• Sonuç bulunamadı

1. BÜYÜME TEORİLERİ, KAVRAMSAL VE KURAMSAL ARKA PLAN

1.1. BÜYÜME OLGUSU: KAVRAMSAL ARKA PLAN

Ekonomik büyüme en yalın haliyle kişi başına düşen sürekli üretim artışı olarak tanımlanmaktadır. Bu açıdan ekonomik kalkınma ve ekonomik değişim kavramlarından ayrı olarak değerlendirilmektedir. Ekonomik değişim, ekonomik yapı veya performansta gerçekleşen olumlu veya olumsuz herhangi bir değişim olarak tanımlanırken, ekonomik kalkınma insanların hayatını kolaylaştıran ve refah artışı sağlayan sosyal, ekonomik ve doğal çevredeki olumlu gelişmelerin tamamı olarak adlandırılmaktadır (Van den Berg, 2016: 28-29).

Ekonomik büyüme genellikle iktisadi ve sosyal hayatın yapısında olumlu değişimlere yol açar. Buna karşın, bir ülke ekonomisinde daralmalar yaşanırsa, o ülkedeki sosyal organizasyon, doğal çevre ve ekonomik alanda bozulmalar görülebilir.

Bu durumun başlıca nedeni ekonomik aktivitenin insana ve birçok kaynağını aldığı doğal çevreye bağlı olmasıdır. Bu açıdan bakıldığında, sosyal değişimler ile iktisadi yapıların değişiminin karşılıklı etkileşim halinde olduğu sonucu ortaya çıkar.

Dolayısıyla ekonomik büyüme, işsizlik, enflasyon gibi kavramlar sadece akademik çevrelerin değil hane halkı, firma ve politika yapıcılarında üzerinde durdukları konular olmaktadır (Eröz, 1982: 323).

Schumpeter (1935), benzer şekilde ekonomik büyüme ve ekonomik kalkınma kavramlarını farklı anlamlarda ele almıştır. Schumpeter’e göre büyüme; nüfus, teknoloji gibi ekonominin temel unsurlarında1 meydana gelen sürekli değişim olarak ifade edilmektedir. Burada sürekli olmasından kasıt; bu değişimlerin artış ya da azalış şeklinde olabileceği gibi ekonomik faaliyetleri etkilemeyecek düzeyde de

1 Schumpeter makalesinde “data” sözcüğünü kullanmıştır.

gerçekleşebileceğidir. Ekonomik kalkınma ise, ekonomik unsurların düz ve kesintisiz bir şekilde artışı değil, çeşitli zaman dilimlerinde kümülatif ve dalgalı biçimde üst bir seviyede dengeye gelmesi durumu olarak adlandırmıştır. Bu açıdan konjoktürel dalgalanma ile ekonomik kalkınma kavramlarının benzer olduğu üzerinde durmuştur.

Schumpeter’e göre, büyüme ile kalkınma arasındaki temel fark, ekonomik büyüme yavaş ve sürekli; ekonomik kalkınma ise dalgalı ve kesintili bir seyir izlemektedir.

Schumpeter’in yukarıda yer alan tanımına göre, büyüme ile kalkınma kavramları teorik ölçülerle birbirinden kolayca ayrılabilse de pratikte farklarını anlamak oldukça zordur. Ekonomide gerçekleşen hareketlerin hangisinin büyüme hangisinin kalkınma kavramına dahil olduğunu ayırt etmek neredeyse imkansızdır (Ülgener, 1991: 411). Bu durumu açıklığa kavuşturmak amacıyla, belli bir dönemde üretim indeksinde yer alan ürünlerin kişi başına üretiminde sürekli yükseliş trendinin yakalanması durumu büyüme olarak ifade edilmiştir (Schumpeter, 1947a: 2). Böylece üretim artışının büyümeye dayanak teşkil etmesi günümüz iktisat anlayışında yerini almıştır.

