaos ortamı, yarattığı çok ciddi tehditler nedeniyle, dünya gündeminde uzunca bir süre kalmıştır (Kanat ve Zenginoğlu, 2017: 23).

Suriye genelinde Türkmen gruplar, PYD, IŞİD ve hükümet askeri güçlerinin çatışmaları ülkenin geleceği ile ilgili muğlaklığı arttırmış, bu belirsizlik,

yaşanan çatışma ortamı ve sivil halkın bu çatışmalardan ciddi zarar görmesi sebepleri de eklendiğinde, Suriye’yi yaşanamayacak bir duruma sürüklemiştir. İşte bu sebeplerle Suriye, diğer Ortadoğu ve Kuzey Afrika ülkelerinde yaşanan “Arap Baharı” esintisinden çok “kendine özgü” bir süreç yaşamıştır. Suriye halkı, yukarıda bahsedilen sebeplerle zaman içerisinde hayatta kalabilmek adına ülkelerini terk etmeye başlamışlardır. Bu mültecilerin göç etmek adına ilk seçenekleri de Türkiye olmuştur. Yine de Suriyeli mülteciler, Türkiye’ye göre daha rahat bir yaşam sürme düşüncesi ve hayat standartlarının daha yüksekte olduğu inancı ile göçlerine Avrupa Birliği ülkelerine doğru devam etmek istemişlerdir. Bu nedenle, Türkiye’nin üzerinden Avrupa Birliği’ne mensup ülkelere doğru çok yoğun bir mülteci geçişi meydana gelmiştir (Kanat ve Zenginoğlu, 2017: 24).

Bu noktada Avrupa Birliği’nin özel manada Suriyeli mülteciler, genel manada ise Suriye’deki kriz (hatta bir iç savaş) konularında yaptıkları girişimlerin diplomatik gayretlerin ötesine geçmediği görülmüştür. Konuyla ilgili Avrupa Birliği’ne mensup ülkeler kapsamında verilen ilk reaksiyonlardan birisinin, 2012 senesinin Mayıs ayında Hula’da 108 masum bireyin (32 tanesi çocuk) öldürülmesi neticesi on üç AB üyesi ülkenin kendi ülkelerinde bulunan Suriye büyükelçiliklerini “persona non grata” (istenmeyen adam) ilan etmesi olduğu söylenebilir (Çemrek, 2012: 59).

Devamında da Avrupa Birliği ülkelerinin mülteciler ve Suriye hususundaki tutum ve davranışları benzer şekilde sürmüştür. AB genelinde Suriyeli mültecilere yönelik üretilen siyasetin kapsayıcı, kucaklayıcı olması beklenirken, tam tersine ötekileştirici ve dışlayıcı olduğu anlaşılmıştır. Yirminci yüzyılın ikinci yarısından itibaren Avrupa’ya göç eden başta işçilere sonra Müslüman göçmenlere yönelik takınılan ötekileştirici davranış ve tutumlardan zamanla Suriyeli mültecilerin de nasibini aldığını söylemek yanlış olmayacaktır. Konuyla ilgili, 2015 senesinin Mayıs ayında Macaristan-Sırbistan sınırına mültecilerin girmemesi için tel çekilmesi işlemi esnasında bir mültecinin bu sınırı kucağındaki çocuğu ile aşmaya çalışması ve bu mücadelesi sırasında bir Macar kameramanın çelmesi ile yere düşmesi hadisesi halen akıllarda kalan davranışlar arasındadır (www.tr.sputniknews.com). Yine 2015 senesinin Eylül

ayında cansız bedeni denizin kıyısına vuran Aylan bebek de yaşanan bu mülteci krizinin trajik simgeleri arasında hafızalarda yer etmiştir (Tharoor, 2015).

AB üyesi ülkelerin Suriyeli mülteciler konusunda ötekileştirici ve dışlayıcı tavrı Türkiye ile imzaladıkları “Geri Kabul Antlaşması” ile de gözlenebilmektedir. Antlaşmaya göre, düzensiz bir şekilde gelen göçün önüne geçmek maksadıyla “1’e 1” kuralının geçerliliği öngörülmüştür. Buna göre, Türkiye üzerinden AB ülkelerine gitmek adına illegal yollar ile Yunanistan’a geçen ve Yunan adalarına sığınan mültecilerin Türkiye’ye geri gönderilmesi, Türkiye Cumhuriyeti Devletinin bu kişileri “mülteci” olarak tekrar kabul etmesi karara bağlanmıştır. Buna karşılık, AB üyesi ülkeler de benzer biçimde Türkiye’de kabul edilmiş olan her bir Suriyeli mülteci karşılığında bir başka Suriyeli mülteciyi topraklarına kabul edeceklerdir (www.businessht.com.tr, 2016; www.bbc.com, 2016). Bununla birlikte bu antlaşmanın uygulanması karşılığında Türkiye’ye 3+3 Milyar Euro’luk yardımda bulunulacağı belirtilmiştir (www.milliyet.com.tr, 2016; www.mfa.gov.tr, 2016).

Bu noktada Avrupa Birliği’ne mensup üye devletlerin her ortamda ifade ettiği, hatta AB’ye üyelik ön koşulları arasında göstermiş olduğu “insan haklarına saygı” konusunu Suriyeli mülteciler örneğinde ne düzeyde gerçekleştirdiği aşikârdır. Bu tutum ve davranışların arkasında ise “medeniyetler çatışması”

sürecinden beri süregelen İslam medeniyetine karşı duyulan düşmanlık, 20. Yüzyılın ikinci yarısından

itibaren bu konuda oluşturulan algılar neticesinde küresel boyutlara taşınan İslamofobi gelmektedir.

4.4 Gençlerin Terör Örgütlerine Katılımı İçin Örgüt Tarafından Uygulanan