Ekonomik büyüme, belli bir dönemde sürekli üretim artışı olarak tanımlandığında karşımıza ölçülebilir bir kavram olarak ortaya çıkar. Kişi başına üretim, zaman süresi, büyüme hızı vb. sayı ile ifade edilebilen unsurlardır. Ancak büyümeyi sadece rakamlara bağlamak hatalı bir davranış olacaktır. İçerisinde nitel unsurları da barındıran eğitim sistemi, politik düzen, halkın yeniliklere bakışı, çevresel faktörler gibi sayı ile ifade edilemeyen kavramlarında analizlere dahil edilmesi daha sağlıklı sonuçların ortaya çıkması adına önemlidir (Ülgener, 1991: 412).

Kuznets (1949), ekonomik büyümenin incelenmesinin önemi konusunda genel bir ortak anlayışın olduğunu ancak zaman ve kapsam sınırları konusunda çalışmaların farklılaştığını vurgulamıştır. Aynı zamanda ekonomik büyümenin niceliksel yönlerini temel alarak, nitel faktörlerin de dikkate alınmasının önemli olduğunu belirtmiştir.

Ekonomik büyüme ve ekonomik kalkınma arasındaki farkı en iyi biçimde tanımlayan iktisatçılardan birisi de Alfred Amonn’dur. Amonn’a göre, bir ülke ekonomisi zamanla iki yönde hareket eder. Ülkenin üretim faktörlerinde gerçekleşen artışlar büyümeyi işaret ederken, milli gelirin içinde tarım, sanayi ve hizmetler sektörünün payının değişmesi, işgücünün bu sektörler arasındaki dağılımı gibi

ekonominin yapısında meydana gelen değişmeler de ekonomik kalkınmayı ifade etmektedir (Taban vd., 2013: 19).

Ekonomik büyüme olgusu, insanlık tarihinde çok ani ve beklenmedik bir şekilde ortaya çıkmıştır. Öyle ki, gerçekte ne olup bittiği konusunda çalışmalar geçmişten günümüze artarak devam etmektedir. İktisatçılar ekonomik büyümeye yön veren hareket kurallarını açıklamaya çalışan çok sayıda ve birbirine alternatif modeller oluşturmuşlardır. Merkantilizmden günümüze her türlü iktisadi sistemde büyümeden söz edilmiş ancak konunun kavramsallaştırılması Adam Smith’in büyümenin nedenlerini sorgulaması ile başlamıştır (Yeldan, 2011: 3,9).

Adam Smith, 1776 yılında kaleme aldığı “Ulusların Zenginliği” adlı eserinde sistematik bir büyüme teorisi oluşturmamıştır. Ancak ulusların zenginleşme sürecinde ekonomik büyümenin katkısından bahsederek iş bölümü ve uzmanlaşmanın büyümede önemli rol oynadığını belirtmiştir. Buna göre, iş bölümü ile emeğin verimliliğinin ve işçi başına üretim miktarının artması sermaye birikimini hızlandırarak iktisadi büyümeye katkıda bulunmaktadır (Smith, 1776: 9). Aynı dönemde klasik ekolün temsilcilerinden R. Malthus ve D. Ricardo toprak rantı, nüfus, azalan verimler ile ekonomik büyüme arasındaki ilişkileri incelemiş ve modern büyüme teorilerine öncülük edecek çalışmalara imza atmışlardır.

K. Marx, klasik iktisatçılara benzer şekilde makro tahliller ile büyüme analizi yapmıştır. Buna göre, kapitalist üretim artışı sermaye ve üretim aracı kitlesini artırarak emekçi sınıfın işsiz kalmasına neden olacaktır. Bu durum firmaların kâr oranlarını azaltacak ve ekonomideki büyüme süreci olumsuz etkilenecektir (Marx, 1867/2004:

201).

Tarihsel açıdan bakıldığında Ramsey’in (1928) yaptığı çalışma, modern büyüme teorilerinin başlangıcı olarak kabul edilmektedir. Çalışmada, hane halklarının optimizasyon davranışlarının dönemler arası hareketleri büyüme analizine dahil edilmiştir. Çalışma, 1960’lı yıllara kadar iktisatçılar tarafından pek ilgi görmese de Ramsey’in analizinde kullandığı fayda fonksiyonu günümüzde Cobb-Douglas üretim fonksiyonunda kullanılmaktadır (Barro ve Sala-i-Martin, 2004: 17). 1929 Dünya Ekonomik Krizi’nden sonra klasik okul temelli büyüme teorileri büyük ölçüde gözden düşmüştür. Ramsey’in çalışması ile 1950’li yılların sonu arasında Harrod (1939) ve

Domar (1946), Keynes’in statik olarak ele aldığı tam istihdama ulaşma çabalarını dinamik bir bakış açısı ile araştırmıştır. “Ekonomik Kalkınma Teorisi” (1934) ve

“Kapitalizm, Sosyalizm ve Demokrasi” (1942) adlı eserleriyle Schumpeter, teknolojik yeniliği bir ekonomik aktivite olarak ele alan ilk iktisatçı olmuştur (Yeldan, 2011:

251).

Solow (1956), literatüre “Solow Büyüme Teorisi” veya “Neo-Klasik Büyüme Teorisi” olarak katkıda bulunduğu çalışmasında, teknolojik değişmenin tasarruf, yatırım ve ekonomik büyüme üzerindeki etkilerini, ölçeğe göre getirinin sabit varsayıldığı neo-klasik üretim fonksiyonu ile açıklamaya çalışmıştır. Modelde, azalan verimler kanunun geçerli olması teknolojiyi dışsal olarak ele almayı gerektirdiğinden büyüme ile teknoloji arasındaki ilişkinin içsel olarak modellenmesi mümkün olmamıştır. Cass (1965) ve Koopmans (1965), Ramsey’in tüketici optimizasyon analizini ele alarak tasarruf oranını içselleştirmiş, böylece Neo-Klasik Büyüme Modelinde yer alan dışsal teknolojik şoklara bağımlılığı ortadan kaldırmıştır (Barro ve Sala-i-Martin, 2004: 18).

Teknolojinin dışsal olarak modellendiği neo-klasik büyüme teorilerinin, azalan verimler kanunu nedeniyle uzun dönemli büyümeyi tam olarak açıklayamaması, teknolojiyi içselleştirmeye çalışan çalışmaların önünü açmıştır. Arrow (1962), yaparak öğrenme ve bilginin yayılması kavramını geliştirerek, firmaların fiziksel üretim kapasitesini kullanırken teknik bilgiyi de maliyetsiz olarak elde edeceklerini iddia etmiştir. Böylece bilgi, ekonomi genelinde yayılarak büyümeye katkı sağlayacaktır.

Arrow ’un bu çalışması daha sonra “İçsel Modeller” olarak adlandırılacak teknolojinin içselleştirildiği modellere öncülük etmesi açısından son derece önemlidir.

Neo-klasik büyüme kuramı, 1970’li yıllarda yaşanan petrol krizi ve durgunluk nedeniyle yerini yeni arayışlara bırakmıştır. Romer (1986), Lucas (1988), Rebelo (1991), Grossman ve Helpman (1990-1991), Aghion ve Howitt (1992) gibi iktisatçıların öncülüğünde, Neo-klasik kuramın dışsal olarak ele aldığı teknolojik gelişme ve teknik bilgi içselleştirilmiştir. İçsel modeller olarak adlandırılan bu çalışmalarda, teknik ilerleme, girişimci kararları, Ar-Ge ve yenilik çalışmaları, beşerî sermaye gibi unsurların ülkeler arasındaki gelişmişlik farklılıklarının sebebi olabileceği ileri sürülmüştür.

Büyüme kuramlarının son dalgası olan modern politik ekonomi modellerinde, büyümenin daha derin ve temel belirleyicileri araştırma konusu olmuştur. Bu çalışmaların odak noktası yönetim kalitesi, yasal dayanaklar, demokrasi, güven, yolsuzluk, etnik ayrımcılık gibi konulardır (Snowdon, 2006: 84).

1.2. NEO-KLASİKLER ÖNCESİ BÜYÜMEYE İLİŞKİN YAKLAŞIMLAR